Yasemin Şamdereli: “Öznesi İnsan Olan Bir Hikâyenin Anlatıcılarıyız”
Yasemin Şamdereli, Almanya’da yaşayan bir yönetmen ve senarist. “Almanya – Willkommen in Deutschland” isimli sinema filminden önce televizyon filmleriyle de çeşitli ödüller kazanan Şamdereli ile “hikâye anlatıcılığı”nı konuştuk.
Film ve kültür sektörüne yeni bir bakış açısı getiren ilk göçmenlerden birisiniz. Geriye dönüp baktığınızda ne hissediyorsunuz? Karşılaştığınız fırsatlar ve zorluklar nelerdi?
Başlangıçta benim açımdan her şey yolunda gittiği için şanslı olduğumu düşünüyorum. Liseden sonra Münih Film Yüksek Okulu’nda okumaya başladım. Daha sonra doğrudan televizyon filmleri yapma şansım oldu. Bu yüzden geçmişte herhangi bir zorlukla karşılaştığımı söyleyemem, ama iyi imkânlara ve bolca desteğe sahip olduğumu söyleyebilirim. Televizyon filmlerinden sinema filmlerine geçişimin ilk adımlarını da bu sayede attım.
Tabii ki bu geçiş uzun zaman aldı ve her zaman o kadar da kolay olmadı. Kendimize partnerler bulmak için savaşmak zorunda kaldık. Çünkü o dönemdeki baskın görüş, göçün dramatik bir şekilde anlatılması ve görünürdeki problemlere odaklanılması gerektiği yönündeydi. “Almanya – Willkommen in Deutschland” isimli filmimizde karşılaştığımız zorluklardan biri buydu. Ancak bu bakışımızı heyecan verici bulup bize şans tanıyan insanlar da oldu. Şunu da unutmamak lazım ki film çekmek gittikçe pahalılaşan bir anlatı biçimi. Bu yüzden de maddi açıdan oldukça külfetli.
“Sahip Olduklarınızla Çalışmaya ve Yaptığınız İşe İnanmaya Devam Etmelisiniz”
Bir röportajınızda esprili bir şekilde “Almanlar Türkler hakkında Türklerden çok daha fazla şey bilirler.” diyorsunuz. Bu klişelerle nasıl başa çıkmak gerek?
Hikâye anlatımındaki tutkunuz ve bu yola neden girdiğinizi unutmamak size motivasyon ve dayanıklılık sağlıyor. Tabii başka bir iş yapmak istemediğinizden eminseniz. Ben bu temel özün, sonradan elde edilecek bir şey olmadığına inanıyorum. İnsanın içinde olmalı. Bir sonraki adım bir hikâye yakalayıp onun neden bu kadar etkileyici ve anlatmaya değer olduğunu kesin olarak bilmekten geçiyor.
Hikâyenizden şüphe etmenize neden olacak engeller ve insanlar her zaman olacaktır. Ama ben bunun her şeyden çok içinizdeki büyüyle alakalı olduğuna inanıyorum. Bütünü temsil eden hücre, aynı zamanda bu büyüdür. O zaman hedefe yönelmiş küçük bir nükleer santral gibi işlersiniz. Her şeyin yolunda gitmediği günler ve süreçler elbette yaşanacaktır. Ama film çekmek her zaman bir takım çalışmasıdır. En iyi ihtimalle sizi teşvik eden ve dengeleyen bir ortağınız olacaktır. Gözleme dayanan ve bundan başka şansı olmayan bütün meslekler aynı zamanda birer savaş alanıdır. Savaş alanında ise her zaman kavga vardır. Bazen büyük, bazen de küçük bir ekibe dâhil olmak işinizi kolaylaştırabilir. Sahip olduklarınızla çalışmaya ve yaptığınız işe inanmaya devam etmelisiniz. Ne yazık ki başarmanın başka bir yolu yok.
“Kişi Kendine Ait Olanı Bulmalı”
Göçmen çocuklarının eğitim oranının çok da yüksek olmadığı bir kuşaktan geliyorsunuz. Özellikle sanat ve kültür gibi sektörlerin bu nesilde çok ilgi görmediğini de söyleyebiliriz. O dönemi, örneğin üniversite yıllarınızı nasıl hatırlıyorsunuz?
Üniversite zamanı bence bir meydan okuma zamanı. Çünkü o dönem, belli isteklerin de olduğu bir dönem. Benim için en zor olanı bu istekleri bir kenara bırakarak yapmak zorunda olduklarıma odaklanmaktı. Bence başarı, insanın kendine olan inancına bağlı. İnsanların inandığı, arayıp bulduğu şeylerden tamamen farklı olarak siz kendinize ait olanı bulmak zorundasınız.
Mesela mezuniyet çalışmam, göçmen bir aileye mensup olmamla ilgili değil; sadece şahsımla ve neleri komik ve ilgili çekici bulduğumla ilgiliydi. Daha önce pek de iyi olmayan tecrübelerim olmuştu. Bu kötü tecrübeler yüzünden bu işi yapacak yeteneğe sahip olmadığıma inanmaya başlamış ve kendimi kapatmıştım. Ama sonradan düşündüm ki, bir film daha çekecek olsam yine komik bulduğum şeylere odaklanırdım. O zaman başka insanların ne düşündüğünü umursamamaya başladım. Film, kendi özgün üslubuyla bir başarı elde etmiş ve bu başarı gözlerimi açmıştı. Bence esas mesele, kendinizi ve tutkulu olduğunuz şeyi bulmanız. Bu hissiyat size, işinize ve hikâyenizin seyircisine de yansır. Bütün mesele her defasında anlatacağınız hikâyeyi; insanı güldüren, ağlatan ya da sinirlendiren anları bulmaktır. İnsan duygulara tutunmaya çalışır. Bunlar yazı, resim, film ya da müzik gibi farklı form ve yaklaşımlar olabilir.
“Hikâyenin Konusu Değişiklik Gösterse de Öznesi Her Zaman İnsandır”
Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Alman bir yönetmen olarak mı yoksa göç kökenli bir yönetmen olarak mı?
Dürüst olmak gerekirse bir film nihayetinde sadece bir filmdir. Örneğin “Almanya – Willkommen in Deutschland” filmimde esas mesele, izleyicinin neşe hissetmesi ve aynı zamanda “yabancı” ve “yabancı olmak” perspektifini anlayabilmesiydi.
Kendini belirli kategorilere koymak, bana kalırsa çekmecelere sıkışmak demek. İsteyen herkes bu kategorilerden faydalanabilir. Ancak şahsen bu tarz sınıflandırmaları doğru bulmuyorum. Çünkü biz hikâye anlatıcılarıyız. Bu hikâye göçle de alakalı olabilir futbolla da; ama öznesi her zaman insandır.
Çok sayıda “Türk-Alman” film festivali düzenleniyor. Bu filmlere özel festivaller olması ne kadar gerekli ve bu durum fayda mı, yoksa zarar mı getiriyor?
Ben sadece bunun sübjektif bir şey olduğunu söyleyebilirim. Benim görüşüm her yönetmenin iyi bir film festivalinde yer almak isteyeceği yönünde. Örneğin kadın film festivalleri de bu açıdan çok zor durumda. Bu festivallerin hepsinin yaşam hakkı var. Bir konuyu kendi içerisinde kategorize etmek de iyi olabilir. Aynı şekilde Türk film yapımcıları da yılın birkaç gününde kendi sanat festivallerini yapma hakkına sahip olmalı. Şahsen kendimi herhangi bir sınıflandırmaya tabi tutmak istemiyorum. Bu sınıflandırmayı olumlu ya da olumsuz bir şey olarak değerlendirmek de istemiyorum.
“Film ve Dizilerdeki Kadrolarda Farklılıklar Güçlü Bir Şekilde Desteklenmeli”
Göç kökenli film yapımcılarının filmlerinde yalnızca göç, entegrasyon ve misafir işçilik gibi konuları ele almasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve son zamanlarda bu anlamda bir değişimden bahsetmek mümkün mü?
Henüz büyük bir değişim olduğunu düşünmüyorum. Değişimin oldukça yavaş ve yorucu bir şekilde gerçekleştiğini de söylemeliyim. Bu durum kendilerini sürekli açıklamak zorunda kalan oyuncular açısından da tam bir felaket. Örneğin doktor rolünde oynamak isteyen bir Türk oyuncu bu hakkını her defasında savunmak zorunda kalıyor. İzleyicinin bu durumu fark ettiğini ya da böyle bir talebi olduğunu düşünmüyorum. Bu daha çok redaksiyonlarla ilgili. Belli pozisyonlardaki insanlar bilerek veya bilmeyerek bu klişelere hizmet ediyorlar. Ama tüm bu tartışmaların şu anda ve doğru bir şekilde yapılıyor olması da iyi bir şey. İnsanların nadiren ve sadece kalıplaşmış temsil formları içinde mevcudiyet gösterdiğinin artık anlaşılması lazım. Her ne kadar bazı küçük adımlar atılmış olsa da radikal bir değişim yaşanmadığı için mevcut durum pek tatmin edici değil.
Film ve dizilerdeki kadro neye göre belirlenmeli ki ortaya orijinal bir hikâye çıksın?
Farklılıklar çok güçlü bir şekilde desteklenmeli. Aksi takdirde kadro ne kadar otantik olursa olsun konular klişelere hapsediliyor. Ayrıca elde ettiğiniz görüntülerin ne kadar renkli olduğu da önemli. Benzer klişeleri bilim kanallarında da görebiliyoruz. Örneğin programların kaç tanesi erkekler, kaç tanesi kadınlar tarafından sunuluyor? Kaç kadın mühendis ya da orkestra şefi görüyoruz? Eğer çeşitlilikten bahsedeceksek engelli insanların da filmlerde yer alması gerektiğini kabul etmeliyiz ve bu film bir drama filmi olmak zorunda değil.
Bence esas soru şu: Büyük resmi gerçeklikle daha uyumlu bir hâle nasıl getirebiliriz? Gerçeklik karmaşıktır. Bu yüzden birçok insan karmaşadan kaçınarak daha basit yöntemleri ve cevapları tercih ediyor. Oysa farklı insanları gösterip yeni hikâyeler anlattığınızda, yani bir meydan okuma yapabildiğinizde her şey daha heyecan verici olur. Şu an her şeyin tek bir konudan ibaret olduğu bir zamandayız. Bense, bizim gerçekliğimizin, üzerinde düşünmeyeceğimiz kadar karışık ve renkli olması gerektiğini düşünüyorum. Güzel anlattığımız her şeyi seyirci de kabul ediyor.
“Hikâyeler Anlatmak Bir Ayrıcalık”
Film çekmek bir çeşit aktivizm olarak görülebilir mi?
Bence film ve sanat, sadece kendisi için var olan şeyler. Bu sanatın aktivizme hizmet etmesi, hatta politize olması gerektiğini düşündüğünüzde, ona biraz da ihanet etmiş olursunuz. Film, her şey olabilir, ama sadece o şey olmak zorunda da değildir. Bu noktayı önemli bir başlangıç olarak görüyorum. Bir yönetmen şunu ya da bunu anlatmak zorunda değildir. Siyasi olmak ya da geçmişinden bir şey aktarmak zorunda da değildir. İnsan, film ve sanat; bunlar ne iseler, odurlar. Hikâyeler anlatmak ve bu hikâyelerle meşgul olmak bence bir ayrıcalık. İnsanı bu kadar zenginleştiren, ilham verici, fantastik ve dokunaklı bir alanda çalışma şansına sahip olduğum için kendimi çok ayrıcalıklı hissediyorum.
Henüz yolun başında olup sizinle benzer şeyler yaşayan genç yönetmenlere ne önerirsiniz?
Bu yolun yaralayıcı ve yorucu olduğunu biliyorum. Ama mümkün olduğunca bu olumsuzluklara takılmadan sadece yapılan işe odaklanmalılar. İnsanları değiştiremezsiniz. Ama verdiğiniz cevapları değiştirebilirsiniz. Kendinizi belli konularla kısıtlamayın. Bunun her zaman mümkün olmadığını biliyorum; ama vazgeçmemek de yeterli. Daha fazla ilerleyemediğiniz durumlarla karşılaşmak da yolun sonu değil. Önemli olan insanın isteğini koruması. Belki bir süre vazgeçip sonra tekrar başlayabilirsiniz. Bu da olabilir. Herkes zaten size çok fazla baskı yaparken sizin de kendinize bunu yapmanıza gerek yok.