'Aşırı Sağ'

FPÖ-ÖVP Koalisyonu İhtimali: Avusturya’nın Yeni Normali Ne Olacak?

Avusturya'da FPÖ-ÖVP koalisyonu ihtimali ve Aşağı Avusturya Eyaleti Valisi Johanna Mikl-Leitner’in İslam karşıtı söylemleri, toplumun önemli bir kısmını kaygılandırmış durumda. Aşırı sağın yükselişinin ülke siyasetinin alacağı yöne ve toplumsal huzura nasıl etki edeceği soruları, derin tartışmalara yol açıyor.

Avusturya Cumhurbaşkanı van der Bellen ile hükûmet kurma görevini vermek için davet ettiği Herbert Kickl arasındaki görüşme başlamadan önce, 6 Ocak 2025. Fotoğraf: Peter Lechner/HBF.

Avusturya siyasetinde son dönemde yaşanan gelişmeler, ülkenin demokratik geleceği ve toplumsal barışı açısından endişe verici bir tablo ortaya koyuyor. Özellikle son seçimlerin ardından yaşanan koalisyon krizi ve Aşağı Avusturya Eyalet Başkanı Johanna Mikl-Leitner’in (ÖVP) geçtiğimiz günlerde Müslümanlara yönelik skandal açıklamaları, ülkedeki siyasi iklimin ne denli keskin bir dönüşüm geçirdiğini gösteriyor. “Mavi-Siyah Koalisyonun Habercisi” (Vorgeschmack auf Blau-Schwarz) olarak adlandırılan bu atmosfer, aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisinin (FPÖ) iktidara yürümesinin ve merkez sağ Avusturya Halk Partisinin (ÖVP) bu yürüyüşe eşlik etmesinin adeta bir fragmanı niteliğinde. Avusturya, siyaset sahnesinde artık yalnızca iktidar mücadelesi değil, demokratik değerler, insan hakları ve toplumsal barışın korunması gibi hayati meselelerle yüzleşiyor.

Seçim sonuçlarının ardından, Avusturya’nın geleneksel merkez sağ partisi ÖVP, Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) ve liberal NEOS ile koalisyon kurma girişimlerinde bulunmuş, ancak bu görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Koalisyon müzakerelerinin çökmesiyle Başbakan Karl Nehammer, siyasi ve liderlik pozisyonlarından istifa edeceğini açıkladı. Nehammer’in ardından geçici liderliği devralan Christian Stocker, FPÖ ile koalisyon kurma fikrine açık olduklarını belirtti. Böylelikle, FPÖ lideri Herbert Kickl’in başbakan olma ihtimali daha önce görülmemiş bir ihtimal olmaktan çıkarak somut bir senaryo hâline geldi.

Verilen Hükümet Kurma Yetkisi ve FPÖ Lideri Kickl Faktörü

Cumhurbaşkanı Alexander Van der Bellen, anayasal yükümlülük gereği hükûmet kurma yetkisini seçimden birinci çıkan FPÖ lideri Herbert Kickl’e verdi. Ancak bu karar, sadece Avusturya toplumunda değil, uluslararası çevrelerde de büyük yankı uyandırdı. Çünkü Herbert Kickl, sadece aşırı sağcı politikalarıyla değil, aynı zamanda Rusya yanlısı duruşu ve otoriter eğilimleriyle tanınan bir siyasetçi. Göçmen ve Müslüman karşıtı sert politikalarıyla bilinen Kickl, sınır dışı politikalarını sıkılaştırmak ve göçmenlerin haklarını kısıtlamak gibi vaatlerle seçmenlerin desteğini almıştı.

Avusturya siyaseti hakkında daha önce kaleme aldığım yazımda da bahsettiğim üzere, FPÖ’nün iktidara gelmesi, yalnızca göçmenler ve dinî azınlıklar için değil, Avusturya’nın Avrupa Birliği içindeki konumu ve uluslararası itibarı açısından da ciddi riskler barındırıyor. Herbert Kickl’in başbakanlığında kurulacak bir hükûmet, Avrupa Birliği ile ilişkilerde gerginlik yaratabilir ve Avusturya’nın uluslararası sahnedeki güvenilirliğini zedeleyebilir. Aynı zamanda, FPÖ’nün milliyetçi ve popülist söylemleri, Avusturya’da yaşayan farklı etnik ve dinî gruplar arasındaki toplumsal uyumu tehdit ediyor.

Mikl-Leitner’in “İslam’a Karşı Mücadele” Skandalı ve Bunun Topluma Yansıması

Aşağı Avusturya Eyaleti Valisi Johanna Mikl-Leitner’in “İslam’a karşı mücadele” (Kampf gegen den Islam) ifadesi, Avusturya toplumunda derin bir infiale yol açtı. Bu açıklama, sadece bir dil sürçmesi olarak geçiştirilemeyecek kadar ciddi ve sonuçları ağır bir siyasi söylemdi. Mikl-Leitner, gelen yoğun tepkilerin ardından sözlerini “politik İslam” olarak düzelttiğini belirtse de bu geç kalmış açıklama ne kamuoyundaki öfkeyi dindirebildi ne de Müslüman toplumun yaşadığı güvensizliği giderdi.

Avusturya İslam Cemaati (IGGÖ) Başkanı Ümit Vural, bu açıklamayı “tehlikeli bir sınır ihlali” olarak nitelendirerek, söylemin yalnızca siyasi sonuçları olmadığını, aynı zamanda 700 binden fazla Müslümanın güvenliği ve toplumsal huzuru üzerinde doğrudan bir tehdit oluşturduğunu vurguladı. Vural, bu tür ifadelerin aşırı sağcı gruplar tarafından propaganda aracı olarak kullanıldığını ve nefret suçlarının artmasına zemin hazırladığını belirtti. Ayrıca, Mikl-Leitner’in sözlerinin bir hata ya da dil sürçmesi olmadığını, aksine bilinçli bir tercihin ürünü olduğunu ifade ederek şu açıklamada bulundu:

“Bu tür açıklamalar, yalnızca Müslümanları değil, Avusturya toplumunun barış ve huzurunu da tehdit ediyor. Siyasetçilerin sorumluluğu, toplumu bölmek değil; farklılıklar arasında köprü kurmaktır. Müslümanlar, bu ülkenin ayrılmaz bir parçasıdır ve hak ettikleri saygıyı görmek istiyorlar.”

Nitekim, bu tür siyasi söylemler yalnızca Müslümanları değil, diğer dinî ve etnik azınlıkları da hedef hâline getiriyor ve kutuplaşmayı derinleştiriyor. Özellikle aşırı sağcı gruplar, bu tür ifadeleri kendi söylemlerine entegre ederek daha geniş kitlelere ulaşma fırsatı buluyor. Bu durum, yalnızca bireysel bir skandal olarak değil, Avusturya’daki siyasi atmosferin giderek nasıl daha ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir zemine kaydığını gösteren önemli bir örnek olarak değerlendirilmelidir. Siyasi liderlerin kullandıkları dilin, toplumda nasıl yankı bulduğu ve ne gibi sonuçlar doğurduğu konusunda daha fazla sorumluluk taşımaları gerekiyor. Çünkü siyasi arenada yapılan bir açıklama, sokaktaki gündelik hayatı doğrudan etkiliyor; nefret suçlarını artırıyor ve toplumun belirli kesimlerini hedef hâline getiriyor.

Toplumsal Barış ve Demokratik Değerlerin Tehdit Altında Olması

Avusturya şu anda, yalnızca siyasi bir krizle değil, aynı zamanda toplumsal bir kırılma noktasıyla karşı karşıya. Mikl-Leitner’in açıklamaları ve aşırı sağcı söylemlerin giderek daha fazla siyasi meşruiyet kazanması, toplumda ciddi bir güven ve huzur krizine yol açıyor. Özellikle Müslüman toplumu, günlük hayatlarında artan bir baskı ve ayrımcılıkla yüzleşiyor. Eğitim, sağlık ve istihdam gibi hayati alanlarda Müslümanların dışlanması, Avusturya’da zaten hassas olan toplumsal barışı daha da zayıflatıyor.

Aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisinin (FPÖ) politik ajandasında göçmen karşıtlığı ve İslamofobi önemli bir yer tutuyor. FPÖ’nün ÖVP ile olası bir koalisyon hükûmeti kurması, bu politikaların daha da kurumsallaşması anlamına gelebilir. Bu senaryo, Müslümanların ve diğer azınlık gruplarının daha fazla baskı ve ayrımcılıkla karşılaşması riskini doğuruyor. Özellikle Herbert Kickl’in liderliğinde, FPÖ’nün göçmen politikalarının sertleşmesi ve İslam’ın kamusal alanda daha fazla hedef hâline getirilmesi muhtemel görünüyor.

Bununla birlikte, Mikl-Leitner’in açıklamalarının sadece Müslüman toplumla sınırlı sonuçları yok. Bu tür ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı dil, Avusturya toplumunun genelinde bir güvensizlik ve huzursuzluk iklimi yaratıyor. Farklı dinî ve etnik gruplar arasında artan önyargı ve güvensizlik, toplumun bir arada yaşama iradesini zayıflatıyor. Avusturya’nın geleceği, yalnızca hükümet politikalarına değil, aynı zamanda sivil toplumun, dinî cemaatlerin ve bireylerin dayanışma içinde hareket etmelerine de bağlıdır. Çünkü nefret söylemi ve ötekileştirici dil karşısında sessizlik, bu politikaların daha fazla kök salmasına yol açar.

Perspektif’le Avrupa gündemini günlük takip etmek ister misiniz? Perspektif bültenine kaydolun, Avrupa'daki gelişmeler e-posta kutunuza gelsin.

 

Büşra Öztürk

Londra Üniversitesi Hukuk bölümünden mezun olan Büşra Öztürk, Viyana Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde lisans ve yüksek lisansını tamamladı. İkinci yüksek lisansını aynı üniversitede İletişim alanında tamamlayan Öztürk, Birleşmiş Milletler Viyana Merkezi Orta Doğu Masası’nda ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda araştırmacı olarak çalıştı.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler