'Oku/yorum'

Oku/yorum: “Almanya Siyah Beyaz”

Noah Sow’un Almanya’da siyahilere yönelik ırkçılığı birçok cihetten ele aldığı, Türkçeye “Almanya Siyah Beyaz: Gündelik Irkçılık” olarak çevrilebilecek “Deutschland Schwarz Weiss: Der alltägliche Rassismus” isimli kitabını, Sümeyra Keleş Yerkel Oku/Yorum serisi için inceledi.

Almanya’nın Bavyera eyaletinde doğup büyüyen yazar, sanatçı ve medya eleştirmeni Noah Sow, aynı zamanda ırkçılığa karşı dünya çapında seminerler ve konferanslar veren bir aktivist. Sow’un “Deutschland Schwarz Weiss: Der alltägliche Rassismus” (Tr. “Almanya Siyah Beyaz: Gündelik Irkçılık”) isimli kitabı 2008 yılında Almanya’da C. Bertelsmann yayınevi tarafından yayımlanmış. 10 yılı aşkın sürede günümüze değin defalarca güncellenmiş, daha doğru ve yerinde tanımlamalar yapabilmek için ekleme ve çıkarmalar yapılmış bu kitabın 2018 yılı baskısı, Books on Demand yayınevi tarafından basılmış ve 344 sayfadan oluşuyor.

Almanya Millî Kütüphanesi tarafından Alman Millî Bibliyografyası’na kaydedilen kitap yedi bölümden oluşuyor. Kitabın sonunda okuyucu için önemli olabilecek, yazarın “etno-sözlük” adını verdiği bir bölüm ve ırkçılıkla ilgili okumalara yönlendirmeler içeren bir kısım da bulunuyor.

Irkçılık Gündelik Hayatın Bir Parçası

Eserin adından da anlaşılacağı üzere, yazar siyah-beyaz kategoriler, bu kategorileştirmelerin tarihsel oluşumu ve güncel politik ve sosyal hayattaki yeri üzerinde duruyor. Birinci bölümde ırkçılığa dair özellikle Almanya’da yaygın olan çeşitli alışkanlıklar ele alınıyor. Yazar ilk bölüme çeşitli sorular ortaya atarak başlıyor ve okuyucunun kendisine de bu soruları sorarak, okuyucunun ırkçılığı tam anlamıyla gündemine almasını sağlıyor.

Devamında, başta medya olmak üzere, siyasi alanda ve sosyal hayatta ırkçılığın yalnızca Almanya dışında başka ülke ve coğrafyalarda mevcut olduğu yaygın bir hatalı kanıya vurgu yapılıyor. Yazar, bu durumun gerçekle örtüşmediğinin, bilakis ırkçılığın Almanya’da hem yapısal bir sorun hem de gündelik hayatın bir parçası olduğunun altını çiziyor. Ek olarak, bu kitabın hedef kitlesinin de bilhassa “beyazlar” olduğuna dikkat çeken yazar, toplumdaki beyaz kesimin özelde siyahilere, genelde beyazların “yabancı” olarak etiketlediklerine karşı alışılagelmiş davranış kodlarına ve yanlış tanımlamalarına vurgu yapıyor. Buna ilaveten, yanlış dil kullanımının nasıl değiştirilebileceğine, siyahilerden bahsederken hangi tanımlamaların kullanılmasının daha uygun olduğuna ve hangilerinin kullanılmaması gerektiğine dair detaylı bir açıklama yapılıyor. Yazar, bu açıklama ve detaylandırmalarla toplum içerisinde saygılı ve kategorileştirmelerden uzak bir dil kullanımını hedeflediğini söylüyor. Bu bağlamda şu ayrımın altı çiziliyor: Siyahiler kendilerini “siyahi” olarak tanımlıyor ve kendileri ile ilgili tanımlamanın beyazlar tarafından yapılmasından hoşnut değiller. Böylece yazar, söylem ve tanım üstünlüğünün, dolayısıyla da gücün beyazlarda olduğunun siyahiler tarafından kabul edilmediğini vurguluyor. Ayrıca yazar, “siyahi” ifadesinin biyolojik bir özellikten ziyade, imtiyazlılar ve imtiyazlı olmayanlar ayrımına dikkat çeken sosyo-politik bir arka plana sahip olduğunu söylüyor. Burada “yabancı karşıtlığı”, “aşırı sağcı”, “neo-nazi” vb. tanımlamaların da mevcut durumdaki problematiğine vurgu yapılıyor. Yazar, bu muğlak ifadelerin, “ırkçılık” kavramını kullanmamak için bir kaçış ve günlük hayattaki ırkçılığı meşrulaştıran birer dayanak olduklarının, asıl sorunun net bir şekilde “ırkçılık” olduğunun sürekli olarak üzerinde durulması gereken bir mesele olduğunun altını çiziyor.

Kitabın başından sonuna kadar, beyazlara sorular soruluyor, yaygın yanlışlar ve alışılagelmiş davranış kalıplarına dikkat çekiliyor. Tam da burada yazar zaman zaman kişisel öfkesini ve hayal kırıklıklarını açıkça ifade ediyor. Bu durumun en çok öne çıktığı bölümlerden biri de kitabın ilk bölümünde yer alan “beyaz olmakla ilgili özel ders” konulu bir paragraf. Burada yazar, beyaz olmanın toplumun diğer, özellikle de azınlık kesimlerine kıyasla hangi imtiyazları ve günlük yaşamda hangi kolaylıkları beraberinde getirdiği ile ilgili madde madde bir sıralama yapıyor. Toplumun bir üyesi olarak kabul görme, beyaz olmayan herkesi kategorize etme ve tanımlama üstünlüğüne sahip olma, ırkçılık konusunda hedef olmama, sürekli olarak aslen nereli olunduğu ile ilgili sorguya çekilmeme, bulunduğu toplum içerisinde anonim olarak yaşayabilme özgürlüğüne sahip olma, bir birey olarak görülme gibi konularda herhangi bir beyazın ne tür ayrıcalıklara haiz olduğunun üzerinde duruluyor. Yine oldukça net ve çarpıcı bir dilin kullanıldığı bu bölümde, bu ayrıcalıklara sahip olmayan toplumdaki beyaz olmayan kesimin, maruz kaldıkları davranış kalıpları karşısında neler hissettikleri de yansıtılmaya çalışılıyor.

Buna karşın, beyazların bu imtiyazların farkında olmadıklarının, bilakis bu imtiyazları her insan için tabi kabul ettiklerinin de altı çiziliyor. Yazar meseleyi bir adım öteye taşıyarak, böyle bir eserde alışıldık olmayan bir biçimde beyazların ve dolayısıyla ayrıcalık sahibi kesimin kendisini sınava tabi tutmasını sağlayacak 14 maddelik bir muhtemel tepki listesi sunuyor. Kitabın kimileri için kibir göstergesi olarak yorumlanabilecek bu ve benzeri alt metne sahip bölümlerinin, yazarın hem birey olarak hem de mensup olduğu toplumun üyesi olarak maruz kaldığı muameleye beyazları da en azından bir kere muhatap etme isteğinin bir tezahürü olduğu anlaşılıyor. Bunu da şöyle açıklıyor yazar: Özellikle Almanya’da ırkçılık yapanlar ırkçı olmuyor, sadece kendini ırkçı olarak tanımlayan ve kabul edenler ırkçı kategorisinde değerlendiriliyor ve bu konforlu durum birçok davranışın ve insanın esasen ırkçı olduğu gerçeğinin üzerini örtüyor. Bu durumda yazar, beyazların aslında kendileri ve çevrelerindeki birçok insanı ırkçı kabul etmedikleri hâlde, ne derece ırkçı oldukları gerçeğinin yüzlerine vurulması gerektiğini vurguluyor.

Uzun bir giriş ve yazarın deyimiyle ırkçılık konusunda “özel bir dersin” ardından, ikinci bölümde, Almanya’da ırk ve ırkçılık konusu ele alınıyor. Öncelikle UNESCO’dan alıntılayarak “ırk” ifadesinin hatalı ve kullanılmaması gereken bir kavram olduğu, bunu kullananların “cahil veya suçlu” olduğunun altı çiziliyor. Buna binaen, tarihte ırk kavramı ve düşüncesinin İkinci Dünya Savaşı başta olmak üzere birçok dönemde bu kavramın istismar edenler ve suçlarını meşrulaştırmak isteyenler için kullanışlı bir çerçeve olduğu üzerinde duruluyor. Bununla beraber bugüne değin ırk düşüncesi üzerine inşa edilen mevcut hiyerarşik dünya düzeninin de aynı zamanda beyazların sömürge faaliyetleri ve sömürge anlayışına hizmet eden, bunun için muhteşem bir meşruiyet zemini sağlayan bir anlayış ve dünya görüşü olduğuna dikkat çekiliyor.

Irkçılığın Almanya’daki Tarihi

Bu bölümde aynı zamanda ırkçılığın geniş ve detaylı bir tanımı da yapılıyor. Buna ek olarak ırkçılığın Almanya’daki tarihinin irdelendiği bu kısımda, yazar özellikle 20. yüzyılın başlarında Almanya’da oldukça popüler olan, içerisinde siyahilerin sergilendiği ve beyaz kesim için bir eğlence objesi hâline gelen “insan bahçeleri” örneği üzerinde duruyor. İlaveten, bu örneğin zamanla yok olmadığının, eğlence sektöründe hâlen, sirk, hayvanat bahçesi vb. mekânlarda siyahilerin nesnelleştirilerek ve hayvanlarla eş tutularak değersizleştirildiğinden bahsediliyor.

Buna ek olarak, resmî tarih yazımında Almanya’nın diğer ülkelere göre yoğun bir sömürgeci geçmişinin olmadığı üzerinde durularak bilinçli bir şekilde masumlaştırıldığına dikkat çekiliyor. Oysa Almanya’daki toplama kamplarının Üçüncü Reich (Alm. “Drittes Reich”) dönemine has uygulamalar olmadığının, bilakis 1907’de Ruanda’daki katliam ve soykırımlarda hayatta kalan Nama ve Herero mensuplarının da toplama kamplarına götürüldüğü ve kamplara gidenlerin yalnızca yarısının kurtulduğuna değiniliyor. Bu bölümde örneklerle altı çizilen beyaz üstünlükçü tarih yazımına yapılan eleştiri ve geri kalan herkesin “göçmen” veya “yabancı” gibi tanımlamalarla sınıflandırılması gerçeğine yapılan vurgu, eserin devamında da sürdürülüyor.

Günümüz ırkçılığına dikkat çekilen üçüncü bölümde yazar, Almanya’da siyahilere ait sivil toplum kuruluşlarının yapısal ve kurumsal ırkçılıkla mücadelesinden örnekler sunuyor. Bu bölümle birlikte, yazarın akademik yönünün yanı sıra, ırkçılıkla mücadeledeki aktivist yönü de ortaya çıkmış oluyor.

Yazılı ve görsel medyada ırkçılığın konu edinildiği dördüncü bölümde yazar siyahilerle ilgili klişeler ve bu klişelerin neden olduğu ırkçılığın gazete manşetlerindeki haber dilinden, dergi kapağında kullanılan görsellere kadar sürekli biçimde yeniden üretimine dair örnekler sunuyor. Aynı zamanda resmî kurumlarda ırkçılıkla mücadelede ciddi bir gönülsüzlük olduğunu, hatta bazı örneklerde siyahilerin haksız uygulamaların hedefinde olduğunu ifade eden yazar, bu bağlamda zaman zaman konunun absürtlüğünü ve zihinlerde derin izleri bulunan sömürgeci anlayışı daha net ortaya koyabilmek için argo ifadeler kullanıyor.

Irkçılık, Dolaylı ve Dolaysız Bir Şiddet

İkili ilişkilerdeki ırkçılığın ele alındığı beşinci bölümde yazar, toplumun zihnindeki problemli siyahi algısının, siyahi bireylerin günlük yaşamını nasıl etkilediğine dair örnekler sunuyor. Burada da konunun yazar için ciddi derecede kişisel bir yönü olduğu, kullanılan öfkeli, argo dilden ve saldırgan üsluptan kendisini belli ediyor. Aynı zamanda beyaz ebeveynlere sahip olan siyahi çocuk psikolojisinin açıklanmaya çalışıldığı bu bölümde siyahi bir çocuk yetiştirirken yapılan hatalar, yapılmaması gerekenlere de değiniliyor.

Irkçılığın çeşitli şekillerde maskelendiği ve meşrulaştırıldığına dikkat çekilen altıncı bölümde yazar, ırkçılığın bir “konu” değil, “dolaylı ve dolaysız bir şiddet” olduğunun altını çiziyor. Irkçılığa karşı kullanılan dilin değiştirilmesi, doğru tanımlamaların yapılması gerektiği vurgulanan ve aktif mücadele çağrısı yapılan eserin son bölümünde yazar somut örnekler ve uygulanabilir çözüm önerilerinde de bulunuyor.

Eser, Almanca literatürde, ele aldığı konu ve kapsam itibarıyla temel ve bilgilendirici bir eser niteliği taşıyor. Kurgu dışı bir eser olmasına rağmen, duygusal tepkiler içermesi, olumsuz tecrübelerin alaycı bir dil ve üslup ile dile getirilmesi, yazarın okuyucuyu ırkçılık konusunda duyarlılaştırma ve gerçeklikle yüzleştirme çabası olarak yorumlanabilir. Siyahilerin karşı karşıya kaldığı yapısal ve kurumsal ırkçılık dikkatle incelendiğinde, benzer sistematik ayrımcılığı ve ırkçılığı Almanya’daki Müslümanların da tecrübe ediyor olduğu gerçeği ile yüzleşiliyor. Bu durum kitabın güncelliği ve önemini bir kez daha gözler önüne seriyor. Kitap, genel olarak bahsi geçen yönleriyle, fakat en çok da kullanılan dil ve ifade biçimiyle oldukça özgün. Hiciv dolu, şaşırtıcı ve çarpıcı üslubuyla konuya yönelik farkındalık kazandıran bu kitap, oldukça etkileyici bir okuma sunuyor.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler