İbrahim Kalkanı Planı: Normalleşme mi, Filistinsiz Bir Yeniden Dizayn mı?
İsrail’in “İbrahim Kalkanı Planı” sadece diplomatik bir normalleşme girişimi mi, yoksa Filistin’i dışlayan yeni bir Orta Doğu tasarımı mı? Suudi Arabistan ve Suriye’nin İbrahim Anlaşmaları'na dahil olacağı iddiaları bölgenin geleceğini nasıl şekillendirebilir?

Orta Doğu’da aktörler arasındaki ilişki ve dengeler, tarih boyunca nadiren durağan olmuştur. Son yıllarda ise jeopolitik fay hatlarında İbrahim Anlaşmaları ile yeni bir kırılma oluştu. 2020’de Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’in İsrail ile diplomatik ilişki kurmasıyla başlayan bu süreç, Sudan ve Fas’ın katılımıyla genişledi. Bugün gelinen noktada, Gazze’deki insani kriz ve İran-İsrail gerilimi gölgesinde, Suudi Arabistan ve hatta Suriye’nin bu sürece dahil olabileceği iddiaları bölgesel siyaset gündeminin merkezinde yer alıyor. Peki, bu iddialar ne kadar gerçekçi? Bu olası genişleme, bölgeyi nasıl etkileyecek?
İran-İsrail Geriliminin Ardından Değişen Dengeler: İbrahim Kalkanı Planı Neyi İçeriyor?
Geçtiğimiz haziran ayındaki son İran-İsrail çatışması, Tel Aviv yönetiminin bölgedeki “düşman eksenini” yeniden tanımlamasına zemin hazırladı. 12 gün süren saldırılar sonrası İran’ın zayıflatıldığı algısı, Netanyahu yönetimi açısından bir “fırsat penceresi” olarak sunuluyor. Netanyahu’nun “zafer söylemi”, İbrahim Anlaşmaları’nın Suudi Arabistan ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletilmesi için kullanılmak isteniyor.
Bu bağlamda İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer’in ABD’ye giderek Trump ekibiyle masaya oturacağı haberleri, sürecin yalnızca spekülasyon olmadığını gösteriyor. Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un “yeni ülkeler” vurgusu ve Tel Aviv’de asılan “Yeni Orta Doğu İçin Yeni Bir Şans” pankartları, ABD-İsrail hattında yeni bir normalleşme dalgasına hazırlık yapıldığının işaretleri olarak okunabilir.
Geçtiğimiz günlerde İsrail’in belirli noktalarına asılan afişlerle duyurulan İbrahim Kalkanı Planı (Abraham Shield Planı veya Magen Avraham), İsrail’in güvenlik politikasını bölgesel düzeyde yeniden şekillendirmeyi hedefleyen, askerî kazanımları diplomatik normalleşmeyle birleştirmeyi amaçlayan kapsamlı bir yol haritası. Plan, temel olarak İran destekli milis ağını zayıflatmayı, İsrail’in Filistin topraklarından kademeli ve kontrollü biçimde ayrışmasını sağlamayı ve bu süreci ılımlı Arap devletleriyle geliştirilecek stratejik bir ittifakla güvence altına almayı öngörüyor.
Plan, Hamas Sonrası Gazze’nin Yönetimi İçin Arap Ülkeleri Koalisyonu Öngörüyor
Altı ana bileşenden oluşan yapı, Gazze Şeridi’nde Hamas’ın silahsızlandırılması ve yeniden yapılanma sürecinden başlayarak Güney Lübnan’da “sıfır ihlal” politikası, Suriye sınırında bir tampon bölge oluşturulması, Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgedeki Arap ülkeleriyle derinleşen normalleşme adımları ve İran’ın bölgesel etkisini siyasi, ekonomik ve askerî yöntemlerle sınırlama hedeflerini içeriyor. Plan ayrıca Filistinlilerle 10 yıla yayılacak bir ayrışma süreci tasarlayarak, “askerî başarıyı” kalıcı bir siyasi düzene dönüştürmeyi amaçlıyor.
Önerilen İbrahim Kalkanı Planı kapsamındaki dikkat çeken bir başlık ise, Gazze’de Hamas’ın askerî varlığının ortadan kaldırılmasının ardından bölgenin geçici bir Arap yönetimi altında yeniden düzenlenmesi. Söz konusu tasarıya göre Gazze’nin tek başına İsrail tarafından işgal edilmesi ya da uzun süre denetim altında tutulması yerine, bölgesel “ılımlı” Arap ülkelerinden oluşan bir koalisyon tarafından yönetilmesi öngörülüyor. Bu ülkeler genelde şunlar olarak zikrediliyor: Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan veya bu ittifaka katılabilecek diğer Körfez ülkeleri.
Bu modelin amacı, Gazze’de Filistin Yönetimi’ne bağlı bir sivil idarenin Arap güvenlik güçleri desteğiyle istikrarı sağlaması ve yeniden inşa sürecine zemin hazırlanmasıdır. Böylece İsrail, Gazze’deki doğrudan sorumluluğunu azaltırken güvenlik garantisini bu Arap bloğu üzerinden sürdürmek istiyor. Kısacası, plan Gazze’yi fiilen bir Arap “barış gücü” ve sivil idare modeliyle yönetmeyi öneriyor. Ancak bu fikir henüz bölgedeki Arap ülkeleri tarafından resmî olarak onaylanmış değil — dolayısıyla şu an bir öneri düzeyinde.
Suudi Arabistan: Bölgesel Meşruiyetin Anahtarı
Suudi Arabistan’ın İbrahim Anlaşmaları’na katılması, İsrail-Arap normalleşmesini sembolik olmaktan çıkararak bölgesel düzeyde meşruiyet kazandıracak bir adımdır. Ancak Riyad yönetimi, yıllardır Filistin meselesini “ön şart” olarak masada tutuyor. Suudi yönetimi, Filistin devleti kurulmadan normalleşmeye kapıyı aralamayacağı mesajını defalarca yineledi.
Öte yandan, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının ardından Suudi Arabistan’ın güvenlik kaygıları yeniden öne çıkmış durumda. Riyad’ın güvenlik garantileri, enerji tedariği ve satışındaki dengeleri ve ABD’nin bölgesel taahhütleri bağlamında masaya oturması, kısa vadede mümkün olsa da İsrail’in iç politikasındaki aşırı sağ aktörlerin iki devletli çözüm konusundaki katılığı, sürecin önündeki en büyük engellerden biri olmayı sürdürüyor.
Suriye: Tarihî Düşmandan Zorunlu Partnerlik
Son günlerde geçiş hükûmeti tarafından yönetilen Suriye’nin adının İbrahim Anlaşmaları ile anılması, bugüne dek imkânsız görülen bir senaryonun masaya taşındığını gösteriyor. Ahmed eş-Şara liderliğindeki geçici hükûmetin, iç savaşın yaralarını sarmaya çalıştığı bir dönemde Batı ile ilişkileri yeniden inşa etmesi için İsrail’le normalleşme önemli bir araç olarak sunuluyor.
Ancak bu olasılık, Suriye için hem iç hem dış politikada ciddi riskler barındırıyor. Suriye halkının hafızasında Golan Tepeleri’nin işgali, İran’la kurulan ideolojik ittifak ve Filistin davasına verilen destek derin izler bırakmış durumda. Bu nedenle İsrail’le hızlı bir yakınlaşma, toplumsal meşruiyet krizine ve muhtemel iç direnişe kapı aralayabilir. Özellikle Aleviler, Dürziler, Sünni aşiretler ve PKK güdümlü Suriye Demokratik Güçleri gibi aktörler, süreci kendi çıkarlarına aykırı gördüklerinde dengeleri zorlayabilir.
Diğer yandan, ABD’nin Suriye’ye yönelik yaptırımları kısmen kaldırması, uluslararası para transferlerinin güvenliğini sağlayan SWIFT sistemine dönüşü ve Avrupa Birliği’nin ülkenin yeniden inşası için vaat ettiği mali destek, eş-Şara yönetiminin bu riski göze alarak diplomatik manevra alanını genişletmesini motive ediyor.
Normalleşmenin Bölgedeki Jeopolitik Etkileri
Eğer Suudi Arabistan ve Suriye, İbrahim Anlaşmaları’na katılırsa, bu sadece bölgesel dengeleri değil, Trump ve Netanyahu’nun kişisel ve siyasi hesaplarını da doğrudan ilgilendirir. Direniş ekseni olarak bilinen İran odaklı yapı son gelişmelerle zaten zayıflamışken, bu boşluğun yeni bir normalleşme ve güvenlik düzenine dönüştürülmesi, Tel Aviv ve Washington açısından “zafer” olarak sunulmaya çalışılıyor.
Trump için bu genişleme, yaklaşan seçimler öncesinde kendisini yeniden “Orta Doğu’da barışı getiren lider” olarak pazarlama şansı demek. 2020’deki ilk İbrahim Anlaşmaları’nın mimarı olarak bir Nobel Barış Ödülü beklentisini diri tutmak, Trump’ın siyasi anlatısına güç katabilir. Suudi Arabistan gibi sembolik ağırlığı çok yüksek bir ülkenin masaya çekilmesi, bu planın merkezinde duruyor.
Netanyahu açısından da tablo benzer: Gazze’deki uzun ve sonuçsuz operasyon, artan iç protestolar ve sürmekte olan yolsuzluk davaları, Netanyahu’nun içeride manevra alanını daraltıyor. Bu nedenle Suudi Arabistan veya Suriye üzerinden ilan edilecek yeni bir normalleşme hamlesi, Netanyahu’ya “bakın, barış getirdim” deme fırsatı tanıyor. Bu aynı zamanda hem uluslararası imajını tazelemek hem de koalisyon içindeki radikal kanatların baskısını dengelemek için kullanabileceği bir siyasi koz.
Ancak bu planın bölgesel yansımaları sadece iki liderin şahsi ajandalarıyla sınırlı değil. Suriye’nin resmî düzeyde İsrail’le diplomatik ilişki kurması, Hizbullah gibi kalan vekil unsurların hareket alanını belli ölçüde kısıtlayabilir. Yine de Şam yönetiminin iç kamuoyuna bunu nasıl anlatacağı, toplumsal tepkileri nasıl yöneteceği belirsizliğini koruyor. Çünkü Golan Tepeleri, Filistin meselesi ve İsrail’e karşı tarihsel direniş söylemi, Suriye halkı için hâlâ güçlü bir ortak hafıza unsuru.
Öte yandan Rusya faktörü de bu denklemin dışında kalmayacak. Moskova, Suriye’deki askerî varlığı üzerinden nüfuzunu korumak isterken, Şam’ın tamamen ABD-İsrail eksenine kaymasını istemez. Bu yüzden Rusya’nın da süreci kendi çıkarlarına göre dengelemek için devrede kalması beklenir.
Özetle, Orta Doğu’da savaşın açtığı boşluk, bir yanda Trump’ın “barış başkanı” söylemini, diğer yanda Netanyahu’nun iç siyasetteki baskıdan kurtulma planını aynı potada buluşturuyor. Ancak bu “barış kalkanı” söyleminin sahadaki kırılgan dengeler ve toplumsal hafıza duvarlarına çarpmadan ilerleyip ilerleyemeyeceği hâlâ belirsizliğini koruyor.
Plan, Filistin’in Geleceği İçin Ne Anlama Geliyor?
Bölgede İsrail’in arzu ettiği normalleşme dalgasının önündeki en büyük etik ve siyasi engel hâlâ Filistin meselesidir. İbrahim Anlaşmaları, pek çok Arap halkı için, Filistin’in haklarının güçlü bir garantisi yerine bir tür siyasi “satış” olarak değerlendirilmeye devam ediyor. Gazze’deki savaş, Batı Şeria’daki statü ve Kudüs’ün durumu çözülmeden yeni ülkelerin normalleşmeye katılması, bölge halklarının vicdanında yeni yaralar açma potansiyeli taşıyor.
Bu tabloya ek olarak, Avrupa’da bazı kilit ülkelerin Filistin’i devlet olarak tanımaya hazırlanması, Orta Doğu’daki bu diplomasi zincirinin tam ortasına yeni bir gerilim hattı yerleştiriyor. Madrid’den Dublin’e, bazı Avrupa başkentleri, İsrail’in fiili uygulamalarına karşı Filistin’e sembolik de olsa uluslararası meşruiyet sağlama adımı atarken; İsrail ve Trump ekibi ise İbrahim Anlaşmaları’nı bir karşı hamle gibi öne sürüyor. Böylece bir yandan bölgede yeni müttefikler kazanırken, öte yandan Filistin’e verilen diplomatik desteğin etkisini dengelemek hedefleniyor.
İsrail’in Batı Şeria’da sınırlı egemenliğe dayalı bir “iki devletli çözüm” önerisi teknik olarak hâlâ masada olsa da, Netanyahu hükümetindeki aşırı sağ kanadın bu fikre şiddetle karşı olduğu biliniyor.
İbrahim Kalkanı Planı Zorunlu Gerçekçilik mi, Tehlikeli İllüzyon mu?
Sonuç olarak; İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesi fikri ve ortaya konun yeni plan, bölgedeki temel meseleleri çözmekten hâlâ uzak duruyor. Gazze’de süren insani kriz, Batı Şeria’daki belirsizlik ve Kudüs’ün statüsü gibi hayati başlıklar ele alınmadan atılan her yeni normalleşme adımı, kalıcı barış iddiasını zayıflatıyor.
Filistin meselesi hâlâ milyonlarca insan için ortak bir vicdan meselesi olmayı sürdürüyor. Bu nedenle, bölge halklarının gerçek beklentisi; diplomatik manevralardan çok, adaletin ve hakkaniyetin sağlanacağı kapsayıcı bir çözümün ortaya konmasıdır.
Aksi durumda yeni diplomatik girişimler, güç dengelerini geçici olarak değiştirse de Orta Doğu’da barışın önündeki esas engelleri ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.