Jelle Klaas: “İfade Özgürlüğü ve Protesto Hakkını Korumak Zorundayız”
Hukuk sadece mahkeme salonlarında mı kazanılır? Hollanda'da insan hakları avukatı olarak faaliyet gösteren Jelle Klaas ile ifade özgürlüğü, protesto hakkı, marjinalleşmiş toplulukların mücadelesi ve "harekat avukatlığı" misyonunu konuştuk.
Batı Avrupa’da ifade özgürlüğü ve protesto hakkı, son dönemde sık sık gündeme geliyor. Siz, toplumsal adalet için yürütülen farklı hukuk mücadelelerine her gün tanıklık ediyorsunuz. Kurucularından olduğunuz hukuk bürosu PILP’i ise diğer hukuk bürolarından farklı bir konumda tanımlıyorsunuz. Harekat avukatlığı (movement lawyering) tam olarak ne anlama geliyor ve hangi alanları kapsıyor? Kendinizi ve misyonunuzu nasıl tanımlarsınız?
PILP, hem bir hukuk firması hem de bir vakıf olarak faaliyet gösteriyor. 10 yıl önce, stratejik öneme sahip davaların gücünü keşfederek yolumuza çıktık. Hukukun stratejik kullanımı, farklı toplulukları, STK’ları ve aktivistleri desteklemek amacıyla hukukun ve dava süreçlerinin bilinçli bir şekilde kullanılması anlamına gelir. Genel anlamıyla hukukun ve dava açmanın, olumlu bir değişim yaratmanın ya da daha iyi bir dünya kurmanın tek yolu olmadığına inanıyoruz. Aksine, yargıya gitme ve dava açma, stratejik olarak kullanılabilecek araçlardır. Amacımız, değişim için mücadele eden topluluklara -örneğin, suya erişimleri engellenen ailelerin bulunduğu topluluklara- hukuki destek sunmaktır.
Sivil haklar hareketleri, bazen lobi faaliyetlerinde bulunmayı, protesto yapmayı ya da medyayı kullanmayı tercih edebilirler. Eğer dava açmaya karar verirlerse ise biz devreye gireriz ve biz de hukuk alanındaki müttefikleri olarak, hareketlere hedeflerini ve stratejilerini gözden geçirmelerinde yardımcı oluruz. Şöyle sorular sorarız: Ne başarmak istiyorsunuz? Nasıl kazanmak istiyorsunuz? Hukuk, bu hedeflere ulaşmak için nasıl faydalı bir araç olabilir? Biz, davalara en ilginç hukuki kararı yaratma amacıyla yaklaşmayız. Bunun yerine, müvekkillerimiz ve temsil ettikleri hareketler için en faydalı ve etkili olanı önceliklendiririz. Örneğin, eğer bir dava hareketin amacına hizmet etmiyor ya da kampanyalarına zarar veriyorsa, dava açmayı önermeyiz. Öte yandan, davalar bazen önemli avantajlar sağlayabilir; karşı tarafı yanıt vermeye zorlamak, değerli bilgileri ortaya çıkarmak ya da bir amaç için medyanın ilgisini çekmek gibi. İnsan hakları avukatları olarak, yaptığımız her şeyde insan hakları ilkelerini ön planda tutarız. Harekat avukatlığına yaklaşımımızda, müvekkillerimizin bakış açılarını önceliklendiririz. Onların hedefleri, yaptığımız her şeyin başlangıç noktasıdır ve bu hedefleri etkili hukuki stratejilere dönüştürmek için çalışırız.
“Bazen Dava Açmak, Sosyal Hak Kampanyalarına Zarar Verebiliyor”
Şimdiye kadar işinizde karşılaştığınız zorluklar nelerdir? Ayrıca bazı önemli başarılarınızı paylaşabilir misiniz?
Bu konuda söyleyebileceğimiz çok şey var. Olumlu olan tarafta, ilham verici birçok hareket ve toplulukla çalışma fırsatını yakalamış olmamız var, örneğin gezgin Roman toplulukları, Hollanda’daki bazı Müslüman topluluklar, iklim değişikliği aktivistleri, ırkçılıkla mücadele eden savunucular, Filistin için hak grupları ve sendikalar gibi. Bu kadar farklı gruplarla çalışmak son derece tatmin edici ve enerji verici. Ancak karşılaştığımız en büyük zorluklardan biri, siyasi adaletsizlik ile hukuki adaletsizlik arasındaki farkla alakalı. Bir şey siyasi ya da ahlaki yönden açıkça yanlış olabilir, ancak her zaman yasa dışı olmayabilir. Bunu müvekkillerimize anlatmak bazen zor olabiliyor. Genellikle, sistemik ırkçılık gibi belirgin bir adaletsizliği gördüklerinde, bunu mahkemeye taşımayı adaletin sağlanması olarak düşünebiliyorlar. Ancak bazen, hukuk sisteminin taleplerini tanımadığını ve dava açmanın kampanyalarına zarar verebileceğini açıklamamız gerekiyor.
Müvekkillerimize hakları için mücadele etmeyi bırakmalarını söylemiyoruz. Bunun yerine, dava açmak dışında medya kampanyaları yürütmek, lobi faaliyetlerinde bulunmak veya protestolar düzenlemek gibi alternatif stratejileri değerlendirmelerini tavsiye ediyoruz. Ancak, dava açmak bazen benzersiz avantajlar sağlayabilir. Örneğin, bir dava karşı tarafı yanıt vermeye zorlayabilir, çoğu zaman kritik bilgiler gün yüzüne çıkabilir. Ayrıca, Hollanda ve bazı Avrupa ülkelerinde, yargı kararları anlamlı etkiler yaratma potansiyeline sahiptir. Davalar, medyanın ilgisini çekerek hareketlerin bu ilgiyi kampanyalarını güçlendirmek için kullanmalarına da olanak tanır. Müvekkillerimizin mücadelelerine katkıda bulunmamızı sağlayan bazı davaları kazanmamız ise yaptığımız işin önemini bir kez daha gözler önüne serdi.
“Protesto Hakkı Konusunda Pek Çok Kısıtlamayla Karşılaşıyoruz”
Avrupa’nın en temel değerleri arasında olarak görülen toplanma özgürlüğü ve fikir özgürlüğü, sallantıda gibi duruyor. Sizin kurumunuz açısından da kısmen baskıcı bir ortam söz konusu. Avrupa’daki ifade ve protesto özgürlüğü krizi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu krizi nasıl aşabiliriz sizce?
Genel bir perspektiften baktığımızda, Avrupa’nın hukuki sistemi aracılığıyla sosyal ve ekonomik insan hakları için mücadele etme fırsatları sunduğunu söyleyebiliriz. Ancak, mülteciler ve göçmenler açısından durum, Avrupa’daki aşırı sağcı ve ırkçı politikaların etkisiyle çok daha zorlu bir hale geliyor. Hukuki olanaklar genellikle siyasi iklime bağlı olarak şekilleniyor ve bu da ciddi engeller yaratabiliyor.
İfade özgürlüğü ve protesto hakkına gelince, bu haklar Batı Avrupa’da, özellikle Hollanda ve Almanya gibi ülkelerde, nispeten iyi korunuyor. Örneğin, bir parkta ağaç kesimine karşı protesto düzenlemek istediğinizde, genellikle büyük bir engelle karşılaşmadan bunu gerçekleştirebilirsiniz. Ancak, ırkçılık karşıtı mücadele, iklim aktivizmi ya da Filistinlilerin hakları gibi oldukça politize olmuş konularda durum çok farklı bir hal alıyor.
Siyasi statükoyu sorgulayan gruplara yönelik protestolarda ve ifade özgürlüğünde artan kısıtlamalar ve karşıtlıklar gözlemliyoruz. Örneğin, İsrail’i eleştiren ya da Filistin haklarını savunan görüşler, bilimsel temellere dayansa bile sıklıkla sert tepkilerle karşılaşıyor. Bu ikiyüzlülük, ifade özgürlüğünü zedeliyor, çünkü Müslümanlar, mülteciler, ırkçılıkla mücadele eden savunucular ve iklim aktivistleri gibi gruplar orantısız bir şekilde hedef alınıyor ve susturuluyor.
Protesto hakkı, toplumsal kutuplaşmalar arasında en hassas haklardan biri ve bu konuda çok sayıda kısıtlamayla karşılaşıyoruz. Fransa, Almanya ve kısmen Hollanda gibi ülkelerde protestolara yönelik baskılar oldukça endişe verici bir seviyede. Bu krizle yüzleşirken, ifade özgürlüğü ve protesto hakkını özellikle en politize olmuş ve tartışmalı alanlarda dikkatle korumak ve savunmak zorundayız.
Unutmamalıyız ki, ifade özgürlüğü ve protesto hakkı demokrasinin temel taşlarıdır. Bu hakların, karşıt siyasi görüşlere ve eylemlere rağmen korunmasını sağlamak, demokratik değerlerin devamlılığı için hayati bir öneme sahiptir.
“Hollanda’da Sistemik Adaletsizliğe Karşı İlerleme Ortak Ses Çıkarmayla Mümkün Oldu”
Dünyanın dört bir yanında, Hollanda da da dahil olmak üzere, öğrenciler üniversitelerinden İsrail ile bağlarını kesmelerini ve bu ülkeylee iş birliği yapmamalarını talep ediyor. Hollanda’daki öğrenciler, bu durumun kendilerini nasıl etkileyebileceği konusunda endişe ediyorlar mı? Protestolara katılan öğrencilerden onların bu olayların geleceklerine nasıl etki edeceğine dair sorular alıyor musunuz?
Evet, birçok öğrenciden bu konuda soru alıyoruz; bunların çoğu Filistin’e, ırkçılığa karşı veya iklim adaleti için dayanışma hareketlerinde aktif. Oturum izni olan öğrencilerden, karşılaştıkları problemlerin oluşturabileceği risklerle ilgili endişeleri olanlar sıklıkla bize yazıyor. Ayrıca bu konuyu ele aldığımız bir rapor hazırladık, raporumuza internet sitemizden ulaşmak mümkün. Raporda, akademik personel üzerindeki potansiyel etkileri de ele aldık ve neler olabileceğini açıkladık. Genel olarak, Hollanda’da barışçıl protestoların korunması gerektiğini vurgulamayı önemli buluyoruz. Protestolara katılanlar, olumsuz sonuçlarla karşılaşmamalıdır. Yine de artan bir baskı görüyoruz. Örneğin, bazı öğrenciler üniversite binalarını işgal ederek sivil itaatsizlik yapıyorlar. Bu tür protestolar anayasal, sivil hakları ve insan hakları korumaları altında yer alıyor; protesto etme ve ifade özgürlüğü de dahil. Ancak, sivil itaatsizlik yasaları çiğnemeyi içerdiği için, örneğin izinsiz giriş gibi, bazı sonuçları olabilir. Bu eylemler üniversitelerin İsrail ile bağlarını kesmeleri gibi acil siyasi kaygılardan hareketle ortaya çıkabiliyor, tıpkı Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının ardından hızla bağların kesilmesi gibi. Sivil itaatsizlik karmaşık bir konudur. Öfke veya suçlu bir niyetle yasaların çiğnenmesi ile değişim yaratmak amacıyla siyasi nedenlerle yasaların çiğnenmesi arasında bir ayrım vardır. Her ne kadar motivasyon farklı olsa da, yasaların çiğnenmesi bazen sonuçlar doğurabilir. Bu konuyu internet sitemizde kapsamlı bir şekilde ele aldık ve öğrenciler için verdiğimiz tavsiyelerin çoğu da bu konularla ilgilidir.
Sizce, marjinalleşmiş gruplar veya topluluklar, kısıtlayıcı yasalar karşısında haklarını nasıl savunabilirler? Protestoların yasaklanması, genellikle bazı toplulukları orantısız şekilde etkiler. Bu gruplar ne yapabilir?
Bu oldukça geniş bir soru, çünkü cevap, hangi topluluğa bağlı olduğuna göre değişir. Örneğin, oturum hakkı veren bir statüye sahip değilseniz (belgesizseniz) sivil haklarınızı savunmak çok daha zor olur çünkü teknik olarak bu haklara sahip değilsiniz. Olumsuz bir örnek olarak, Amsterdam’da Ajax ile Maccabi Tel Aviv arasındaki futbol maçı sırasında yaşanan olayların ardından altı gün süren bir protesto yasağına tanık olduk. O gece tam olarak ne olduğuna dair hâlâ tartışmalar olsa da olaylarda hem Maccabi taraftarlarından gelen ırkçılık hem de onlara karşı şiddet vardı. Amsterdam Belediye Başkanı’nın verdiği cevap, protestoları altı gün boyunca yasaklamak oldu ve bu büyük bir tartışma başlattı. Takip eden siyasi söylemde, Lahey’deki aşırı sağcı politikacılar, şiddeti “entegrasyon eksikliği”ne bağlayarak Türk ve Fas kökenli insanları suçladılar. Bu, Hollanda siyasetinde on yıllardır süregelen bir tema, özellikle 11 Eylül 2001 sonrasında bu gruplar çoğu zaman duruma bakılmaksızın suçlu ilan edildiler. Ancak, bu toplulukların yanıtlarında umut buluyorum.
20 yıl önce, Fas ve Türkiye kökenli Hollanda vatandaşları, yaygın bir şekilde gayri insanileştirilmeleri nedeniyle haklarını savunmakta büyük zorluklar yaşıyorlardı. Beyaz bireyler, George W. Bush dönemindeki Irak Savaşı gibi olaylar nedeniyle kolektif bir sorumlulukla karşı karşıya kalmazken, bu topluluklar hiçbir bağlantıları olmayan eylemler için suçsuz olduklarını kanıtlamak zorunda bırakılıyordu. Bugün ise durum farklı. Bu topluluklar daha organize olmuş ve daha sesli, ırkçı anlatılara karşı duruyorlar. Örneğin, Türk, Faslı ve beyaz olmayan Hollanda vatandaşlarının “entegrasyonu”nu araştırmayı öneren son bir teklif, büyük bir tepkiyle karşılaştı. Büyük bir dilekçe ve kamuoyunun tepkisi, bu öneriyi sunan politikacıya siyasi sonuçlar doğurdu. Başlangıçta bu öneriyi destekleyen birkaç siyasi parti de desteklerini geri çekti, bu önemli bir zaferdir. Bu ilerleme, kısmen Faslı, Türk, Müslüman ve beyaz ittifakları da içeren Hollanda’daki genç nesillerin, sistemik adaletsizliklere karşı daha güçlü bir şekilde seslerini duyurmasıyla mümkün oldu. Filistinlilerin dehumanize edilmesi ile Avrupa’daki beyaz olmayan insanlar arasında karşılaştıkları ırkçılık arasında paralellikler görüyorlar. Sokağa çıkarak ve platformlarını etkili bir şekilde kullanarak anlatıyı değiştirebildiler.
“İkiyüzlülüğü Ortaya Çıkarmalı, Sivil Haklar İçin Mücadele Etmeli ve Kolektif Olarak Örgütlenmeli”
Bunu duymak gerçekten cesaret verici. Hollanda’da yaşamayan biri olarak, bu toplulukların böyle anlatılara karşı oldukça başarılı bir şekilde karşı odurduklarını fark etmemiştim. Çabalarının sonuç verdiğini duymak bile güzel.
Evet, ancak henüz orada değiliz. Müslüman karşıtı Özgürlük Partisi (PVV) hâlâ anketlerde en büyük parti konumunda, bu yüzden daha gidilecek uzun bir yol var. Yine de ilerleme görülüyor. Maccabi maçındaki şiddet sonrasında ortaya konan ilk anlatı, Arapların karşılaştığı ırkçılığı susturdu. Ancak, sonraki iki hafta içinde topluluklar bu konuyu vurgulamak için çalıştı ve söylem değişti. Genç nesiller bu dönüşümde kritik bir rol oynuyor. Seslerini ve platformlarını, ikiyüzlülükleri ifşa etmek ve tam vatandaş olarak eşit muamele talep etmek için kullanıyorlar. Ayrımcı entegrasyon teklifinin geri çekilmesi, örgütlenmenin ve kamu baskısının somut zaferler elde edebileceğini gösteren bir örnektir. Yani, yapılacak çok şey olsa da, bu toplulukların direncine ve kararlılığına dair umutluyum. Tavsiyem, ikiyüzlülükleri ortaya çıkarmaya, sivil haklar için mücadele etmeye ve kolektif olarak örgütlenmeye devam etmeleridir.
Protesto hakkıyla ilgili davalarda elde ettiğiniz başarıları göz önünde bulundurursak, bu davaların hukuk sistemine ve toplum üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Özellikle, protestoların yasaklanması ve buna karşı yürütülen hukuki mücadeleler hakkında nasıl bir perspektife sahipsiniz?
Protesto hakkıyla ilgili davaların neredeyse tamamını kazanıyoruz. Bu kapsamda onlarca dava dosyamız var. Bu durum bir yandan harika, diğer yandan ise hukuki mücadelelerin genellikle protestolar zaten yasaklandığında başladığını unutmamak gerek. Yani, protestolar önceden yasaklanmış oluyor ve biz, bazen yıllar sonra hükûmetin bu yasağı koymada hatalı davrandığını savunarak davayı kazanıyoruz.
Hollanda’da üstlendiğimiz davaların büyük çoğunluğu, protesto hakkına getirilen kısıtlamalarla ilgili. Örneğin, insanlar belirli siyasi görüşlerini ifade etmekten alıkonulabilir, belirli yerlerde protesto yapmaya zorlanabilir ya da şarkı söylemek veya şiir okumak gibi eylemler yasaklanabilir. Protesto hakkıyla ilgili birçok davayı web sitemiz üzerinden inceleyebilirsiniz.
Saint Martin’deki dava ise oldukça özeldi, çünkü bu dava bir protestonun tamamen yasaklanmasıyla ilgiliydi. Hollanda’da böylesi bir durumla neredeyse hiç karşılaşmıyoruz. Yetkililer, barışçıl bir protestoyu tamamen yasakladılar ve bu durum, alınan önlemin ciddiyeti nedeniyle ayrı bir anlam taşıyordu. Ayrıca, bu dava Hollanda Karayipleri’nde protesto hakkına ilişkin ilk dava olma özelliğini taşıyordu. Bölgedeki cesur müvekkillerimiz, adadaki Müslüman topluluğu ve mükemmel bir yerel avukatla birlikte bu davayı Karayipler’deki mahkemede savunduk ve kazandık.
Mahkeme kararı çok netti: Yetkililerin, özellikle de Adalet Bakanı’nın, yanlış davrandığı ve böyle bir yasaklama kararı almamaları gerektiği açıkça ifade edildi. Bu, topluluk için harika bir sonuçtu ve bu süreçte yardımcı olabildiğimiz için büyük bir gurur duyuyorum.
“Protesto Hakkı, Oy Kullanma Hakkıyla Aynı Öneme Sahiptir”
Sizce, hangi durumlarda bir protestoyu sınırlamanın veya yasaklamanın hukuken haklı olabileceğini düşünüyorsunuz? Hangi durumlar kabul edilebilir?
Genel olarak protesto hakkı ve bu hakka getirilen kısıtlamalar üzerine konuşurken dikkate alınması gereken birkaç önemli nokta var. İlk olarak, protesto hakkı temel bir haktır; bu, bir ayrıcalık ya da lütuf değildir. Demokrasinin ve hukukun temel taşlarından biridir. Vatandaşların -dört yılda bir sandık başına gidip oy kullanmanın ötesinde- endişelerini, kaygılarını ve duygularını ifade edebileceği en önemli yollardan biridir. Bu hak, yalnızca Gazze’deki soykırım, ırkçılık ya da çevresel tahribat gibi konulara duyarlı olanlar için değil, tüm toplum için hayati bir öneme sahiptir. Çünkü protestolar sadece protestocular için değil, toplumun bütünü için bir farkındalık yaratır; toplumun neler olduğunu görmesini sağlar.
Aslında, insan hakları anlaşmaları yetkililerin protesto hakkını kolaylaştırması gerektiğini açıkça belirtir. Bu, yalnızca protestolara izin vermekle sınırlı değildir; yetkililerin, protestoların sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesini sağlama ve protestocuların mesajlarını tam anlamıyla ifade edebilmesi için gerekli koşulları oluşturma yükümlülüğü de vardır. Bu bağlamda, hükûmetin protestonun içeriğine müdahale etmesi kesinlikle yasaktır. Yetkililer, bir protestonun mesajını beğenmedikleri için asla o protestoyu yasaklayamaz.
Örneğin, Almanya’da Filistin ile ilgili protestoların yasaklanması, açık bir insan hakları ihlalidir. Bir hükûmet, yalnızca mesajıyla aynı fikirde olmadığı için bir protestoyu yasaklayamaz. Hatta daha uç bir örnekle açıklayalım: Eğer bir grup Neonazi, Adolf Hitler’in doğumunu kutlamak için bir yürüyüş düzenlemek istese, hükûmet bu yürüyüşü sırf içeriği nedeniyle yasaklayamaz. Protesto başladıktan sonra, yasa dışı faaliyetler gerçekleşirse polis müdahale edebilir, ancak bir protestonun mesajına dayanarak yasaklanması sansür anlamına gelir.
Yetkililer bir protestoyu kısıtlamak istiyorsa bunu yapabilecekleri çok sınırlı gerekçeler vardır. Bunlar, başkalarının haklarını korumak, kamu sağlığını gözetmek veya benzeri birkaç durumla sınırlıdır. Ancak bu gerekçelere dayanarak bile kısıtlamalar, demokratik bir toplum için gerekli ve orantılı olmalıdır. Ayrıca, yetkililer bu kısıtlamaların başka bir alternatifinin olmadığını kanıtlamak zorundadır. Eğer bunu gösteremezlerse, yapılan kısıtlama hukuka aykırı olur.
Protesto hakkı, oy kullanma hakkı kadar önemlidir. Bir hükûmetin, “Oy kullanamazsınız.”, “Bu partiye oy veremezsiniz.” ya da “Bazı insanlar oy kullanamaz.” dediğini düşünün; bu durumun demokrasiyi ne kadar ciddi şekilde zedelediği hemen fark edilir. Aynı durum protesto hakkı için de geçerlidir. Protesto hakkının kısıtlanması da en az oy kullanma hakkının kısıtlanması kadar zararlıdır.
Örneğin, bir mahalledeki ağaç kesimine karşı yapılan bir protesto düşünelim. Eğer bu protestonun trafiğin yoğun olduğu bir otoyolda yapılması planlanıyorsa, hükûmet bu durumu kısıtlayabilir ve “Protesto hakkınız var, ancak bunu mahalle meydanında yapmanız daha güvenli olur.” diyebilir. Bu, meşru bir kısıtlama sayılır. Ancak genel bir kural olarak, protestoların organizatörleri, protestolarını nerede ve nasıl gerçekleştireceklerine dair karar verme hakkına sahip olmalıdır.
Genel olarak, eğer protesto yasakları bu şekilde devam ederse, demokratik toplumlar için uzun vadeli etkilerinin ne olacağını düşünüyorsunuz? Bir insan hakları avukatı olarak hangi sonuçları öngörüyorsunuz?
Sonuçlar oldukça ciddi olacaktır. Birçok etkisi olabilir, ancak burada iki ya da üç tanesine özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan ilki, “soğuk duş etkisi”dir. Eğer protestolar belirli bir nedenle yasaklanır ya da suç sayılırsa, insanlar protesto etmeyi “uygunsuz” ya da suç teşkil eden bir davranış olarak görmeye başlayabilir ve protestolardan uzak durmayı tercih edebilirler. Protestoların olmadığı bir ortamda ise toplum, bireylerin sahip olduğu duyguları ve endişeleri anlama fırsatını kaybeder.
Bir başka önemli sonuç, insanların güçlü duygular beslediği -öfke, üzüntü ya da hayal kırıklığı gibi- bir konuda protesto etme haklarının engellenmesi durumunda ortaya çıkar. Bu duygular, ifade edilme şansı bulamadan içlerinde birikir. Bu durum, bireylerin hayal kırıklığı yaşamasına ve duygularını daha az etkili ya da daha az barışçıl yollarla dışa vurmalarına yol açabilir. Aynı zamanda, toplumun yaratıcılığına ve siyasi özgürlüğüne de zarar verir. İnsanlar bu süreçte depresyona girebilir ya da toplumsal meselelere karşı ilgisizleşebilir. Bu da ifade özgürlüğünün ve dolayısıyla demokratik özgürlüklerin zedelenmesine neden olur.
Tüm bu etkiler, yalnızca belirli bir konuda protesto edenleri değil, aynı zamanda toplumun tamamını ve ifade özgürlüğünden doğan tüm demokratik hak ve özgürlükleri olumsuz yönde etkiler.