'Dosya: "Yurt Dışı Seçmen"'

“Türkiye Kökenli Topluluğun Tamamı Hakkında Aceleci Yargılar Yapılıyor”

Siyaset bilimci ve sosyolog olan Dr. Özgür Özvatan Berlin Humboldt Üniversitesi Ampirik Entegrasyon ve Göç Araştırmaları Enstitüsünde entegrasyon ve göç konularında çalışmalar yapıyor. Özvatan ile Almanya'daki Türkiye kökenlilerin oy davranışlarını konuştuk.

Özgür Özvatan

Avrupa’da yaşayan ve Türkiye seçimlerinde oy kullanan Türkiye kökenliler, yaşamadığı bir ülkenin kaderini belirlemekle suçlanıyorlar. Bir siyaset bilimci olarak bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Türkiye’deki seçimler söz konusu olduğunda bazı çarpıtma ve yanılgılarla karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin, “Bu ülkede yaşamıyorsunuz ve seçim sonuçlarına katlanmak zorunda değilsiniz, ancak ‘antidemokratik bir şekilde’ oy kullanıyorsunuz.” gibi ifadeler yürürlükte. Bu tür söylemlerin temel sorunu, göç toplumlarının gerçeklerini göz ardı etmeleridir. Göç toplumları, insanların ulusaşırı kimliklere ve yaşam alanlarına sahip oldukları gerçeğine dayanır. Bu nedenle kişiler bu ülkelerde yaşamasalar bile siyasi veya günlük yapıların etkisinden uzak kalmazlar. Yani o ülkede fiziksel olarak bulunmasam da siyasi atmosferi ve günlük hayatı benim yaşamımı etkileyebilir. Bu gerçeği vurgulamak önemli, çünkü fikirler tam da bu noktada ayrışmaya başlıyor ve bu kişilerin o ülkelerde oy kullanmaması gerektiği iddiası ortaya çıkıyor.

Demokrasi teorisi açısından bakıldığında bu durum demokratik haklarımdan vazgeçmem gerektiği anlamına geliyor. Bu yönüyle bu talep oldukça radikal bir yaklaşım. Medeniyet tarihi, insanların oy kullanma hakkını kazanmak için verdikleri köklü mücadelelerin öyküleriyle dolu. Bu hakkı inandırıcı olmayan bir argümanla kısıtlamak öyle kolay olmamalı.

Başka bir önemli nokta da “yol ayrımı” sorunu. Seçim öncesinde yaptığımız bir ankete göre, Türkiye ve Almanya’da bu seçimin bir “yol ayrımı” olduğuna dair geniş bir anlatı vardı. Bu durum bir yönüyle medyanın konuya ilişkin yoğun içerik üretimine de dayanıyor. Ancak yine de insanların bu seçimi “yol ayrımı” olarak görmeleri oldukça ilginç. “Yol ayrımı”, genellikle radikal bir değişimin yaşandığı bir dönemi ifade eder. Peki Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Seçimleri sonrasında gerçekten ne değişti? Türkiye’de ne kadar radikal bir değişim yaşandı? Bu soruların da önemli olduğunu düşünüyorum.

Yurt dışı seçmenin Türkiye’deki siyasi katılımıyla ilgili itirazlar sadece Türkiye’de duyulmuyor. Bu kitleye yönelik benzer itirazlar Almanya’da ya da diğer Avrupa ülkelerinde de mevcut. Siz az önce ulusaşırı kimlikler ve yaşam alanlarından bahsettiniz. Acaba buradaki esas sorun, ulusaşırı bağların anlaşılamaması olabilir mi? “Yurt dışı seçmen” hakkında konuşurken 30 sene önceki göç, katılım, uyum gibi şablonlarla mı konuşuyoruz hâlâ?

Her halükârda gözlemlediğimiz büyük bir sorun var: Göç toplumlarının ulusaşırı gerçekleri göz ardı ediliyor. Demokratik haklarımızı hızla terk etmeye yönelik talepler, aidiyetin sınırlı bir kaynak olduğu varsayımından kaynaklanıyor. Yüzde 80 oranında A ülkesine ait hissediyorsak, sadece yüzde 20 oranında B ülkesine ait hissedebiliriz gibi bir mantık var. Bu mantığa göre sadece yüzde 80 aidiyet hissettiğimiz ülkede oy kullanmalıyız, yüzde 20 aidiyet hissettiğimiz ülkede değil.

Genç nesiller arasında ise farklı kimliklere açıklık var. İnsanlar kendilerini hem yüzde 100 İsviçre’ye hem de yüzde 100 Arnavutluk’a ya da yüzde 100 Türkiye’ye ve yüzde 100 Almanya’ya ait hissediyorlar. Ancak toplumun orta kesimlerinde gücün ve aidiyetin hâlâ sınırlı bir kaynak olarak algılandığı bir düşünce yapısı hâkim. Bu da büyük bir problem çünkü “Eğer Türkiye’ye aidiyetin yüzde 20 ise, o zaman orada oy kullanmamalısın.” gibi çıkarımlara yol açıyor. Öte yandan durum tersiyse, yani insanlar kendilerini yüzde 80 oranında Türkiye’ye ait hissediyorlarsa ve sadece yüzde 20 oranında Almanya’ya ait hissediyorlarsa, bu da bir entegrasyon sorunu olarak görülüyor. Bu durum aslında gerçekliği yansıtmıyor. Ampirik veriler, insanların yüzde 80yüzde 90 aralığında hem Almanya’ya hem de Türkiye’ye aidiyet hissettiğini gösteriyor. Bu da ampirik olarak bu argümanı tamamen geçersiz kılıyor.

Türkiye kökenliler genelde yaşadıkları ülkelerde, örneğin Almanya’da sol partileri, Türkiye’de ise muhafazakâr partileri seçiyorlar. Bu durum hâlâ geçerli mi?

Bu argümanlar artık geçerliliğini yitirdi. Özellikle 2010’dan bu yana Almanya’da parti bağları, özellikle Sosyal Demokrat Parti’ye (SPD) olan bağlar zayıfladı. Diğer politik partilere, özellikle Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Hür Demokrat Parti’ye (FDP) olan ilgi ise arttı. Bu durum sosyo-ekonomik verilerle açıklanabilir. Misafir işçiler geçmişte genellikle Sosyal Demokrat Parti’yi tercih ediyordu. Günümüzde ise göçmen girişimciliği Almanya’da artış gösteriyor. İşveren konumuna geçtiğinizde artık bir işçi değil aynı zamanda bir işveren olduğunuzdan, sosyoekonomik kimliğinize uygun bir parti seçimi yapmanız doğal olur.

Ayrıca kimliğe yönelik çalışmalar, örneğin CDU’nun dinî konularda daha açık bir yaklaşım benimsemesi de dikkat çekici. Elbette parti ne kadar açık hâle geliyor sorusu da önemli. Ancak CDU’nun bu yöndeki açılımları Türkiye’de muhafazakâr değerleri benimseyen birçok insanın etkilenebileceği bir potansiyel barındırıyor. Önceden, 2000’lerin başlarında CDU bu yönde çaba göstermiş olsa da Türk-Alman topluluğunu etkileme konusunda sürdürülebilir bir başarı elde edememişti. Dolayısıyla bugün Türkiye kökenliler arasında sosyal demokrat partilere yönelik bağın zayıflamasıyla karşı karşıyayız.

CDU’dan bahsettiniz. Almanya’daki partileri göç kökenlileri kazanma ya da göç gerçekliğini anlama konusunda nasıl değerlendiriyorsunuz?

Almanya’da merkez partileri, göç ve entegrasyon konusunda geride kalmış durumda. 2021 Federal Meclis Seçimleri parti programlarına baktığımızda, hiçbir partinin göç politikasını temel bir konu olarak ele almadığını veya bu konuya yeterince yer vermediğini görüyoruz. Göç ve entegrasyon politikalarına yönelik endişeler hâlâ varlığını sürdürüyor. Kamusal alanda zaman zaman bu konulara dair konuşmalar olsa da önemli olan politikaların ve çözümlerin şekillendirilmesi, yani yapıcı çözümlerin sunulmasıdır. Ancak bu noktada büyük çekinceler olduğunu görüyoruz.

2021 Federal Meclis Seçimlerinde göç politikası konusunda net bir program sunan tek parti, Almanya için Alternatif Partisi (AfD) idi. Bu parti de bildiğiniz gibi göç karşıtı bir duruş sergiliyor. Ancak bu, giderek artan göçmen nüfusuyla uyumlu olmayan bir durum ve kabul edilmesi zor. Yaklaşık on yıl önce CDU tarafından ufak bir girişimde bulunuldu. CDU’nun “C”sini Hristiyan (christlich) yerine muhafazakâr (conservative) anlamına gelecek şekilde kullanma fikri, kısa süreli bir kampanya olarak ortaya çıktı ve aynı zamanda İslam ve Müslümanlara açık bir yaklaşımı teşvik etmeyi amaçladı. Ancak bu çabalar kısa süre içinde sona erdi.

Almanya’daki sol partilerle Türkiye’deki sol partiler arasında da ciddi bir uçurum var. Türkiye’de kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan partilerin Almanya’da AfD’nin söylemlerine benzer bir yerde konumlandığını da görüyoruz. Bu durumda sol ve sağ siyasi ideolojiler, Türkiye ve Almanya’da da farklılaşmıyor mu?

Almanya’da merkez sol olarak nitelenen partilerle, Türkiye’de kendini merkez sol olarak tanımlayan partilerin karşılaştırması oldukça ilginç. Özellikle göç politikası bağlamında retoriklerine baktığımızda, Türkiye’deki merkez sol partilerinden gelen ifadelerin Almanya’daki karşılığı, bazen sağcı NPD’den gelebilecek türden ifadeleri içeriyor. Örneğin birinci turdan sonra çıkıp “10 milyon Suriyeliyi sınır dışı edeceğim.” demek Almanya’da pek de kabul görmeyecek bir ifade. Bu tür ifadeleri artık AfD’den bile duymuyoruz. Bu tür ifadeler artık radikal sağın söylemleri.

Öte yandan şöyle bir metot sorunu da var: Almanya’daki oy tercihi ölçülen kişi ile Türkiye’deki oy tercihi ölçülen kişi aynı mı, bunu çoğu zaman bilmiyoruz. Seçmenlerin ampirik verileri hakkında konuştuğumuzda, bunu tam olarak belirlememiz mümkün değil. Ancak tabii ki, Türkiye’de merkez-sol tercihi yapan birçok insanın, Almanya’da da aynı şekilde merkez-sol tercihi yapabileceğini varsayabiliriz.

Almanya’da göç politikasının tartışılma şeklinin, Türkiye’deki tartışılma biçiminden farklı olduğunu da söyleyebiliriz. Özellikle seçimden bir gün önce, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın göç ve mülteciler konusunda Twitter’da yaptığı bir paylaşımda insan hakları odaklı bir retorik kullandığını gördük. Türkiye dünya genelinde en fazla mülteci kabul eden ülkelerden biri. Ancak yine de Suriyeli ve Afgan mültecilerin Türkiye’de de zorluklarla karşılaştığını biliyoruz. Bu konuda Almanya’da da benzer zorluklar yaşanıyor. Ancak meseleyi tartışma biçimi ve yaklaşımı farklı.

Bunun dışında CHP ve Millet İttifakı’nın Almanya’da seçim kampanyası yapmamasının büyük bir eksiklik olduğunu da gözlemliyorum. Seçim tercihleri ve sonuçlarını konuşurken partilerin sunabildiklerini de konuşmak lazım. CHP’nin broşür dağıtmaktan öteye geçmediğini gözlemliyoruz. Buradaki seçmene ulaşabilmek, medyada açıklamalar yapmak ve Hollanda’ya, Fransa’ya, İsveç’e veya Almanya’ya gidilmese bile, seçmene Türkiye’den seslenmek de bunun bir parçası. Ancak bu tür adımlar atılmamış gibi görünüyor.

Aynı şekilde seçildiklerinde yapacakları icraatlara, programlarına dair de açıklama eksikliği söz konusu. Bunların tümü Türk kökenli seçmenlerin tercihlerini tartışırken ele alınması gereken önemli eksiklikler. Elbette seçim sonuçlarını etkileyen faktörlerden biri de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun televizyonda yayınlanma süreleri arasındaki büyük fark. Özetle unutulmaması gereken, seçim sonuçlarını etkileyen birçok faktör olduğu.

Yurt dışındaki Türkiye kökenlilerin Türkiye’deki oy davranışları Almanya ya da diğer Avrupa ülkeleri açısından çoğu zaman “eksik entegrasyon”la ilişkilendiriliyor. Seçmen tercihleri üzerinden yürütülen bu “sadakat” tartışması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sadakat tartışmaları artık geçmişte kaldı. Elbette hâlâ “sadakat” temelli söylemler var ve bunlar Almanya’daki yapısal ırkçılığın bir yansıması. Türk kökenlilere yöneltilen bu ırkçılık, son 20 yılda özellikle Müslüman karşıtı ırkçılık olarak daha belirgin hâle geldi.
Bu tartışmalar biraz da seçim ve oy verme konusunda detaylara inmek istememeyle ilgili. Aslında durum bu kadar basit değil. Seçimler öncesinde basınla yaptığım görüşmelerin tamamı bu soruyla başlıyordu. “Ama neden?” diyorlardı. “Türkler neden yüzde 66 oranında Erdoğan’ı destekliyorlar?” Bu soru sürekli tekrarlanıyordu. Ben de her seferinde karşı soruyu soruyordum: “Verilere baktınız mı?”
Verilere göre, Almanya’da tahmini olarak 3,33,4 milyon Türk kökenli yaşıyor ve bunların 1,5 milyonu Türkiye seçimlerinde oy hakkına sahip. Bunların da yalnızca yarısı oy kullanıyor ve bunun da yüzde 66’sı Erdoğan’ı desteklerken yüzde 33’ü desteklemiyor. Toplamda 3,4 milyonluk bir nüfustan bahsedilse de bu 3,4 milyon içinde sadece 400-500 bin kişi civarında Erdoğan’ı destekliyor, yaklaşık 300 bin kişi ise Erdoğan’a oy vermiyor. Bu nedenle bu rakamları tüm Türk kökenli nüfusa genellemek yanıltıcı olabilir.

Türkiye’deki seçimlere katılımın aslında düşük olduğunu belirttiğimizde, aslında Türklerin Türkiye ile entegrasyon sorunları yaşayıp yaşamadığı sorusu ortaya çıkıyor. Neden oy hakkına sahip olan Türkiye kökenlilerin yüzde 50’si Türkiye seçimlerinde oy kullanmıyor? Bu yüzde 50 hakkında kimse konuşmuyor. Türkiye’de seçimlere katılım oranı yaklaşık yüzde 90 iken, burada yüzde 50. Arada büyük bir fark var. Bu soru işaretleri genellikle dile getirilmiyor.

Sonuç olarak da genelde konunun detaylarına hâkim olmadan Türkiye kökenli topluluğun tamamı hakkında hızlı yargılar yapılıyor. Oysa bu basit bilgilere 30 saniyelik bir internet aramasıyla ulaşılabilir. Bu durum medya alanındaki kişilerin bile konuyla ne kadar az ilgili olduklarını gösteriyor. Seçim kampanyası döneminde büyük bir haber akışı vardı, ancak seçimden sonra uzun bir süre boyunca konuyla ilgilenilmedi. Burada büyük bir eksiklik var.

Türkiye kökenlilerin oy davranışlarında Almanya’daki ayrımcılık ve dışlamaları “protesto etmek” gibi bir motivasyon bulunuyor mu sizce?

Elimizde Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli bireylerin, Türkiye’deki seçim tercihlerinin Alman siyasetine karşı bir tür protesto olduğuna dair kesin kanıt yok. “Alman siyasetine tepki olarak AK Parti’yi seçiyorum.” gibi beyanlara dayalı veriler bulunmuyor.

Almanya’da Türkiye kökenliler arasında ırkçılık geçmişi, özellikle İslam ile ilişkili. Tarih boyunca yaşanan acı tecrübeler nedeniyle bu tür beyanlar genellikle bağlılık ve aidiyet konularını sorgulamak olarak kendisini göstermiş. Bugüne geldiğimizde ise 20’li ve 30’lu yaşlardaki gençlerin Almanya’ya aidiyetlerinin sorgulanmasına müsaade etmediğini görüyoruz. Buradaki Türk-Müslüman bir genç, “Herhangi bir Peter’in benim Almanya’ya aidiyetimi sorgulaması umurumda bile değil, ben zaten buranın bir parçasıyım.” diyor.

Gençler arasındaki bu güven duygusu, medya ve siyasette daha fazla temsil ve çeşitliliği de beraberinde getiriyor. Yeni nesil Türk topluluğu medya ve gazetecilik alanlarına ilgi gösteriyor. Bu durum medya kuruluşlarının daha çeşitli hâle gelmesine katkıda bulunabilir. Sonuç olarak, Almanya’da yaşayan Türk kökenli gençler arasında Almanya’ya aidiyet sorgulamalarının etkisinin azalmış olduğunu söyleyebiliriz.

 

Elif Zehra Kandemir

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ırkçılık araştırmaları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler