'Rabiye Kurnaz George W. Bush'a Karşı '

Gastarbeiter Bir Anne Amerikan Başkanı’na Karşı

Rabiye Kurnaz George W. Bush'a Karşı filmi Guantanamo'da haksız şekilde tutulan bir gencin annesinin hukuk mücadelesini trajikomik bir dille anlatırken, aynı zamanda devlet eliyle işlenen yargısız infaz, işkence ve insan hakları ihlalleri üzerine insanı düşünmeye sevk eden siyasi bir taşlama niteliği taşıyor.

Fotoğraf: The Match Factory

2001 yılının ekim ayında, Rabiye Kurnaz (Meltem Kaptan) bir sabah Bremen’deki evinde 19 yaşındaki oğlu Murat Kurnaz‘ı yatağından kaldırmaya gittiğinde karşısında boş bir oda bulur. Genç adam, son dönemde düzenli gitmeye başladığı caminin imamının teşvikiyle dinî eğitim almak için Pakistan’a gitmiştir. Böyle başlıyor “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı” filminin ilk sahnesi.

Ancak bu Pakistan yolculuğu çok yanlış bir zamanda gerçekleşmektedir. Murat’ın Pakistan’a gidişi, 11 Eylül 2001 saldırılarından sadece birkaç hafta sonra olduğu için hareketleri şüpheli görülür. Kasım 2001’de Pakistan güvenlik güçleri tarafından Peşaver Havaalanında tutuklanan Murat, üç hafta sonra 3 bin dolar karşılığında Amerikan ordusuna teslim edilir; iki ay boyunca Kandahar’daki bir Amerikan gözaltı merkezinde sorguya çekilir. Bu iki ayın sonunda ise herhangi bir yargılama olmadan tutuklanır ve sonunda hukuksuzluğu ile meşhur hapishane Guantanamo’ya gönderilir.

Anne Rabiye, birkaç ay habersiz kaldıktan sonra oğlunun Pakistan’da tutuklandığını ve ardından dünyanın diğer ucundaki Guantanamo adında bir Amerikan üssüne nakledildiğini öğrendiğinde, soluğu yerel bir insan hakları avukatı olan Bernhard Docke’nin (Alexander Scheer) ofisinde alır. Böylece, oğlunun masum olduğuna inanan bu mütevazı ama hırçın anneyi Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkeme’sine kadar götürecek, birkaç yıl süren bir hukuk savaşı da başlamış olur. Docke, soruşturmasını derinleştirdikçe ikisi de durumdan daha da dehşete düşerler, ancak basın onların yanında olsa bile, adalete giden yol uzun ve streslidir.

Adil Yargılanma Hakkı ve Guantanamo Hakkında Konuşmak

21. Yüzyılda hâlâ insanlığın en büyük problemlerinden birinin adil yargılanma hakkı olduğunu düşünenlerdenim. Söz konusu devletlerin güvenliği olunca kolayca rafa kaldırılan bu hak, davaların makul bir süre içerisinde, bağımsız ve tarafsız bir mahkemede, hakkaniyete uygun bir biçimde ve kamuya açık olarak görülmesi anlamına geliyor.

11 Eylül 2001 saldırılarından tam dört ay sonra, Küba’nın Guantanamo Körfezi’nde ABD’ye ait olan askeri üste açılan hapishane, yaşadığımız yüzyılın insan hakları konusunda en çok eleştirilen uygulamalarına sahne olan yeri desek abartmış olmayız. Burada, başta Afganistan olmak üzere çeşitli ülkelerde ele geçirilen, El-Kaide ve Taliban ile ilgisi olduğundan şüphelenilen kişiler tutulmaktaydı. Guantanamo Körfezi’nin bir askerî hapishane olarak kullanılması insan hakları örgütleri ve birçok farklı kesimin eleştiri ve protestolarına neden oldu. Bu örgütler ve insan hakları aktivistleri tutukluların işkence gördüğü, kötü şartlara ve muameleye maruz bırakıldıklarını belirtip, buradaki tutukluların yasal durumlarının belirsizliğine işaret etmektedirler. Zira Guantanamo’da tutulanlar, ne savaş suçlusu ne de adi suçlular olarak tanımlanıyor.

Bush yönetimi bu tekinsiz gözaltı merkezi için Guantanamo Körfezi’ni seçmişti, çünkü böylelikle haklarında somut bir suçlama ve yargılama olmaksızın alıkoyduğu tutukluları ABD mahkemeleri için erişilemez kılacağını umuyordu. Burada tutulanlar, ABD yasal sistemine başvuramadıkları gibi ABD yasal sisteminden durumlarıyla ilgili herhangi bir gözden geçirme de talep edemiyorlar.  “Uzay boşluğunun yasal eşdeğeri” olarak da bilinen bu hapishanede açıldığı günden beri 780 civarı kişinin tutulduğu tahmin ediliyor. Yüzlerce kişi burada yaşadıkları işkence dolu yılların ardından “ABD’nin güvenliğine önemli bir tehdit oluşturmadıkları” gerekçesiyle salıverildi. Ancak, aradan geçen 22 yılın ardından Guantanamo hapishanesi hâlâ açık ve 30‘dan fazla kişi hâlâ burada tutuluyor.

Rabiye Kurnaz George Bush’a Karşı filminde yönetmen Andreas Dresen, bize adil yargılanma hakkının uğruna mücadele edilmesi gereken bir şey olduğunu hatırlatıyor. Dresen aynı zamanda filmi doğrudan Guantanamo üzerine inşa etmeden, Guantanamo’da delilsiz ve duruşmasız hapsedilen ve yüzlerce tutuklu arkadaşı gibi işkencenin ve bariz adaletsizliğin kurbanı olan Murat Kurnaz’ın hikayesini anlatmak için beklenmedik bir yöntem seçiyor: Komedi. İçinde ayrımcılık, işkence, insan hakları ihlalleri gibi tatsız meseleleri barındıran bu hikayeyi komedi unsurları kullanarak anlatmak risk barındırsa da, filmi izlerken gülümsediğimiz anlarda bile Murat’ın Guantanamo’da neler yaşamış olabileceğinin farkına varıyoruz. Filmin sonunda Murat’ın aylar boyu zincirlenmiş ayakları sebebi ile yürümeyi unutmuş olması da vurucu bir şekilde aklımızda kalıyor.

Filmde yönetmen Dresen ve senarist Laila Stieler hikayenin dramatikliğine birkaç duygusal sahnede değinirken, Rabiye’nin iyimserliğini, gücünü ve mizahını vurgulayarak büyük ölçüde rahat bir yaklaşım sergiliyorlar. Bunu yaparken de anneliğe dair stereotiplerin yaygın kullanımını görüyoruz.

“Bir Türk Gibi Başla, Ama Bir Alman Gibi Bitir”

Rabiye Kurnaz karakteri, alnının üzerindeki kâkülleri, üzerindeki suni kürk mantosu, küçük eşarbı ile beyaz perdeden bizimle konuşturulurken o yılların Almanya’sını, Almanya’da Türkiye kökenli olmayı, arada kalmayı ve daha bir çok şeyi de bir Alman yönetmenin gözünden izliyoruz. Gerçek bir hikayeden uyarlanmış olduğunu bilerek izlediğimiz filmde kurgu ile gerçeğin sınırının nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek oldukça güç. Kurnaz ailesinin yaşadığı ev, Rabiye karakterinin yabancılara yemek yedirme çabaları bizi tanıdık bir evrene misafir ediyor. Film bittiğinde sanki bütün bu olanlar bir aile dostumuzun yahut akrabamızın başına gelmiş gibi bir hisse kapılıyoruz.

Filmde ayrıca kültürel stereotiplere de yer yer rastlıyoruz. Ancak Rabiye karakterinin şefkatli sesi ve güler yüzlü hâli sayesinde kulağa rahatsız edici gelmektense gülümseten bir tarafı oluyor bu klişelerin. “Almanlar zeki ama yavaş…” diyor bir yerde mesela. “‘Bir Türk gibi başla, ama bir Alman gibi bitir’ sözünü biliyor musun?” diye soruyor hemen sonra. Aynı zamanda Almanya’daki Türklerin Mercedes tutkusu gibi klişeleri de yer yer görüyoruz filmde.

Filmin kültürel motiflerle harmanlanmış olması da özellikle Türkiye izleyicisi için filmi daha keyifli bir hâle getiriyor. Bir sahnede anne Rabiye’nin avukat Docke’un ofisine nazar boncuğu asıp “Bunu takalım da nazar değmesin” demesini görünce izleyici olarak içimiz ısınıyor. Rabiye karakterinin Türkçe ve Almanca olmak üzere çift dilli bir karakter olması ve duygularını dile getirirken bu iki dil arasında akması da ayrı bir keyif sunuyor. Rabiye’nin en yakınları ile Türkçe iletişim kurması ile ilişkili olarak bir sahnede Alman olan avukata Türkçe “Ah Bernhard, arkadaşım” dediğinde artık onu da ailesinden biri gibi gördüğünü anlıyoruz.

Meltem Kaptan, sevimli ve neşeli bir başrol oyuncusu, Scheer ise yumuşak huylu ve ağırbaşlı Docke rolünde sabırlı ve komik bir ikincil karakter sağlıyor. Meltem Kaptan’ın göz dolduran oyunculuğu jüriyi de etkilemiş olacak ki 2022 yılında düzenlenen 72. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde (Berlinale), En İyi Başrol Oyuncusu dalında “Gümüş Ayı” ödülünü kazandı. Filmde ailenin diğer üyelerine dair derinlemesine bilgi edinemesek de Nazmi Kırık’ın canlandırdığı baba karakterinin bu mücadeledeki yerinin anneye kıyasla çok daha sınırlı kaldığını görebiliyoruz. Murat’ın kendi deneyimi ise büyük ölçüde hayal gücüne bırakılmış, hikayenin bu tarafı tıpkı annesinin zihninde olduğu gibi bizim zihnimizin de arka planında bir korku hikayesi olarak kalıyor.

Türk asıllı Alman aktör Meltem Kaptan’ın coşkusu ve neşesi, avukat Bernhard Docke’u canlandıran Scheer’in ağırbaşlılığıyla bir yandan tezat oluştururken diğer yandan da iyi eğitimli Alman bir avukat ile muhtemelen uzun bir eğitim hayatı olmamış Gastarbeiter bir annenin aralarındaki uyum izleyiciyi hayrete düşürüyor. Birbiriyle tuhaf bir şekilde eşleşen bu ikilinin beş yıla yayılan hukuk mücadelelerini takip ederek, davaya damgasını vuran sapmaları ve skandalları keşfediyoruz; bunların tek sorumlusunun Bush Amerika’sı olmadığını, Alman ve Türk hükûmetlerinin de adaletin tecellisi için ellerini taşın altına koymadıklarını görüyoruz. Filmde, Alman hükûmetinin Amerika ile karşı karşıya gelmemek için Murat’ın Türk vatandaşlığını bahane ederek meseleyi takip etmek istememesi ve Türk hükûmetinin Murat’ı bir Alman sorunu olarak görmesi bunu açıkça ortaya koyuyor. İki vatanlı Rabiye Kurnaz, ikisinin de yardımı olmadan tek başına başka bir devletin hukuksuzluğuna karşı mücadele vermek zorunda kalıyor.

Ebubekir Tavacı

Lisans derecesini Istanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden 2016 yılında alan Tavacı, Fransa’da Université Paris 1 Panthéon Sorbonne’da Siyaset Bilimi yüksek lisans programından 2021 yılında mezun olmuş ve aynı üniversitede aynı alanda doktora araştırmasına devam etmektedir. Avrupa Birliği göç politikaları, Türk diasporası ve Fransa’da göç gibi konular üzerine çalışmalar yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler