Neokolonyal Tehlike: Almanya’nın Kalkınma Politikasında Çıkar Odaklı Yaklaşım
Kalkınma politikaları giderek daha fazla ulusal çıkarlar ve güvenlik stratejilerinin aracı hâline geliyor. Peki bu değişim, küresel dayanışmayı ve insan haklarını nasıl etkiliyor? Kalkınmanın geleceğinde hangi yol daha adil ve sürdürülebilir?

Son aylarda, kalkınma politikasının ulusal rekabet gücü ve hammadde güvenliğini sağlamaya yönelik bir araç olarak tanımlandığı görüşler giderek artıyor. Yardımın “kârlı” olması gerektiği, dış ticaretin ve güvenliğin merkezde yer alması gerektiği ifade ediliyor. Ancak kamu fonları esas olarak Alman şirketlerinin temel faaliyetlerini desteklemeye yönelirse ve jeopolitika gündemi belirlerse, bu durum yoksullukla mücadele ve insan hakları aleyhine neokolonyal (yeni sömürgeci) kalıplara dönüş tehlikesi taşır.
Washington, kalkınma ajansı USAID’in bağımsızlığını elinden alırken; Tokyo, harcamalarını sanayi ve güvenlik politikası çerçevesine oturtuyor. Brüksel ise, “Global Gateway” (Tr. “Küresel Geçit”) ile nüfuz alanları için mücadele ediyor. Bu gelişmelerin ışığında Berlin’de de çıkar odaklı, daha katı bir kalkınma anlayışı yönünde talepler artıyor. Nitekim Nisan 2024’te Maliye Bakanı Christian Lindner (FDP), kalkınma yardımlarının “eleştirel bir envantere” tabi tutulacağını duyurmuş ve yardımların “Alman devlet çıkarlarıyla ilişkilendirilmesi gerektiğini” açıklamıştı.
2025 seçim kampanyasında ise Başbakan Friedrich Merz daha da ileri giderek, ödemelerin yalnızca geri çevrilen sığınmacıları kabul eden ülkelere yapılması gerektiğini savundu. CDU/CSU ile SPD arasındaki yeni koalisyon anlaşması da bu yaklaşımı benimsiyor: Kalkınmanın, dış politika ve güvenlik politikasıyla sıkı biçimde entegre edilmesi ve projelerin “ağırlıklı olarak Almanya ve AB şirketleri tarafından yürütülmesi” hedefleniyor. Kısacası, Alman kalkınma politikasında bir “dönüm noktası” yaşanıyor.
Yoksullukla Mücadele ve İnsan Hakları Geri Plana İtiliyor
Realpolitik olarak sunulan bu yaklaşım, kalkınma iş birliğinin özünü tehdit ediyor: Yoksullukla mücadele ve insan hakları arka plana itiliyor. Yardım fonları esasen Alman şirketlerine “geri dönüş” sağlamak amacıyla kullanılırsa, dayanışma bir tür sübvansiyona dönüşür. Bu tür projeler, yerel değer zincirleri yaratmak yerine bağımlılıklar üretir. İş birliklerini yalnızca göçü engelleme ya da tedarik zincirlerini güvence altına alma üzerinden değerlendirmek ise insan haklarını ve iyi yönetişimi gölgede bırakır. Bu yöntemle kısa vadede istikrar sağlanabilir gibi görünse de, bu istikrar kırılgandır, özellikle otoriter ortaklar bu iş birliklerinden artık fayda sağlayamadıklarını düşünürse.
Oysa başka bir yol da mümkün. Modern kalkınma politikası, aşağıdan yukarıya işler ve ihtiyaçlara uygun şekilde şekillendirilir: Projeler yerel halk, kamu kurumları ve sivil toplumla birlikte planlanır, bütçeler birlikte belirlenir. Bu, gerçek katılım sağlar ve hatalı yatırımları önler. Temel ilkeler; insan hakları, şeffaf kaynak tahsisi, emek ve toprak hakları ile yolsuzluğa karşı sıfır toleranstır. Piyasa odaklı projelere de yer vardır, yeter ki yerel değer yaratımını teşvik etsinler, açık lisansları desteklesinler ve ekolojik sınırları gözeterek yürütülsünler.
Kalkınma ortaklarındaki insanları yalnızca birer pazar ya da risk unsuru olarak değil, eşit paydaşlar olarak gören bir politika, stratejik açıdan da daha akıllıcadır: Böyle bir yaklaşım güvenilir ortaklar yaratır, yeni fikirler doğurur ve demokratik değerlerin inandırıcılığını güçlendirir. Asıl dönüm noktası işte bu olurdu: Salt jeoekonomiden insana yönelen bir anlayışa geçiş ile.