'Dosya: "Göç ve Sinema"'

Haluk Piyes ile Söyleşi: “Bizim Hikâyelerimizi, Bizim Anlatmamız Gerek”

Haluk Piyes, Köln doğumlu başarılı bir oyuncu, senarist ve yönetmen. Piyes’le göç kökenli film yapıcıların karşılaştığı zorlukları ve klişelerden kurtulma yollarını konuştuk.

Fotoğraf: instagram.com/halukpiyes/

Milyonların tanıdığı bir sinema emekçisisiniz. Bu sektöre attığınız ilk adımlardan bahsedebilir misiniz? 

Oyunculuk benim ilk etapta planladığım bir şey değildi. Benim esas amacım, insanlara ulaşmaktı. Ben bu amaçla sosyal danışmanlık, sonrasında hukuk, sosyoloji, sinema ve televizyon okudum. Okuduğum her dal, biraz da, “İnsanlara nasıl faydam dokunabilir?” sorusu ile alakalıydı.  

Yazmak, hikâyeler oluşturmak içimde her daim bir ukdeydi. Bu hikâyeleri canlandırmak, bunları insanlara aktarmak istedim. Gençliğimde Almanya’da “streetworker” olarak bağımlı gençlerle çalışıyordum. Bağımlılık sorunuyla görsel alanda nasıl mücadele edebiliriz sorusu benim için önemliydi. Bir şeyleri değiştirmek gibi bir motivasyonla, ama her şeyden önce kendimi geliştirmek için Los Angeles’te yönetmenlik ve senaryo yazımı üzerine eğitim aldım. 

Aslında ben farklı bölüm ve dalların hepsinin aynı rotada olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir terzinin, çöpçünün, doktorun, öğretmenin topluma faydası dokunuyorsa; ben de yaptığım işlerle böyle bir rotada ilerlemeye çalışıyorum. Belki herkes farklı enstrümanlar kullanıyor, ama bunlar birbirine çok da uzak şeyler değil. Sinema sektörüne girerken de, “Ünlü olayım, insanlar beni beğensin” gibi bir narsisizme sahip değildim. Bence herkesin hamurunda kendine has, inanılmaz değerler var. Milyonlarca takipçisi olan, tanınmış birisi, sizin kadar dürüst, iyimser ya da yapıcı olmayabilir. Özetle benim bu mesleğe girişim de, her insanın kendine has değerleri ve biricik hikâyeleri olduğu gibi bir ön kabul ışığında gerçekleşti.

“Bizler Çift Kalpli, Çift Dilli, Çift Kültürlüyüz”

Almanya’da göç kökenli bir yönetmen ve senarist olmak ne gibi şansları ve zorlukları beraberinde getiriyor? Özellikle oyuncular için “sinemada çokkültürlülük” ideali açısından neler gözlemliyorsunuz?

Bence temel olarak her şey, insanın kendi kültürünü ve kökenini benimsemesi ve kabullenmesiyle şekilleniyor. İnsan iki coğrafyanın da en güzel yanlarını alıp kendi kişiliğinde sentezleyebiliyorsa ve iki tane tam kalbi olduğunu idrak ediyorsa, ancak o zaman kendi zenginliğinin farkına varabilir. Biliyorsunuz, göç kökenlilere yönelik hâkim söylem, onları “eksiklik” üzerine tanımlamak ekseninde gelişiyor. Bizlere “tam” olmadığımızı, iki ülkeye aidiyetimiz olduğu için iki ülkede de “yarım” olduğumuzu söylüyorlar. Halbuki bizler iki bütünden oluşuyoruz. Çift kalpli, çift dilli, çift kültürlüyüz. 

Oyunculuk açısından bu muhteşem bir avantaj, çünkü eğer kişi bu çokkültürlülüğü iyi bir şekilde harmanlamışsa sunabileceği malzeme de fazlalaşır. Oyuncu olarak daha farklı renkler ve tonlar yakalayabilir.

Öte yandan bu avantaj, kendisini her zaman göstermeyebilir de. Oyunculuk ya da sinema sektörüne genel olarak baktığınızda Ali’nin Thomas’ı oynaması, ya da Ayşe’nin Sandra’yı oynaması çok nadir olan bir durum. Sarı saçlı, mavi gözlüyseniz, yani görüntü olarak uyum sağlıyorsanız; o zaman da isminize bakıp bu rollerde sizi yadırgamaları mümkün. Ben Almanya’nın bu anlamda tam evrenselleşemediğini düşünüyorum. Amerika’da Robert de Niro oyuncu olarak sadece “italoamerican”ları canlandırmadı ya da sadece bununla anılmıyor. Almanya’da ise bu konularda çıta çok aşağılarda. Bu nedenle de bize daha çok görev düşüyor. 

“Filmlerde Klişeler Ön Planda”

Göç kökenli oyuncular hakkında ya da sinema yapım sürecinde ne tarz stereotipler etkili?

Maalesef daha klişe filmler ön planda. Bizlerin hikâyesini güzel yansıtan filmler çok az veya yok. O klişeler de bize zarar veriyor. Sanki göç kökenli babaların hepsi otoriter ve kızlarına zarar vermek istiyormuş gibi bir izlenim var. Bu klişeler tutmuyor, gerçek hayatı yansıtmıyor. Son zamanlarda bilhassa dijital yayın platformlarında “gangster rap” filmleri fazlalaştı. Eskiden Müslüman ya da göç kökenli kız, “Alman”la beraber diye bıçaklanırdı; şimdi Müslüman ailenin oğlu eşcinsel diye bıçaklanıyor filmlerde. Bunlar benim açımdan çok aykırı ve genellemeci imgeler. 

Biz bu bağlamda özgüvenli bir film yaptık; “Kanack Attack” isminde. İnsanlar çok sevdi. DVD’de 4 milyon insanla buluştu. Bu büyük ilgi, aynı zamanda ortada bir güç ve ihtiyaç olduğunu da görmemizi sağladı. Klişelerden uzak film ihtiyacını karşılamak gerekiyor. Bunun için Almanya’dakilere (aynı zamanda Türkiye’dekilere de), kendimizi daha iyi anlatmamız gerekiyor.

“Göç Kökenli İnsanlar İnanılmaz Derecede Çeşitli Hikâyelere Sahip”

Almanya ve Türkiye arasında çokça gidip gelen ve her iki ülkede de farklı projeler yapan biri olarak, iki ülke arasında sinema alanındaki farklılıkları nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Ben Türkiye’dekilerin bizlere bakış açısında bir sıkıntı görüyorum. “Almancı” nitelendirmesi ön yargıları tetikleyen bir kavram ve aslında daha çok hakaret olarak kullanılıyor. Amerika’dan gelenlere Amerikancı, Hollanda’dan gelene Hollandacı denilmiyor; Almancı vasfı sadece Almanya’dakilere has bir durum oluşturmuş. Bunun yanında Türkiye’dekiler, buradaki dertleri bilmiyorlar. 

Diğer yandan Almanya’da da bize yönelik bir bakış var. Entegrasyon karşılıklı bir durumken, entegre olması gereken sadece bizmişiz gibi bir ön kabul var. Çok açık bir şekilde ırkçılık ve ikinci sınıf insan muamelesi var. Bunlar karşısında ben buradaki Türk kökenlilerin, bazen agresif, bazen de mağdur psikolojisine girdiklerini gözlemliyorum. Genelde çoğunluk toplumun ağzına bal sürmeye ya da buharlaşmaya çalışıyorlar. Fakat ne kadar uyum sağlarsanız sağlayın, yarın ya da öbür gün polis sizi trende dış görünüşünüz nedeniyle ötekileştirip, kurt köpeğiyle uyuşturucu bulmak için üzerinizi arayabilir. 

Bütün bu gerilim ve klişeler hattında film ve oyunculuk yapmak çok zor. Ama gece olmadan yıldız da parlamaz. Bizim doğrusunu anlatmamız, bunun için de birbirimize destek olmamız gerek. Ben Almanya’da yerleşik ve Türklerin çoğunlukta olduğu dinî, siyasi, ideolojik kuruluşların burayı merkeze alan bir düşünce biçimi geliştirmediğini gözlemliyorum. Bu kurumsal destek, çok da yaygın bir şekilde gerçekleşmiyor yani. 

Göç kökenli insanların film ve sinema branşındaki avantajı, renginin fazla olması ve inanılmaz derecede çeşitli hikâyelerinin olması. Sinemada çeşitlilik ve sesimizin duyulması anlamında zorluklara rağmen kapıları araladık. Ama hâlâ kendimizi istediğimiz gibi ve doğru ifade edebilmiş değiliz. Sinema yapmak isteyen gençler, maddi sıkıntılardan dolayı böyle bir Don Kişotluğa girişmekten imtina ediyorlar. 

“Hikâyelerimizi Evrensel Bir Matematikte Anlatırsak Bütün Dünyanın Anlayacaktır”

Burada yetişen göç kökenli gençlerin sinema ilgilerini Türkiye’deki mi, yoksa Almanya’daki dinamikler mi şekillendiriyor sizce?

Bence biz Almanya’da yeni bir tür olduğumuzu kabullenmeliyiz. Kendimizi Kölnlü, Berlinli, Hamburglu olarak tanımladığımız, lokal bir bağlamın içerisindeyiz. Türkiye’den Almanya’ya dönerken çocuklar artık, “Eve dönüyoruz” diyorlar. 

Bu açıdan bakıldığında bizim artık yaşadığımız ülkelere yatırım yapmamız lazım. Türkiye inanılmaz bir kulis, inanılmaz güzel hikâyeler var. Bunu evrensel anlatanların Cannes ya da Berlin’de ödüller aldığını gördük. Ama Almanya’daki göç kökenlilerin renkleri de henüz anlatılmadı. Her ne kadar bir “göç sineması” olsa ve birçok eser ortaya çıksa da, doktora tezleri, ödüller doğsa da, bu “doğru” imgenin yansıtıldığı anlamına gelmiyor. Çünkü anlatanlar, bizim gözümüzden anlatmıyor. Bizim gözümüzden anlatmak ise bize düşüyor. 

Farklı ülkelerdeki azınlık grupları, örneğin Bollywood ya da Kore gibi anavatanlarından esinlenip eserlerini nasıl dünyaya duyurabiliyorsa, biz de bunu yapabiliriz. Çünkü bize has bir melankoli var. Elbette arabeskimizde boğulmak doğru değil; ama hikâyelerimizi daha evrensel bir matematikte anlatırsak bütün dünyanın anlayacağını düşünüyorum. 60’lı yıllardan itibaren “Susuz Yaz”, “Yol”, “Kuyu” gibi filmler bu gerçeği doğruluyor. Demek ki biz de herkesin anlayabileceği filmler yapıyoruz.  

“Arka Planda Güçlü Mesajlar Üretmek Konusunda Hevessizlik Hâkim”

Biraz da sinemanın değişiminden bahsetmek istiyorum: Sosyal medyanın ve tüketimin hızlandığı bu çağın sinema üzerinde etkisi nasıl oldu sizce?

Şimdi sinema filmleri sosyal medya seviyesine düştü. Anlatımlar daha basit, kafaların yorulmadığı, genel kitleye hitap eden ürünler var. Ben çözüm sunan, uyandırmaya yönelik filmler seviyorum. Suya sabuna dokunmayan filmlerle barışamıyorum. 

Bir de bana kalırsa gençleri sürekli kamera önüne teşvik etmek yerine yazmak ve üretmeye yönlendirmek gerekiyor. Şu an gençlerin oynamak isteyeceği metinler yok; çünkü sürekli klişeler üzerinde dönüyor metinler. Türkiye’de ahlaki değerleri çöp eden mafya dizilerini hatırlayın. Kaç kişinin bunlara özenip öldüğünü, öldürdüğünü, şiddetin nasıl kutsandığını hatırlayın. Neticede esas mesele oynamak değil, üretmek. Bana kalırsa sosyal medyada gençler bir “ekran yüzü” olmaya hevesleniyorlar; arka planda güçlü mesajlar üretmek konusunda ise hevessizlik hâkim.

Bu bağlamda genç yeteneklere ne önerirsiniz?

Kişi önce bir insan olarak olgunlaşmalı. En büyük eğitim aracı sanattır. Ama sanat, sadece sinema da değildir. Picasso’nun “Guernica” eserini hatırlayın; bu eser binlerce insanı katleden Francisco Franco’ya bir başkaldırıdır.

Sanat sinemadır, edebiyattır, üretimdir ve çok daha fazlasıdır. Bugün Almanya’daki Türk gençleri sanata egolarıyla, narsisizmle, öfkeyle ya da mağdur kafasıyla değil; olgun bir kimlikle yönlenebilirlerse oradan bir şey çıkar. Bunun için de önce hayatın tecrübe edilmesi, o tecrübenin damıtılması gerek. Bugün Sokrates’ten kopyala-yapıştırla “üretilen” her şey, yarın unutulmaya mahkum. Çünkü kendi tecrübesini yaşamayan kişi, o hikâyeyi de otantik ve kalıcı bir biçimde anlatamaz. 

Avrupa’da doğup büyüyen nesli motive eden çok fazla insan yok. Bizim ihtiyacımız olan, bizim neslimizin yarım ya da kusurlu değil; bir “bütün” olduğunu öz güvenli bir şekilde yansıtan rol modellerdir. Sanat, burada gençlere özgüven vermenin yollarından bir tanesidir. 

“Ben kimim? Ne istiyorum? Ne için yaşıyorum?“ gibi soruların sorulmasına vesile olacak filmler üretmemiz gerek. Ve her şeyden önce “bizden” olsun ya da olmasın herkese faydalı olmayı hedeflememiz şart. O zaman zaten sizin bir şey demenize gerek kalmaz, hayatınız ve duruşunuz sizin adınıza konuşur. 

Hatice Çevik

Hochschule-Niederrhein’da yüksek lisans İletişim Tasarımı öğrencisi ve illüstratör olan Hatice Çevik Perspektif redaktörlerindendir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler