'Yeni Zelanda'da Terör Saldırısı'

Gözler Önüne Serilen Uluslararası Irkçılık Tehdidi

Yeni Zelanda’da toplum, siyaset ve medya teröristin toplumsal huzuru bozma hedefinin gerçekleşmesine ve bir korku atmosferinin oluşmasına izin vermedi.

@ Shutterstock.com değişiklikler: Perspektif

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar 15 Mart sabahına çok acı bir haberle uyandılar. Cep telefonlarımıza gelen mesajlarda Yeni Zelanda’da iki camiye cuma namazı öncesi saldırı düzenlendiğinden ve 40’ın üzerinde kişinin hayatını kaybettiğinden bahsediliyordu. İlerleyen saatlerde ise sayı giderek artıyordu. Ağır yaralılardan birinin daha hayatını kaybetmesiyle şehit sayısı 51’e yükselmişti. 

Yaşadığımız Avrupa’da, ABD’de, Avustralya’da, Kanada’da Müslümanlara karşı terör saldırıları haberleri maalesef yaygınlaştı. Gün geçmiyor ki, dünyanın farklı bölgelerinde bir camiye, bir Müslüman’a, başka bir inanç mensubuna veya onun mabedine saldırı haberi ile karşılaşmayalım. Fakat Müslümanlara karşı yapılan son saldırının Yeni Zelanda’da gerçekleşmiş olması oldukça şaşırtıcıydı. Yaklaşık 5 milyon nüfusa sahip olan bu ada ülkesinde Müslümanlar 36 bin kişi ile ülke genel nüfusunun %1’ini dahi oluşturmuyor. Öyle ki, Avrupa’nın birçok şehrinde Yeni Zelanda’da yaşayan Müslümanlardan daha fazla Müslüman yaşıyor. Aynısı ülkede bulunan cami sayısı için de geçerli. Buna rağmen 15 Mart saldırısı son yıllarda Müslüman azınlıklara karşı yapılan en vahşi saldırı olarak zihinlere kazındı. 

Bildik Tepkiler Yerine Toplumsal Dayanışma

Son 20 yıl içinde çok sayıda terör saldırısı gerçekleşti, binlerce insan öldü. Her terör saldırısının ardından birbirine benzer tartışmalar ve gelişmeler yaşandı: Medya ve siyaset ağırlıklı olarak teröristlerin saldırı sebeplerine, saldırı şekillerine ve saldırıda kullanılan silahlara yoğunlaştı. Bunlar yapılırken kullanılan sert, genelleyici söylemler ve ithamlar toplum içinde gerilime, kutuplaşmaya, hatta yer yer bölünmelere yol açtı. Fakat bu bildik gelişmeler Yeni Zelanda’da tekrarlanmadı. Yeni Zelanda’da toplum, siyaset ve medya teröristin toplumsal huzuru bozma hedefinin gerçekleşmesine ve bir korku atmosferinin oluşmasına izin vermedi. 

Ülkenin başbakanı Jacinda Ardern ilk andan itibaren saldırıya uğrayan insanların ve ailelerinin yanında oldu. Ardern’in başörtüsü birçok insanı şaşırttı, empati ve saygı ifadesi olarak algılandı, mağdurlara ve kurban yakınlarına sarılışında samimiyet vardı. Ardından yapılan ulusal meclis toplantısında “Selamun Aleyküm” ile başladı sözlerine ve terörle mücadelede paradigma değişimine yol açacak bir ifadede bulundu: “Saldırgan saldırısı ile tanınmak istedi, bu isteğini yerine getirmeyeceğiz. Bundan dolayı onun ismini asla telaffuz etmeyeceğim. Sizden rica ediyorum, onları yok eden adamın adı yerine hayatını kaybedenlerin isimlerini zikredin.” Ardern samimiyeti ve olaya yaklaşımı ile sadece kendi ülkesinin değil, tüm dünyadaki sağduyulu insanların takdirini kazandı ve şunu gösterdi: Bu gibi saldırılardan sonra siyasi söylemlerde bulunmak yerine mağdurlara bir siyasetçi olarak değil, her şeyden önce onların üzüntülerini paylaşan ve onlara destek veren bir insan olarak yaklaşmak gerekiyor.

Bu tutumu Yeni Zelanda halkının yoğun destek ve empati beyanları izledi. Halk örnek bir tavır sergileyerek her terör saldırısının hedefi olan toplumsal bunalımın ortaya çıkmaması için mücadele verdi. Saldırıdan sonraki günlerde, bir televizyon kanalı yayınlarında kendi logosunun yerine bir cami resmi kullandı. Günlük bir gazete ana sayfasının tamamını Arapça “Selam” kelimesine ayırdı. Saldırıya uğrayan camiler her gün binlerce insan tarafından ziyaret edildi. Saldırı, saldırgan, silahları, stratejisi arka plana düştü, asıl konu toplumsal kenetlenme oldu. Christchurch’te Müslümanlarla dayanışma kampanyasına katılan bir kişi, “Eğer biri onlara silah doğrultursa, onunla hedeflediği kişi arasında durmak istiyorum. Onun benim aramda hiçbir fark olmadığını söylemek istiyorum, çünkü hiçbir fark yok.”, ifadelerini kullandı. Bir başka kişi ise “Desteğimizi, sevgimizi ve dayanışmamızı göstermek için başörtüsü taktık.” diyor ve ekliyordu: “Umarım Müslüman kadınlara bizden biri olduklarını gösterebiliriz.”

Yeni Zelanda göstermiş olduğu sağduyu ve dayanışma ile dünyaya örnek oldu. Bunun belki de en somut örneğini saldırıdan bir sonraki cuma namazında, hedefteki Al Nur Camii’nin imamının okuduğu duygu dolu ve samimi hutbe oluşturdu. İmam hutbesinde saldırıda şehit olanlara değinirken “Onlar aramızda en iyilerimizdi, en iyi günde, en iyi vakitte en iyi mücadeleyi vererek aramızdan ayrıldılar ve böylelikle sadece İslam’ın değil, aynı zamanda bu ülkenin şehitleri oldular.” diyerek şehitlerin yakınlarını teselli etti ve bu menfur terör saldırısına rağmen Yeni Zelanda’ya olan bağlılıklarını tekrar vurgulamış oldu. 

Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, Christchurch terör saldırsının İslam ülkelerindeki bazı medya kuruluşları tarafından “Hristiyan terörü” olarak nitelendirilmesi ve seçim meydanlarında araçsallaştırılması Müslümanların da bu menfur olaydan çıkarması gereken dersler olduğunu gösteriyor. Unutulmaması gerekir ki hiçbir kesim, birey ya da toplumun ırkçılığa karşı otomatik bağışıklığı yoktur. Güzel örnekleri insanlığın selameti adına içselleştirip uygulamak hepimizin görevidir.

Irkçılığın Coğrafyası: Avrupa’dan Yeni Zelanda’ya

Christchurch saldırısı aynı zamanda gözle görülür olmasına rağmen pek umursanmayan bir gelişmeyi de gözler önüne seriyor: aşırı sağın yükselişi, radikalleşmesi, Avrupa’daki kökü ve aşırı sağ ile yapılan mücadelenin yetersizliği. Yeni Zelandalı güvenlik uzmanı Paul Buchanan’a göre Christchurch’te yabancılara saldırı vakaları yeni değil. Buchanan, “Christchurch’te 20 yıldır varlığını koruyan aşırı sağ bir grup var. Bu grubun üyeleri zaman zaman mültecilere ve beyaz tenli olmayanlara saldırıyorlar. Fakat son 20 yıldır Yeni Zelanda devleti sadece dışarıdan gelebilecek terör tehdidine önem veriyor. Hükûmet ülke içindeki aşırı sağ grupların güçlenmesini ve radikalleşmesini maalesef ihmal etti.” diyor. Bu tespit sadece Yeni Zelanda’ya özgü bir sorunun tarifi değil. Sağ motivasyonlu terör olgusunun ve son yıllarda söz konusu grupların yıkım kapasitesinde gerçekleşen muazzam artışın siyasi erkân tarafından göz ardı edilmesi insanlığın ortak bir sorunu hâline geldi. Ancak uluslararası toplum radikalleşen sağ grupların uluslararası boyutta bir ağ oluşturmasına karşı ortak bir mücadele zemini bulmakta zorlanıyor. Oysaki Christchurch saldırganının Yeni Zelandalı değil, Avustralyalı olması ve ilk analizlere göre ideolojik olarak Avrupa’dan beslenmiş olması, böyle bir ihtiyacı gözler önüne seriyor. Teröristin saldırıya geçmeden önce çok sayıda kişiye gönderdiği sözde manifesto ve kendisi ile ilgili elde edilen bulgular, ideolojik formasyonu ve radikalleşmesine zemin hazırlayan unsurlar hakkında geniş bilgiler sunuyor. 

Saldırı öncesinde yazdığı bir itiraf mektubunda, saldırı kararını 2017’de bir Avrupa seyahati esasında aldığını ifade ediyor. Independent gazetesine göre aşırı sağcı ve ırkçı saldırganın bu seyahatinde Avrupa’da çok sayıda aşırı sağcı grubu ziyaret ettiği bilgisi yer alıyor. Bulgaristan makamlarına göre ise saldırgan 2016 ve 2018 yıllarında Sırbistan, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da bulundu. Washington Post’ta yer alan bir habere göre terörist “Kimliğim Avrupalı, fakat her şeyden önemli olanı, kanım Avrupalı.” ifadelerinde bulunuyor. Saldırgan itiraf mektubunda Yeni Zelanda’da yaptığı saldırı için gerekli ilhamı Breivik’in Norveç’te yaptığı ve 77 kişiyi öldürdüğü saldırıdan aldığını ifade ediyor. Teröristin sosyal medya paylaşımlarından, Avrupa’daki aşırı sağcılarla ilgili gelişmeleri, bilhassa Alman Ordusu içinde tespit edilen aşırı sağcı yapılanmanın ortaya çıkışı ile ilgili haberi yakından takip ettiği anlaşılıyor. Bir diğer iddiaya göre ise saldırgan Avusturya’daki aşırı sağcı gruplara da ilgi duyuyor. 

İdeolojik altyapısı araştırıldığında ise bulgular yine Avrupa’yı işaret ediyor. İtiraf mektubunun ve ırkçı dünya görüşünün merkezinde Fransız düşünür ve siyasetçi Renaud Camus ve onun “Büyük Değişim” teorisi yer alıyor. Bu teoriye göre Avrupa’da yaşayan Müslümanların doğum oranı ve yine son yıllarda Avrupa’ya gelen mültecilerin gelecek yıllarda göstermesini beklediği demografik gelişim sonucunda gelecek on yıllar içinde yavaş yavaş “büyük değişim” yaşanacak ve bunun sonucunda Avrupa’nın yerlileri “kendi öz yurtlarında azınlık” olacaklar. Bu tezi özellikle Avrupa’da güçlenen aşırı sağ gruplar ideolojilerinin merkezine alır ve buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini ifade ederler.

Saldırganın ırkçı formasyonunda ve ideolojisinde Avrupa’nın merkezî bir rol oynadığı silahlarındaki yazılardan da anlaşılıyor. Bu yazılarda Avrupa tarihinde Müslümanlar ile karşı karşıya gelinen muharebelere atıflar yer almakta. Teröristin saldırı öncesinde yaptığı video kaydında, Sırp askerlerin Bosna Savaşı’nda çatışmaya girmeden önce dinledikleri kışkırtıcı bir müzik duyulabiliyor.

Bütün bu örnekler ve burada zikredilmeyenler saldırganın radikalleşmesinde Avrupa’nın ve Avrupa’daki ırkçı yapılanmalarının büyük bir rol oynadığını göstermekte. Fakat Avrupa’daki siyasetçiler bu tehlikenin hâlen yeterince farkında değiller gibi. 

Avrupa bir tarafta terörle mücadelede ve kriz yönetiminde Yeni Zelanda’dan ders çıkarmalı ve hâlâ küçümsemeye devam ettiği aşırı sağdan gelen tehlikeyi ciddiye almalı. Aşırı sağ probleminin “yaramaz çocuklar” problemi olmadığı, bu ideolojinin giderek yayıldığı ve üzerine kararlılıkla gidilmediği takdirde büyük tehlikelerin bizi beklediği Yeni Zelanda örneğinde görüldüğü gibi açıktır.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler