Türklerin “Yaftaları Yıkma” Stratejileri
Çetin Çelik Koç Üniversitesi'nde akademisyenlik hayatına devam ediyor. Çelik'le Almanya'daki Türkiye kökenli gençler üzerine yaptığı araştırmanın sonuçları üzerine konuştuk.
Dilerseniz kavramlara dair bir soruyla bakalım: “Ulusaşırılık” ve “göç”. Bu iki kavramın 60’lı yıllardaki Türkiye’den Avrupa’ya doğru misafir işçi göçüyle bağlantısı hakkında bilgi verir misiniz?
Ulusaşırıcılık kavramı özellikle 1980’lerden itibaren göç ve uyum literatüründe sıklıkla kullanılır oldu. Aslında kavramı ilkin antropologlar “kimliğin”, etrafı sınırlarla örülü bir coğrafyadan, ulustan kopuşunu ima etmek için kullandılar. Ancak zamanla siyaset bilimciler ve göç alanındaki araştırmacılar bu kavramı vatandaşlık, yasalar, Avrupa Birliği gibi ulusötesi (İng. “supranational”) kurumların “uyum”a etkisiyle ilişkilendirerek kullanmaya başladılar. Bazı sosyologlar ve siyaset bilimciler ulusaşırı kavramının göç alanında yeni olan bir duruma işaret ettiğini savunurken, özellikle tarihçilerin bu kavramdan hazzetmediğini görüyoruz.
Gerçekten de eğer bu kavram bireylerin uluslararası sınırları geçerek yeni toplumlara yerleştiği ve fakat aynı zamanda geldikleri toplumla bağlarını korudukları anlamına geliyorsa, sanırım tarihçiler oldukça haklı; çünkü bu durum göç tarihinde yeni bir olgu değil. 19. yüzyılda Avrupa’dan Amerika’ya olan göçlerde de bu durum mevcuttu. Yok eğer “ulusaşırı” kavramıyla göçmenlerin geldikleri toplumla etkileşme biçimi ve hızının yeni bir şey olduğu iddia ediliyorsa, kanımca bu doğrudur.
Ulaşımdaki hız, internet, uydu yayınları artık göçmenlerin geldikleri toplumla etkileşme biçimini ve hızını devrimsel olarak değiştirmiştir ve bu da onların içinde bulundukları topluma uyumuna etki etmektedir. Türkiye’den Almanya’ya göç uzun zaman boyunca bir “ulusaşırı sosyal ve siyasi alan” doğurdu. Bu alan içinde dinî, milliyetçi semboller, değerler ve en basit deyimiyle komşu ve akrabalara yapılan mali yardımlar dolaşıma girdi.
İnternet, uydu antenleri, ucuz uçak biletleri Almanya ve Türkiye arasındaki etkileşimi öyle bir yoğunlaştırıp hızlandırdı ki Türkiye’deki siyasi bir gerilim ertesi gün Almanya sokaklarında Türkler ya da Kürtler tarafından protesto edilir oldu. Diğer bir değişle Almanya Türkiye’deki siyasetin kamusal alanı gibi çalışmaya başladı. Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlere Türkiye’deki seçimlerde oy hakkının tanınması ise bu iki ülke arasındaki “ulusaşırı sosyal ve siyasi alanı” farklı bir boyuta taşıdı. Daha evvelden Cem Özdemir’in Türkiye’deki referandum hakkındaki sözleri ya da ağustos ayında Erdoğan’ın Almanya’daki seçimlerde Türkiye kökenlilerin oy tercihlerine yönelik konuşmaları ulusaşırı alanın ne kadar önemli ve hayati bir hâl aldığını göstermektedir. Şunun altını çizmek isterim, bu alandaki dinamikler Avrupa’daki Türkiyelilerin nasıl algılandığına ve elbette onların bu algılarla mücadele biçimlerine derinden etki edecek ve bu da nihayetinde uyum sürecine şu ya da bu şekilde tesir edecektir.
Son olarak Identities dergisinde “Dezavantajlı, fakat ahlaki bakımdan üstün: Almanya’da ikinci nesil Türk göçmen gençlerin etnik sınır oluşturma stratejileri” (İng. “Disadvantaged, but morally superior: ethnic boundary making strategies of second-generation male Turkish immigrant youth in Germany”) başlıklı bir makaleniz yayımlandı. Bu çalışmanızda Alman göç araştırmalarında Türk göçmenleri hakkındaki etnik basmakalıp eğilimlerden bahsediyorsunuz. Bu durumu Alman toplumunda Türklerin artan görünürlüğüyle ilişkilendirmek mümkün mü?
Çalışmamda azınlık ve göçmen grupların entegrasyon sürecinde etnik ve dinî kategorilerin rolü hakkında bazı perspektifler geliştirmeye çalışıyorum. Her toplumda etnik veya etno-dinî hiyerarşilerin sembolik seviyelerde var olduğunu biliyoruz. Bu kategorilerin hiyerarşik olarak inşa edilmesi uzun tarihî süreçlerin sonucudur. Bu kategoriler ve düzenleri değişime açık olsa da, değişim hızı çok yavaştır. Göç süreciyle birlikte göçmen gruplar, ev sahibi ülkelerin etnik ve dinî sembolik hiyerarşisine dâhil olurlar. Zaman içerisinde, göçmenlerin kaynakları ve ev sahibi ülkenin yapısal koşullarına göre bu hiyerarşideki yerlerini alırlar.
Bu sembolik hiyerarşi inanılmaz derecede önemli, çünkü göçmen bireylerin yaşam şartlarını ve tercihlerini belirgin biçimde şekillendirir. Eğer ev sahibi ülke, göçmen bir grubu ya da diyelim ki onun dinî arka planını hoş karşılamıyorsa, bu grubun entegrasyon süreci de daha zor olur.
Alman göç araştırmalarında, bu etno-dinî hiyerarşilerin, Türk göçmenlerin entegrasyonundaki anahtar rolü yeni yeni anlaşılmaya başladı. Geleneksel olarak bu araştırmalarda Türklerin sosyo-kültürel özellikleri ile Alman toplumunun öncü kültürü (Alm. “Leitkultur”) arasında uyuşmazlık öne çıkarılarak Türklerin “entegrasyon anomalileri” açıklanmaya çalışılıyor.
Bununla birlikte, göçmen gruplar kendi kimliklerini ev sahibi toplumun şartlarına göre yeniden şekillendirirler. Ayrıca göç alan toplumdaki dinî ve etnik hiyerarşiler, bu göçmen grupların ev sahibi toplumun değer ve kurallarına karşı benimseyici ya da muhalif kimlikler geliştirmelerini önemli ölçüde etkiler. Alman göç araştırmalarında yaygın etnik stereotiplerin ve ön yargıların Türk göçmenlerin entegrasyon sürecine etkilerine yönelik artan ilgi, kanımca bu alandaki bir ilerlemenin sonucu.
Sorunuza dönersek, Alman toplumunda Türk göçmenlerin görünürlüğünün arttığını düşünmüyorum. Zaten çeşitli biçimlerde görünürlüğe sahipler. Benim için mesele, aslında entegrasyonun kimliklerle çok fazla ilişkili olduğu gerçeğinin kabul edilmesiyle ilişkili.
Çalışmanızın dikkat çeken yönlerinden biri de “azınlık gruplarının ön yargıları/damgalanmayı tersine çevirme stratejileri”. Bu stratejilere örnek verebilir misiniz?
Göç araştırmaları, daha doğrusu göçmenlerin entegrasyonu araştırmaları genelde işlevselci bir yaklaşımın etkisi altında. Asimilasyon, entegrasyon ve barınma gibi kavramları düşünün; bunların tamamı özü itibariyle toplumun nihai istikrarına yönelik işlevsel araçlardır. Çalışmalarımda esas amacım, çatışma teorilerinin ana kavramlarını entegrasyon araştırmalarına getirmek ve böylece göçmenlerin entegrasyonunun çoğu zaman istikrar ya da denge değil, “tanınma ve itibar için sonsuz çatışma dizisi” ile karakterize edildiğini göstermektedir.
Toplumlar toplumsal ve yapısal olarak birbirinden ayrı, çatışan gruplardan oluşur. Güçlü çoğunluk grubu, olumsuz ön yargılar yoluyla azınlık gruplarıyla aralarında güçlü etnik sınırlar oluşturabilir. Bununla birlikte azınlık gruplar zayıf ve ikincil bir pozisyonda bulunsalar da bu durum karşısında tümüyle savunmasız değillerdir. Herkes gibi, her grubun da kabul ve saygı görme isteği vardır. Dolayısıyla, kendileri hakkındaki olumsuz ön yargıları kırmak için belirli stratejiler geliştirirler. Bunu söylerken Avrupa’daki Türkiyelileri homojen şekilde düşünmüyorum. Bu grup artık oldukça çeşitlendi, daha evvel gelenler, geç gelenler, göçmen olarak gelenler, sığınmacı olarak gelenler, legal durumları farklı olanlar, sosyo-ekonomik kaynakları farklı olanlar şeklinde birçok Türkiyeli sayabiliriz. Bu geniş azınlık grubun içerisinde farklı ya da benzer legal durum, kaynak ve pozisyonlardan ötürü birbirine benzeyen ya da ayrışan stratejiler beklemeliyiz.
Şöyle bir örnek verebiliriz, azınlık gruplarının üyeleri sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı durumdaysa ve ayrımcılığa maruz kalıyorlarsa evrensel söylemlere ağırlık verebilirler ve ön yargı sahipleriyle aynı Tanrı’ya inandıklarını vurgularlar. Bu strateji, azınlık ve çoğunluk grubunu eşitleyecek şekilde kategoriyi genişletir. Yüksek tahsilli ve sosyo-ekonomik açıdan epey iyi durumda olan bir azınlık gruba karşı ayrımcılıktan söz ediyorsak, bu grubun mensupları, kendilerini yaftalayan kişi ve grupların eğitim ve kültürel sermayesinin eksikliğini vurgulama eğilimi gösterebilir ve bu şekilde kendileri için bir üstünlük iddiasında bulunabilir. Ancak dediğim gibi hangi grubun hangi stratejiyi kullandığı, azınlık grubunun sahip olduğu kaynaklar ile ev sahibi toplumdaki yapısal koşulların etkileşimine bağlıdır. Dolayısıyla, bunun koşullu bir süreç olduğunu söyleyebiliriz.
Yaftalanmış ya da tahkir edilen gruplar kendilerine yöneltilen “aşağı grup yaftası”nı nasıl çürütebilir?
Bir grup farklı şekillerde daha aşağı olabilir. Sosyoekonomik açıdan fakir ve/veya ırksal, etnik ve dinî açıdan kabul görmeyebilir. Bu arada, bir azınlık grubunun daha yüksek sosyoekonomik statüye sahip olması, o gruba, göç alan toplumun etnik ve dinî hiyerarşisinde daha yüksek ya da daha iyi bir mevkii garantilemez. Yahudi azınlık burada bir örnek.
Almanya’daki Türklere gelirsek… Türklerin Almanya’daki iş piyasasına toplu bir şekilde işçi olarak yerleşmesi, onların imajını aşırı derecede proleterleştirdi. Daha sonra, 11 Eylül’le birlikte “radikal İslam” ile bağdaştırılır oldular. Tek etnisiteli vatandaşlık rejimi, Türklerin sosyal ve yapısal bütünleşmesinin önünde engeller oluşturdu. Ekonominin hızlı bir şekilde sanayisizleşmesi (de-industrialisation) onları yoksullaştırdı ve eğitimdeki erken yaşta ve katı şekilde programlara ayrıştırma ikinci nesil Türk göçmen gençlerini dezavantajlı okul türlerine itti. Bu bağlamda Türkler, Alman toplumunda güçlü etnik sınırlarla karşı karşıyalar ve “daha aşağı azınlık” yaftasına mahkûmlar. Bununla birlikte şunu belirtmeliyim ki burada temel bir resmini verdiğim bu etnik sınırlar ve işleyişler aslında çok daha karmaşık.
Azınlıkların “yaftalamadan kurtulma stratejileri”nin her zaman barışçıl olduğunu söyleyebilir miyiz?
Dediğim gibi, entegrasyon alanını ihtilaf bölgesi olarak kabul etmeli ve ihtilaf perspektifleri kavramlarıyla düşünmeliyiz. Bana göre, azınlık grubu mensupları tarafından izlenen stratejiler her zaman barışçıl değil. 2015 yılında Ethnic and Racial Studies dergisinde yayınlanan, ikinci nesil Türk göçmen gençliğinin kimlik oluşumuyla ilgili makaleme bakarsanız, bazı öğrencilerin Alman toplumuna, normlarına ve değerlerine karşı yıkıcı muhalif kimliklere büründüklerini görebilirsiniz. Aralarında, öğretmenlere fiziksel olarak saldıranlar ve okulu yakmaya yeltenenler var. Azınlık grubu mensuplarının üzerlerine yapışan yaftalardan kurtulma stratejileri, grubun kaynaklarına, kısıtlamalarına ve yapısal koşulların olanaklarına bağlı olarak yine barışçıl veya şiddet yanlısı olabilir.
Almanya’da “İslamlaştırılmış Türk imajı”nın “dinî açıdan bir öteki” oluşturması, azınlık gruplarının kendilerine yönelik yaftalardan kurtulma stratejilerini etkiliyor mu?
Bir gruba atfedilen yafta ve grubun bu yaftalardan kurtulma stratejileri birbirine yakından bağlı. “İslamlaştırılmış bir imaj” Almanya’daki Türklerin “de-stigmatizasyon” (yaftaları yıkma) stratejilerini etkiliyor. Makalemde, bazı Türk gençlerinin Almanları ahlaki açıdan aşağılayıcı stratejiler izlediklerini de gösterdim. Burada dinî kimliğin etnik kimlikle birlikte rol oynadığına inanıyorum. Bir başka deyişle bu gençlik, Almanların ahlaki normlarını bir stratejiyle tersine çeviriyor; bunu da kendi dinî ve etnik övünçlerini temel alarak yapıyorlar. Bunun gelecekte değişip değişmeyeceği, eğer değişecekse de, nasıl değişeceği sorusu iyi bir araştırma konusu olabilir.
Çalışmalarınızdan hareketle, Avrupa’da genel olarak artan aşırı sağ eğilimin Türk toplumunun tutumunu ne yönde etkileyeceğini düşünüyorsunuz?
Yaptığım araştırmalar, yapısal koşulların getirdiği kısıtlamaların ve fırsatların göçmen grupların kimliğine ve adaptasyonuna büyük ölçüde etki ettiğini gösteriyor. Makalemde de, dışlayıcı kamusal söylemlerin ikinci kuşak Türkleri tepkisel etnik kimliklere doğru ittiğini vurguladım. Bu, gençlerin entegrasyon konusunda git gide daha az istekli oluşu demek. Bu bağlamda, sağ söylemlerin göçmen gençlerin adaptasyonu için büyük engeller oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, sosyal bilimciler olarak, Almanya ve diğer ülkelerdeki sağ görüşlü söylem ve eğilimlerdeki artış sebeplerini aynı anda değerlendirip tartışmamız gerekiyor. Bu çok karmaşık bir mesele ancak şunu söyleyebiliriz: Bu konunun Avrupa’da giderek artan güvensizlik, öngörülemezlik ve risklerle birlikte düşünülmesi gerekiyor. Bu süreç tarihsel olarak yeni sosyal, ekonomik ve siyasal dönüşümlerden kaynaklanıyor.