'Dosya: "Tatil ve İzin"'

Beşerî Bir Gurbet Mesaisi Olarak “İzin” ve Armağan Ekonomisi

İzin dönemi, Batı Avrupa’da yaşayan “gurbetçiler” için oldukça önemli bir dönem. Bu dönem Türkiye’ye götürülen hediyeler ise çok farklı anlamlar taşıyor.

Fotoğraf: DiasporaTürk

Göç tarihi açısından “izin” olarak anılan yıllık memleket ziyaretlerinin göçmenler ve aileleri için yıllar boyu önemli bir gündem olduğunu altmışıncı yılını geride bıraktığımız bu uzun serüvenden kişisel anılara, edebiyata ve sinemaya kalanlardan biliyoruz. Emeklilik yıllarında dahi “izin” olarak anılan bu seyahatlerin önemi gurbet ve sıla arasında dokunan duygu coğrafyasında kendine özgü bir anlam kazanarak bugün de sürüyor. Perspektif dergisinde “İzin”, “Karayoluyla İzin”, “Kapıkule” ve “Sıla Yolu” gibi etiketlerle yayımlanan yazılar bu coğrafyanın farklı cüzlerini göç tarihine işlemeye devam ediyor.

İzne Giderken Götürülen Norveç Mandalları

Geniş ailesinde gurbetçi olmayan genç bir araştırmacı olarak Avrupa’nın farklı yerellerinde bulunan derneklerde görüşmelerime başladığımda, anlaşılmasında herhangi bir güçlük olmayacağını düşündüğüm izin meselesi zamanla göçmenlerin göç sürecini nasıl deneyimlediklerini anlamam açısından oldukça önemli konu başlıklarından birine dönüştü benim için.

Bu izlenimlerin en çarpıcılardan birini Norveç’te ziyaret ettiğim bir köy derneğinde tanıştığım ailenin o yaz, kızları için Türkiye’de düzenlenecek düğün hazırlıkları heyecanına ortak olduğumda yaşamıştım. Cafer Ağabeyin kızı bir önceki yaz köyde düzenlenen bir düğünde, aynı köyden İzmir’e göç etmiş ve iki kuşaktır orada yaşayan bir ailenin oğluyla tanışmış ve sosyal medya üzerinden süren iletişimleri bir sonraki yaza ailelerinin mürüvvetlerini görmelerine vesile olmuştu. Genelde alışılmış olanın aksine bu düğünle gurbette doğmuş ikinci kuşak biri Türkiye’den evlendiği eşinin yanına yerleşecekti. Ailesi açısından bu durum emekliliklerinde “İzmir ayaklı” olmalarına vesile olacağı için ayrıca değerliydi.

Cafer Ağabey’in 17 yaşında ve bekar bir işçi olarak geldiği gurbetten bu defa dünür ziyareti için çıktığı “izin” seyahati aynı zamanda 20 yıldır ilk kez memlekette bayrama denk gelmesiyle de ayrı bir anlam taşıyordu. Seyahat öncesi dünür ziyaretleri için yapılan alışveriş hazırlıklarından birine katılmam mümkün oldu. Alışveriş sepetinde beni en çok şaşırtan Norveç mandallarıydı. Türkiye’de bulunmayan, çam sakızı çoban armağanı çeşitli ürünleri anlamak kolaydı. Fakat mandal gibi maddi değeri çok sınırlı ve Türkiye’de de aynı işleve sahip onlarca türü bulunan bir objenin ne gibi bir anlamı olabilirdi? Bu anlamı kasabaya vardığımda anlamıştım. Balkona çamaşır asmak için kullanılan mandallar, hanelerin dışa dönük sergilenebilir nadir eşyalarındandı. Kuzey ülkelerinin kendine has tasarımı ve farklı renkleriyle bu küçük eşyalar, hanenin Norveç’te yaşayan göçmen bir üyesi olduğuna işaret ederek, memlekette kaçınılmaz bir statü referansına dönüşüyordu. Dolayısıyla gerek İzmir gerekse de kasabada göçmen olmayan akrabaların en çok talep ettiği armağanlar listesinde ilk sıralarda yer alıyordu.

Türkiye’ye Giderken Türk Markalı Peynir

İzin seyahatine arabayla çıkmış genç bir ailenin bagajını indirmesine yardım ederken, Avrupa’da üretilen ve üzerinde “Türk” ibaresi olan beş kiloluk bir teneke peyniri görünce bir diğer şaşkınlığımı yaşadım. Genç anne, Türkiye’deki peynirlerin iki küçük çocuğunun midesine iyi gelmediğini, izin seyahatinin büyük kısmı bu dertlerle “zehir” olmasın diye çözümü, çocuklarının alışkın olduğu Türk peyniri Avrupa’dan memlekete taşımakta bulduklarını söylemişti. Hakeza memlekette “kaçak çay” olarak bilinen, Türkçe isimlerle piyasada bulunan yaprak Seylan çayları da artık en gözde armağanlar listesindeydi.

Bu tanıklıklar ışığında “izin” olarak anılan seyahatlerin gurbete özgü beşerî bir mesai olduğuna dair düşüncem şekillenmeye başladı. Norveç’te düzenli gittiğim derneğin lokalinde hep duyduğum üzere göçmenlerin gurbette sosyal bir hayatları yoktu ve 11 ayı Türkiye’de geçirecekleri bir ay için yaşıyorlardı. Bu durumu Türkiye’de göçmen olmayan akrabalarına anlatamamışlar ve artık anlatmaya çalışmaktan da vazgeçmişlerdi. Fakat ben Türkiye’den gelen biri olarak oradaydım ve görüyordum. Bana izah etmeleri mümkündü.

Namevcudiyetin Hediyeyle Pansuman Edilmesi

Özellikle genç erkek ve bekar göçmenlerin uzak diyarlarda uzun süre bulunmaları gerek kendileri gerekse de aileleri başta olmak üzere üyesi oldukları topluluklar açısından, avutulması güç ve teskin edilmesi zor bir ayrılık hâline neden olur. 20’inci yüzyılın hemen başlarından bu yana göç üzerine yapılan araştırmaların en temel konularından biri de budur. Bu ayrılık hâli topluluk üyeleri açısından “namevcut” üyenin öz değerlerini ne kadar koruyabildiği, topluluğa karşı sorumluluklarını ne kadar yerine getirebildiği ve dolayısıyla nereye kadar hâlen topluluğun üyesi olarak görülebileceğine dair açıktan konuşulmayan bir dizi sancı yaratır.

Göçmenlerin, gurbete çıkmalarının temel nedeni olan maddi kazanımlarla bu ayrılığı telafi etme arayışına yöneldiklerini farklı kültürlerden, farklı coğrafyalara göç etmiş göçmen topluluklar üzerine yapılan araştırmalardan biliyoruz. Gurbetle sıla arasında oluşan bu yeni maddi kültürün içinde, bir yandan ömrünü gurbete vakfederek kazandığı maddi birikimle memlekette bulunmayan metaları armağanlaştırarak sıladaki namevcudiyetini pansuman etmek üzere harcayan göçmenler bulunurken, diğer yanda ise ailedeki göçmen sayesinde üyesi oldukları toplulukta farklı sembolik statüler kazanan geride kalanlar yer alır.

Pnina Werbner 1980’lerin ikinci yarısında Britanya’da yaşayan Pakistanlı göçmenler üzerine gerçekleştirdiği araştırmasından hareketle kaleme aldığı kitabında gurbet ve sıla arasındaki armağanlaşmayı şu şekilde tartışıyordu: “Hediyeleşme yoluyla göçmenler yabancı olan kişileri hayat boyu dostlara dönüştürürler. Bu tür alışverişler yoluyla sadece erkekler değil, aynı zamanda tüm haneler ve geniş aileler birbirine bağlanır ve atölyede başlatılan alışverişler ev içi ve ev içi olmayan alana kadar uzanır.” (1990: 332).

Ambalajlarda Pikap, Teyp ve Radyolar

1962 yılında 29 yaşındayken Almanya’ya işçi olarak giden ve dört yıl Heidelberg’de yaşadıktan sonra memlekete geri dönen Bekir Yıldız’ın kaleme aldığı “Sahipsizler” (1972), “Alman Ekmeği” (1974), “İnsan Posası” (1976), “Harran-Berlin” (1980) ve “Yaman Göç” (1983) gibi pek çok öyküsünde göç sürecinin bu maddi kültür boyutuna ve bu kültüre dayalı olarak oluşan armağanlaşma ekonomisine dair önemli ipuçları buluruz. Bu eserlerden ilki olan “Türkler Almanya’da: Almanya’da Yaşanmış Dört Yılın Romanı” (1964) başlıklı kitapta Yıldız, Almanya’daki bir yılın ardından izne gidecek olan kahramanı Yüce’nin Münih İstasyonu’ndan şu gözlemlerini şöyle aktarıyordu:

“Bizi Münih’e götürecek trenin gelmesine az bir zaman kalınca vedalaşma faslı başladı. Bu arada hiç hesap etmediğimiz bir şey oldu. Vedalaşanlardan çoğu elimize önce bizim için bir paket şeker veriyor, arkasından da Türkiye’deki yakınlarına götürmemiz için başka paketler tutuşturuyorlardı. Böylece bir bavulluk eşya yığılıverdi, gözle-kaş arasında.” (s. 96)

“Aynı günün gecesi, saat 22’de Münih’ten hareket edecek olan yeni trenimizi bekliyorduk. Hareketimize henüz bir saatten fazla bir zaman vardı. Buna rağmen trenin geleceği peronun önü ana-baba günüydü. Bu insan kalabalığından ziyade, eşya kalabalığı idi. Ortalama bir kişinin üç beş iri parça eşyası vardı. Münih’te ucuz mal sattığı iddia edilen, export’lardan yeni alınmış, birçok eşyalar henüz ambalajıyla duruyordu. Bu ambalajlarda, çoğunlukla radyo, pikap ve teypler vardı.” (s. 97)
Senaryosunu Zehra Tan’ın yazdığı ve Şerif Gören’in 1979 yılında sinemaya uyarladığı “Acı Vatan” filminin ana karakteri Güldane’nin (Hülya Koçyiğit) Türkiye’ye izin seyahatlerinden enstantaneler de gurbet ve sıla arasında maddi kültüre dayalı oluşan bu armağan ekonomisinin farklı yüzlerini tarihimize not eder.

Yazıyı kapatırken, doktora danışmanım da olan Amerikalı antropolog Ruth Mandel’in 1980’lerde Berlin mahallesi Kreuzberg’de gerçekleştirdiği araştırmasından “izin” gündemiyle ilgili kaleme aldıklarına yer vermek isterim. Mandel 1990 yılında kaleme aldığı makalesinde, Almanların “Türk Çayırı” olarak andığı parklarda tüm konuların izin ya da kesin dönüşler olduğunu aktarıyordu. Türk misafir işçilerin dört haftalık izin döneminin tamamını Türkiye’de geçirmeyi tercih ettiğini ve yılda bu bir ayın birinci kuşak göçmenler tarafından “gerçekten yaşadıkları” dönem olarak algılandığını ve sılaya olan bu bağlılığın göçmen kimliklerinin kuruluşunda ikircikli bir rol oynadığını söylüyordu. Bir yanıyla oluşan armağan ekonomisine dayalı olarak bir göçmenlik statüsü kurabilirken; bir yanıyla da çoğu zaman, sıladan ayrı düşerek yabancılaşmış olmaya dair olumsuz çağrışımları olan “Alamancı” etiketiyle bir aşağılanmaya maruz kalıyorlardı.

Kaçınılmaz toplumsal asimetrinin yol açtığı bu ikircikli durum nedeniyle, sıkça işittiğimiz “Orada Türk, burada Almancı” olarak aşılması ancak (ve fakat kısmen) sonraki kuşaklarla mümkün olacak gurbet ve sıla arasında bir duygusal coğrafyaya sıkışıp kalıyorlardı. Bu açıdan bakıldığında “izin” yılda bir kere gurbetten memlekete gerçekleşen seyahatlerden çok daha fazla bir anlam taşıyor göçmenler için. Belki de artık kat edilmesi mümkün olmayan duygusal bir mesafenin sembolüne dönüşüyor.

 

Kaynaklar

  • Mandel, R. (1990). “Shifting centres and emergent identities: Turkey and Germany in the lives of Turkish Gastarbeiter.” In Dale F. Eickelman and James Piscatori (eds) Muslim Travellers Pilgrimage, Migration and the Religious Imagination. London: Routledge, pp. 153-171.
  • Werbner, P. (1990). The Migration Process: Capital, Gifts and Offerings among British Pakistanis. London: Routledge.

Besim Can Zırh

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Dr. Besim Can Zırh’ın ağırlıklı çalışma alanları göç, sosyal antropoloji, din antropolojisi, Alevilik ve şehir çalışmalarıdır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler