'Almanya'

“Muhafazakâr İslam’ın Radikal İslam’a Giriş Kapısı Olduğu Zannediliyor”

Almanya, Solingen’deki terör saldırısının ardından ülkenin iltica politikasında sertleşmeye gitti. Prof. Dr. Werner Schiffauer ile hükûmetin iltica politikasını, İslamcılığı ve ülkedeki Müslüman cemaatlerin üstlenebileceği rolleri konuştuk.

Prof. Dr. Werner Schiffauer | Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Solingen’deki korkunç saldırıyla birlikte, Almanya’da göç ve Müslümanlar hakkında daha fazla tartışma başladı. Müslüman topluluklar şu anda bir déjà vu yaşıyor. Solingen’den sonraki tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Önceki tartışmalara kıyasla şu an Almanya’da daha yapıcı bir tartışma zeminine sahip miyiz sizce?

Şu anda güncel tartışmada dikkatimi çeken şey, bütün ağırlığın İslam ve düzensiz göç üzerine yoğunlaşması. Almanya’da mültecileri daha hızlı sınır dışı etmek ve sınırları kapatmak üzerine odaklanılıyor. Bu tedbirlerin Solingen’e bir cevap olabileceği ima ediliyor.

Solingen’deki saldırı korkunçtu, herkes bu konuda hemfikir. Asıl soru şu: Bu saldırı neden gerçekleşti? Almanya’daki medyada bu saldırının ülkedeki çok fazla sığınmacı, mülteci ve düzensiz göçmen nedeniyle gerçekleştiği öne sürülüyor. Oysa hiç ele alınmayan başka bir konu var, o da mülteciler üzerindeki mevcut baskının sınır dışı edilme tehdidiyle daha da artması ve bu baskının böyle bir saldırıya yol açmış olabileceği. Solingen’deki saldırıyı düzenleyen fail, Bulgaristan’a sınır dışı edilmesi planlanan bir göçmendi. Bulgaristan’a gönderilmek demek, bir belirsizliğe gönderilmek demek çünkü Bulgaristan mültecilere geleceğe dair herhangi bir şey vaadeden bir ülke değil.

Almanya’da 2015 yılında mültecilere yönelik siyasette bir açılım vardı. 2016 yılında dönemin İçişleri Bakanı Thomas de Maizière ve halefi -özellikle sınırların kapatılması ve sınır dışı etmeler konusunda büyük bir baskı yapan- Horst Seehofer döneminde bu politikadan bir U dönüşü yaşandı. O dönem göç alanında çalışan akademisyenler olarak biz, bu dönüm noktasıyla oluşan baskı sonucunda gerginliklerin artacağı ve giderek daha fazla insanın kontrolünü kaybedeceği konusunda uyarıda bulunmuştuk.

Ne yazık ki şu anda da Solingen’deki terör saldırısına cevap olarak mültecilerin entegrasyon koşullarını iyileştirmek, onlara perspektif sunmak ve anlamlı bir entegrasyon politikasına geçmek yerine sadece baskının artırıldığını görüyoruz. Bir sosyal bilimci olarak benim tahminim, bunun zaten zor olan bir durumu daha da kötüleştireceği yönünde. Yani şu anda alınan önlemler Solingen’e verilen doğru cevap değil. Şu anda odak, ağırlıklı olarak Müslüman ülkelerden gelen mülteciler üzerine yoğunlaşıyor. Ukrayna’dan Almanya’ya gelmiş bir mülteci böyle bir suç işleseydi, tepkilerin nasıl olacağını merak ediyorum. Acaba tartışma şu anda olduğu gibi devam eder miydi? Ben bundan şüpheliyim.

“Eskisi Gibi Devam Edebileceğimizi Varsayamayız: Sürdürülebilir Çözümlere İhtiyacımız Var”

2015 yılını zikrettiniz. O dönemde iltica sisteminin sertleştirilmesi bu kadar yoğun tartışılmamıştı. Aradan geçen zamanda Almanya’ya gelen mülteci sayısı azalmış olmasına rağmen, son yıllarda iltica sistemi giderek daha fazla tartışılıyor. Bunun sebepleri neler?

2015 yılında Almanya’da şimdikinden farklı bir ruh hâli vardı. İnsanlar mültecilerin ülkeye girişi karşısında, “Burada büyük bir meydan okuma var. Bu krizi aşacak kadar güçlüyüz ve buradan güçlenerek çıkabiliriz.” diyorlardı. Bu tutumla o dönem Almanya’da mültecilere bir şans veriliyordu. Bu yaklaşım, mültecilerin olabildiğince hızlı bir şekilde iş hayatına, okula veya konut piyasasına entegre edilebilmesi için -bu süreç her zaman harika yürümese de!- bazı perspektifler sunuyordu. O zamanlar çözüm odaklı olarak tüm imkânlar sonuna kadar kullanılıyordu.

Mülteciler gittikleri ülkelerde kalacaklar ve önümüzdeki yıllarda Avrupa’nın dış sınırlarına olan baskı daha da artacak. Dünyanın birçok yerindeki ekonomik kriz var. İklim felaketi büyüyor. Dünya genelindeki çatışma alanları çoğalıyor. Sadece Orta Doğu’daki duruma bakın. Bu barut fıçısı nedeniyle mülteci sayısı daha da artacak.

Bu durumda ne yapacağız? Avrupa’da bir refah adasına çekilip duvarları her geçen gün daha da yükseltebilir ve kendi değerlerimize ihanet edebiliriz. Aslında şu anda da tam olarak bunu yapıyoruz. Dışişleri Bakanı Baerbock’un dünyaya vaaz ettiği değerleri ihlal ediyoruz. İnsan haklarını göz ardı ediyor ve anayasayı devre dışı bırakıyoruz.

Elbette bunu yapabilirsiniz. Ancak bu, Avrupa’nın çöküşüne neden olur. Kendi bahçenizi koruma umuduyla ulus devlet sınırlarına geri dönersiniz. Macaristan Başbakanı Viktor Orbán da bu imgeyi kullanıyor ve şöyle diyor: “Kendi bahçenize herhangi bir yabancıyı almazsınız.” Ancak sokaklar dolduğunda, yabancıları kendi bahçenize almak zorunda kalacaksınız. Dünyadaki sefalet arttıkça, sınırların kapatılması giderek daha gerçekdışı hâle gelecek.

Ampirik olarak da bunun işe yaramadığını açıkça görüyoruz: ABD gibi sınır çitleri inşa edebilirsiniz. İngiltere’de olduğu gibi hükûmeti değiştirebilirsiniz. Avrupa Birliği’nin görevine ihanet anlamına gelen, insan haklarını ihlal eden bir Akdeniz politikası yürütebilirsiniz. Tüm bunları deneyebilirsiniz. Ancak mülteci sayısı yine de nispeten yüksek kalacak. Gerçekçi olan, kendimizi yeniden konumlandırmak olacaktır. Dünya koşulları giderek daha fazla mülteci üretirken, biz eskisi gibi devam edebileceğimizi varsayarsak bir yere varamayız. Şu anki çözümler kısa vadeli düşünülmüş ve başarısızlığa mahkûm çözümler. Sürdürülebilir çözümlere ihtiyacımız var. Bu, tüm tartışma için geçerli.

“Mültecilerin Entegrasyonuna Dair Çözümler Siyaset Tarafından Durduruldu”

Bahsettiğiniz bu sürdürülebilir çözümlerin Almanya’daki federal hükûmetten gelebileceğini düşünüyor musunuz? Almanya hukuken meşru olmayan sınır kontrolleri ve geri göndermeleri uygulamaya başladı. Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Hür Demokrat Partiden (FDP) oluşan mevcut koalisyon krizde. Bu durumda hem Almanya’nın güvenliğini hem de insan haklarını gözeten bir çözüm geliştirilebilir mi gerçekten?

Ben bu süreci gerçekten nasıl proaktif olarak şekillendirebileceğimizi sorgulamamız gerektiğine inanıyorum. Bunu başarmanın tek yolu, kendimizi yeniden keşfetmemizdir. Mevcut birçok şey, kazanımlarımız ve eski yöntemler artık sürdürülebilir değil. Almanya’ya insanlar geliyor. Bu gelen insanlar arasında bazı gruplar problem olarak görülürken, diğerleri için -örneğin 1,2 milyon Ukraynalı- böyle bir sorun yok. Bu durum doğal olarak ırkçı bir ton da içeriyor.

Buradaki büyük soru, Almanya’ya gelen insan kaynağının şu an olduğundan daha verimli nasıl kullanılabileceği sorusudur. Bu hâlâ açık bir soru. 2015 yılında Almanya’da bu konu üzerinde düşünüyorduk ve Afganistan’dan gelen mültecilerin iş gücü piyasasına nispeten entegrasyonu gibi çözümler geliştiriyorduk. Ancak bu çözümler siyaset tarafından durduruldu. Örneğin o dönem Bavyera Ticaret ve Sanayi Odası, mültecilerin iş bulmalarına ve yasal düzenlemelerin hafifletilmesine yönelik yaratıcı çözümler geliştirmekle meşguldü. Bir süreliğine Bavyera eyaleti de bu sürece katıldı, ancak sonra popülist bir U dönüşü oldu. Eğer bu konu üzerinde düşünmeyi bırakırsak, hiçbir çözüm bulamamış ve pes etmiş oluruz.

Sorunuza geri dönecek olursam: Açıkçası mültecilere dair ekonomik bir çözüm için elimde sihirli bir formül yok. Konut piyasasının gelen mültecilerle karşı karşıya kaldığı zorluk hakkında sihirli bir çözüm sunamam. Ancak bu konu üzerinde düşünmeye ve tartışmaya devam etmenin çok merkezî olduğunu söyleyebiliriz. Şu anda Almanya’da bu tartışma tamamen bloke edilmiş durumda.

“2015’te Alman Toplumunda Sağın Baskısına Karşı Bir Ruh Vardı”

Birkaç yıl önce sizinle yaptığımız bir söyleşide mülteci krizi hâlâ gündemdeyken verdiğiniz bir röportajda, Almanya’da yardımsever, iyi organize olmuş bir sivil toplumun olduğunu söylemiştiniz. Bugün bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Almanya’daki sivil toplum da elbette siyasetteki bu U dönüşünden olumsuz etkilendi. 2015 yaz dönemi benim için de sürprizdi çünkü o zaman Almanya’da gerçekten geniş bir ittifak ortaya çıkmıştı. Buna örnek olarak Nürnberg’i verebiliriz. Mülteciler Nürnberg’e büyük sayılarla geldiğinde, mahallelerden insanlar sorumluluk üstlendiler. AfD’nin güç kazanmaması ve bundan fayda sağlamaması için meseleyi kendi ellerine aldılar. Nürnberg bunu başardı. Dönemin Nürnberg Büyükşehir Belediye Başkanı, Nürnberg’in harika bir konumda olduğunu, birçok Müslüman cemaatin bulunduğunu, bunların kültürel ve sosyal sermayeye sahip olduklarını söyledi. Yeni gelen mültecilere destek olma ve başlangıçtaki yabancılığı aşma konusunda çözüm odaklı bir yaklaşım vardı.

Bu olumlu sivil toplum ruhu siyaset tarafından bilinçli olarak engellendi. Köln’deki yılbaşı gecesi bir dönüm noktası oldu. O zaman yılbaşındaki olaylara karışanlar, Fas’tan, yani Müslüman bir ülkeden gelen gençlerdi. Onları “Müslüman erkekler” olarak takdim etmek tamamen saçmaydı. Neticede geceleri sokakta uyuşturucu kullanmak, Müslümanlar için tipik bir davranış değil. Ancak o zamanki tartışma işe yaradı. Bir anda “Müslüman erkek” saldırgan oldu. Oysa yılbaşı gecesinde olaylara karışanlar mülteci bile değildi. Bunlar kendi köklerinden kopmuş, Müslüman bir aile ortamında büyüyen ebeveynlerin ellerini başlarına koyup “Bu nasıl olabilir?” diye sorabileceği türden gençlerdi. Bu skandal oluşturma sürecinde nesnel bir ayrım yapılmadı.

Bunun üzerine siyaset, “Artık yeter, artık her şeyi gözden geçiriyoruz!” gibi bir yaklaşıma geçti. Medya ve kamuoyu da o zaman inanılmaz ölçüde aynı görüşteydi. Yine de o dönem toplumun genel havası henüz değişmemişti. Hâlâ oldukça fazla sivil toplum gönüllüsü vardı ve birçok girişim mültecilere perspektif sunmaya çalışıyordu. Siyaset, özellikle içişleri politikası, bundan hoşlanmadı. Onlar için bu durum rahatsız ediciydi. Burada mültecilerle çalışmalar etrafta yapılanan sivil toplum çok canlı ve kontrolsüzdü.

2015’te Alman toplumundaki bu ruh, sağın baskısına karşı renkli, çeşitli ve dünya ile iç içe bir Almanya vizyonuna sahip olma isteğiydi. Almanya’daki insanlar, komşu ülkelerden farklı oldukları ve yeni bir perspektife sahip oldukları için gururluydu. Artık bu ruh yok. Şimdi asıl ölçüt, sadece kaç kişinin ülkeye alınmadığı ve kaç kişinin sınır dışı edildiği. Seehofer’in ünlü röportajını hatırlarsınız. Kendisinin 69. doğum gününde 69 kişinin sınır dışı edilmesini kutlaması bunun bir örneğidir. Sadece sayılar önemli hâle geldi. Entegrasyon başarıları artık gündeme getirilmiyor. Neler başardığımız, kaç kişinin yerleştirildiği, kaç konut ve iş imkânı sağlandığı konusu tamamen tartışmaların dışın kaldı.

“Radikalleşen İnsanlar, Radikal İslamcı Bir İdeolojinin İçerisinde Büyümüş Değiller”

Solingen’deki sözde “İslamcı saldırıya” geri dönelim. Siz 2000 yılında “Tanrı’nın Adamları, Almanya’daki Türk İslamcılar” adlı bir kitap yayımladınız. Solingen’deki saldırı, “İslamcı” olarak adlandırılan Suriyeli bir mülteci tarafından gerçekleştirildi. Bugün Almanya’da “göç” ile “radikalizm” arasında bir bağlantı olduğu sıkça iddia ediliyor. Bu ikisi arasında gerçekten bir bağ var mı?

Elbette böyle bir bağlantı yok! Almanya’da 1980’li yıllardaki durum, Hilafet Devleti ya da Kaplan Cemaati’nin IGMG’den veya “Millî Görüş”ten ayrılarak bağımsız hâle geldiği dönem tamamen farklıydı. O dönem, İslamcı ve İslami-politik yükseliş yıllarıydı. Bir yanda İran’daki başarılı devrim, diğer yanda Afganistan’daki başarılı direniş vardı. Kâbe basılmıştı. Türkiye’de İslami devrim modelini ithal etmek için kitlesel gösteriler düzenleniyordu. Bu durum Almanya’daki göçmenleri de doğal olarak etkiledi. Ancak başından beri belli bir gerilim de mevcuttu.

Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenleri aslında bu olaylar harekete geçirmedi. Onları harekete geçiren şey, kendi yurtsuzluklarıydı. Almanya’da sıkışıp kalma hissi ve Türkiye’ye karşı duydukları öfke onları harekete geçirdi. Çünkü geri dönmelerini Türkiye’nin engellediğine inanıyorlardı. Çözülemeyen ekonomik durum da bunda rol oynuyordu. Cemalettin Kaplan’a (1926-1995) katılanların bakış açısına göre, Türkiye’deki durum iyileştirilmeliydi ki geri dönebilsinler. O dönem İslamcılık Almanya’yla ilgili değildi; tamamen Türkiye’ye ve bu ilk nesil göçmenlerin geldikleri ülkelere odaklanmıştı.

Şimdi ise tam bir dönüşüm yaşanıyor. Bir yandan dünya siyasi durumu değişti. Diğer yandan burada yerleşik, İslami düşünce doğrultusunda çalışan ve yanıtlar sunan Müslüman cemaatler var. Daha önce ise boşluğa düşmüş göçmenler vardı ve kendi cemaatlerini 70’li yıllarda kurmuşlardı. O dönemde tanınmış çok az ilahiyatçı vardı ve Avrupa’daki Müslümanlar için bir perspektif yoktu. Tüm bunlar son 30 yılda inanılmaz çaba ve emekle inşa edildi. Şu anda Almanya’daki Müslümanlar arasında sergilenebilecek bir İslami kimlik geliştirilmiş durumda. İslami cemaatlerin İrşad birimlerinde, Avrupa’da Müslüman olarak yaşamaya yönelik dinî rehberlikler sağlanıyor. İşte, temel fark biraz da bu.

Diğer yanda ise radikalleşme var. Radikalleşme, kısmen Alman toplumundaki değişmeyen ret ve ırkçılığa bir tepki olarak ortaya çıkıyor. O dönemde IŞİD ve radikal Neo-selefilik için yapılan propaganda, Almanya’da bir Müslüman olarak kabul görmenin zaten imkânsız olduğu argümanıyla desteklenebiliyordu. Bu gruplar, Almanya’daki Müslümanların zor durumunu gerekçe göstererek bir radikalleşme potansiyeli yaratabiliyordu. IŞİD’e katılan radikal kişiler arasında, Almanya’daki İslami cemaatlerden gelenlerin çok küçük bir grup olması tesadüf değildi. Asıl çoğunluğu internette ya da cezaevinde radikalleşen gençler oluşturuyordu. Bunlar sosyal zorluklar yaşayan ve çoğu zaman ebeveynlerinin Müslüman geçmişiyle bağlarını koparmış kişilerdi. Anlam krizi yaşayan bu gençler, yeni ve radikal yanıtlar arıyorlardı. Bu, o dönemdeki Hilafet Devleti oluşumundan çok farklı bir durumdu.

Solingen’deki olayda da görüldüğü gibi, çaresiz, dışlanmış ve umutsuz insanlar çok hızlı bir şekilde radikalleşip internet üzerinden bir bağlantı noktası bulabiliyorlar. Bu insanlar, radikal İslamcı bir ideolojinin içerisinde büyümüş değiller. Tam tersine aşırı bir baskı altında olup kaynak arayışına giriyorlar. Solingen saldırısından sonra da polisin açıklamaları, bu saldırganın daha önce radikal çevrelerde yer almadığını ve geleceğe dair perspektifini kaybetmiş bir duruma itilmemiş olsaydı böyle bir kanlı eyleme kalkışmayacağını ortaya koyuyor. Böyle bir kişinin anlam arayışına girmesi ve radikalizme bir gerekçe bulması aslında oldukça açık bir durum. Ancak bu bakış açısına şu an Almanya’daki tartışmalarda hiçbir şekilde yer verilmiyor.

“Dindar İnsanlar da Toplumsal Meselelere Dahil Olmak İsterler”

Siz “İslamcı” veya “siyasal İslam” terimlerini kullanmıyorsunuz. Bu terimleri Solingen ya da benzer bağlamlarda uygun bulmadığınızdan mı kaynaklanıyor?

Bu tanımlamalara bağlı. Eğer Anayasayı Koruma Dairesinin (Verfassungsschutz) yaptığı gibi İslamcılığı “siyasal İslam” olarak tanımlarsak, bu tanımlamaya katılmıyorum.

Her dinin, dünyadan uzak, mistik bir içe kapanışı savunan bir mahallesi olduğu gibi; dinî öğretileri sadece mistik bir muhasebe olarak görmeyen, bunları toplum için adalet ve dayanışma gibi konularda aktive eden mahalleleri de var. Dindar insanlar da toplumsal meselelere müdahil olmak isterler. Bu Hristiyanlardaki kurtuluş teolojisinin temeliydi. Aynı zamanda sosyal hareketlerin veya Hristiyan kiliselerinde mülteciler için yapılan çalışmaların da özü budur. Ve bu durum politiktir. İslami cemaatlerde de toplumsal sorumluluğu kabul eden ve bu nedenle “siyasi” olmak zorunda kalan bir çekirdek mevcuttur. İslamcılık kavramının sorunu, bu tür cemaatleri de kolayca hedef almasıdır.

Bu politik perspektifi taşıyan Müslümanlar, İslam ile Batı’nın uzlaşmazlığından veya katı bir programdan bahsetmiyorlar. Bunun yerine, İslam’ın topluma katkıda bulunabileceği ve bu katkının Batı toplumunun kazanımlarıyla uyumlu olabileceği noktalar arıyorlar. Örneğin, IGMG’den gelen önemli sesler, Anayasa’daki din özgürlüğü fikrini ya da güçlü bir sosyal devlet fikrini İslami açıdan oldukça ilerici buldular. Bu fikirler, Batı’dan gelen her şeyin Hristiyanlıkla ilişkilendirilip problemli görülmesi gereken noktalar olmadığına inanıyorlar. Önemli olan, farklı geleneklerden ve kökenlerden gelen faydalı unsurları bir araya getirerek daha iyi bir toplum inşa etme arayışıdır. Bu bakış siyasidir, ama “İslamcı” değildir.

İslamcı söylemler, “Cevap İslam’dır” gibi sloganlarla veya İslam’ı tüm Batılı etkilerden arındırma talepleriyle ilgilidir. Bu hareketler, İslam’ın öz mesajını bozduğunu düşündükleri Batılı etkilerden arınmayı ve köklere geri dönmeyi, devrim niteliğinde bir dönüşüm olarak talep ederler. Bu süreçte, bu harekete katılmayanlar “sapkın” ilan edilir. Radikal İslamcılığın özü budur. Ben açıkçası İslamcılık terimini bu gruplar için kullanmayı tercih ederim ve bu tür gruplar mevcut. IŞİD buna dâhil, Kaplan’ın öncülüğündeki Hilafet Devleti buna dâhil. Bu gruplar gerçekten birer arınma hareketi.

İslamcılıkla haksız yere suçlanan İslami cemaatler ise kökenlere değil, uyumluluğa bakarak iyi gelenekleri bir araya getiren bir modeli takip ediyorlar. İslam, sosyal adalet, gelir dağılımı adaleti ve birey ile toplum arasındaki denge gibi konularda muazzam fikirler sunar. Bu fikirleri topluma katkı sağlayacak şekilde ortaya koymak ve uygulamak gerekir. Bu elbette siyasidir, ancak benim görüşüme göre İslamcılıktan çok uzaktır.

“Muhafazakâr İslam, Kimliği Korurken Toplumsal Katılım Sağlama Peşindedir”

Almanya’daki İslami cemaatler “İslamcı aşırıcılıkla” mücadelede aktif rol almadıkları nedeniyle eleştiriliyor. Az önce Solingen’deki “perspektifsizliğinden” bahsettiniz. İslami cemaatler bu perspektif eksikliğine karşı ne gibi bir rol üstlenebilirdi?

Almanya’da siyasetin İslami cemaatlerden beklentileri oldukça çelişkili. Bu konuda aktif olan Müslüman cemaatlere, “radikalleşme potansiyeli olan” kişilerin onların camilerinde bulunduğu suçlaması yöneltiliyor. Anayasayı Koruma Dairesi Müslümanlara karşı genellikle “temas suçu” üzerinden hareket ediyor. Bu mantığa göre, farklı kişilerin gidebildiği bir cami bir anda şüpheli hâle geliyor. Ancak radikal olarak isimlendirilen kişilerin Almanya’da herhangi bir camiye gidebilmesi, onların bu camide propaganda yapabilecekleri anlamına gelmiyor. Camiler bu konuda çok dikkatli davranıyor. Fakat bu kişilerin varlığı, camileri şüpheli durumuna düşürüyor.

Diğer yandan, cemaatler radikalleşme karşıtı politikalar konusunda büyük katkılar sağladı. IGMG’nin gençlik çalışmalarını yakından inceledim. Örneğin, gençlere, İslami ruhla nasıl toplumsal eleştirilerde bulunabilecekleri ve şiddete başvurmadan nasıl topluma katılabilecekleri konusunda perspektifler sunuyorlar. Bu tür gençlik çalışmaları aynı zamanda sosyal entegrasyonu içeriyor. Sosyal entegrasyonun, genellikle radikalleşmeden kaçınmanın yollarından biri olduğunu biliyoruz. Yani bu doğrultuda çalışan cemaatler, entegrasyon çalışmalarına katkıda bulunuyorlar. Radikalleşme ise genellikle toplumdan izole olmuş küçük gruplar içinde, örneğin internette gerçekleşiyor. Bu nedenle, İslami cemaatlerin Almanya’daki Müslümanların radikalleşmeden korunması ve entegrasyonu konusunda zaten çok şey başardığını düşünüyorum.

Almanya’da muhafazakâr İslam’ın radikal İslam’a giriş kapısı olduğu yönünde bir düşünce yerleşmiş durumda. Bunun tam tersi olduğunun kabul edilmesi ise kolay değil. Radikalleşme piramidi modeli, en alt seviyede muhafazakârları, yani İslam’ı ciddiye alan dindar Müslümanları koyar. Bu, Müslüman kimliğinin temelini oluşturur. Bir sonraki aşamada bu kimlik, toplumla çelişkiye yol açar ve bu da radikalleşmeye giden bir zemin hazırlar. Bu model yanlıştır ve çürütülmüştür.

Muhafazakâr cemaatlerde bireyler, kimliklerini inşa etmelerine ve toplumun çoğunluğuyla yaşanan gerilimleri, örneğin toplumsal cinsiyet rolleri konusunda, yönetmelerine olanak sağlayan alanlar bulurlar. Buradaki amaç, toplum içindeki farklılıkları nasıl yaşayabileceklerine dair yollar aramaktır. Tanıdığım muhafazakâr İslami cemaatlerin programı budur. Alman İslam Konferansı (DIK), İslam Konseyi (Islamrat) veya Müslümanlar Merkez Konseyi (ZMD) gibi kuruluşlarda olan cemiyetler, İslami kimliği korurken toplumsal katılım sağlama çabası içindedirler. Bu çabaları, radikalleşmeye karşıdır ve toplumun reddiyle ilgili tek taraflı bir programın karşıtı konumundadır. Bu yaklaşım, topluma açılmaya olanak tanır. Bu tür yaklaşımları benimseyen gruplar, özellikle kiliseler, ortak çıkarlar etrafında birleşirler. Seküler bir toplumda, dindar Hristiyan ve dindar Müslüman olarak ortak çıkarlar yakalarlar. Bu şekilde çok yönlü bir durum ortaya çıkar. Muhafazakâr İslam, büyük ölçüde tam da bu modeli benimser.

Bahsettiğiniz bu bakış açısının Almanya’daki kamuoyunda pek de yankı bulmadığı açık…

Evet. Ancak buna rağmen Müslümanlar kendi güçlü yönlerini ortaya koymalılar. Bazen Müslüman topluluklarda, anlayabildiğim ama sağlıklı bulmadığım bir refleks görüyorum: “Alman toplumu bize izin vermiyor!” gibi bir refleks bu. Evet, ayrımcılık ve ırkçılık her yerde mevcut, bu doğru. Ama buna rağmen, Müslüman cemaatlerin başarılarını daha fazla ön plana çıkarmaları ve daha özgüvenli bir şekilde kendilerini savunmaları yine de mümkün.

Elif Zehra Kandemir

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ırkçılık araştırmaları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler