Ulusal Kategorilerin Ecinnileri Olarak Göçmenler
Farklı kültürlerden insanların karşılaşmasında sancılar olabilir. Fakat bu karşılaşmaların sancısını sadece “göçmen”lere dair bir sorun olarak görme konforunu sorgulamak gerekiyor.
Hemen hepsi bir dönem Britanya İmparatorluğu’nun sömürgesi olmuş, 2 milyara yakın insanı barındıran 54 bağımsız ülkenin üye olduğu, 1926 yılında temelleri atılan ve sonrasında adım adım bugünkü şeklini alan İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth of Nations) bir anlamıyla sömürgeciliğin sona ermediği, fakat şekil değiştirerek devam ettiği yönündeki argümanlar açısından abidevi bir yapı. Manchester doğumlu genç yazar Anita Sethi, bu örgütün 2018 yılında düzenlenen yıllık toplantısına konuşmacı olarak katıldığında başına gelenler bu örgütün işaret ettiği tarihe dair tartışmalar açısından da önemliydi.
Sethi, Kraliçe’yi temsilen toplantıya katılan Prens Charles’a “sözleşmeli kölelik” (İng. “indentured servitude”) dönemine dair bir kitap hediye etmek ister. 1833 yılında Britanya İmparatorluğu köleliği kaldırmak zorunda kalınca oluşan işgücü ihtiyacını sözleşmeli kölelik olarak anılan yeni bir “göç” rejimi kurarak çözmeye yönelir. Buna göre, sömürge yönetimi altında olan bölgelerdeki yerel topluluk üyelerinden “gönüllü” olanlar beş yıllık kontratlarla ve maaşlı olarak işgücü ihtiyacı duyulan, Karayip Havzasındaki şeker plantasyonları gibi diğer bölgelerde istihdam edilmeye başlanır. Talep etmeleri hâlinde bir beş yıl daha uzatılabilen kontratlar bittiğinde ise “gönüllü kölelerin” yolculuğa başladıkları limanlara geri dönmeleri şart koşulmuştur.
“Manchersterlılara Pek De Benzemiyorsunuz”
Sethi’nin hediye etmek istediği kitap, Guyana doğumlu annesinin aile tarihine de değen “sözleşmeli kölelik” dönemine dair hikâyelerden oluşan bir antolojiydi. Prens kitapla pek ilgilenmedi, Sethi’ye nereli olduğunu sordu. Sethi, Manchesterlı olduğu söylediğinde ise yersiz bir gülümsemeyle, “Pek de benzemiyorsunuz” dedi ve kendisini selamlamak için bekleyen bir başka kişiye döndü. Toplantının mahiyetiyle birlikte düşünüldüğünde bu tuhaf espri, Kraliyet Ailesi üyelerinin zaman zaman sergilemekten çekinmediği ırkçı davranışlar listesine eklenmiş oldu. Sonrasında konu üzerine Guardian gazetesine, “Sevgili Prens Charles kahverengi cildimin beni gayri-Britanyalı yaptığını mı düşünüyorsunuz?” başlıklı bir yazı kaleme alan Sethi, duygularını “şaşkınlık, aşağılanma ve öfke” olarak ifade ediyor ve “Britanyalı biri neye benzer?” sorusu etrafında Prens’in tavrını eleştiriyordu.
Evet, Sethi’nin annesi Guyana doğumluydu, fakat ailesinde İngiliz Milletler Topluluğu üyesi dört farklı ülkeden insanlar da vardı. Kimin nereden geldiğini anlamak üzere Guyana’daki arşivlere girdiğinde kayıtların sömürge rejimi tarafından yok edildiğini görmüştü. Dolayısıyla “Nerelisin?” sorusuna Prens Charles’ı tatmin edebilecek bir cevap vermesi, bizzat soruyu soranın ataları tarafından olanaksız kılınmıştı. Geriye bir tek doğduğu ve büyüdüğü Manchester kalıyordu ve Sethi’ye göre işte tam da bu yüzden günümüz Britanya’sında yaşayan herkesin – prens dahi olsa- tarih dersi alması gerekliydi. Bu nedenle de yazısını tamamlarken, Seylan’dan kaçarak Britanya’ya sığınmış ve uzun yıllar “Irk İlişkileri Enstitüsü” başkanlığı yapmış bir Tamil olan Ambalavaner Sivanan’nın, “Biz buradayız, çünkü siz oradaydınız” sözünü hatırlatarak noktalıyordu.
“Buralı” Sayılmak İçin Ne Yapmak Gerek?
Prens Charles için Sethi’yi yeterince Manchesterlı yapmayan nedir? Kuşkusuz görünüşü ya da daha doğru bir ifadeyle görünüşünün işaret ettiği buralı olmama hâli. Sethi’nin “renkli” (etnik beyazlar dışındaki topluluklara üyeliğe işaret eden bir hüsnü tabir olarak İngilizce “coloured” sıfatının tercümesi) görünüşü bir anlamda varsayılan aidiyetinin kuyruğu olarak atalarının kayıp tarihinden uzanıp peşine takılıyordu.
2006 yılında katıldığım bir yaz okulunda Vural Öger, benzer bir anısını iç çekerek aktarmıştı. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) temsilcisi olarak Avrupa Parlamentosu’nda katıldıkları bir toplantı dönüşü uçak iniş yaptığında hava oldukça yağmurludur. Partiden bir arkadaşı sırtına dokunarak, Öger gibi güneyden gelen ve dolayısıyla güneşli havalara alışık (olması gerektiğini varsaydığı) birinin bu durumdan şikayetçi olacağına dair kendince bir şaka yapar. Öger bu şaka karşısında ne diyeceğini bilemediğini, bir öğrenci olarak 1960’larda geldiği Almanya’da “buralı sayılmak için” Avrupa’nın en yüksek siyasi yapısında Almanya’yı temsil eden bir milletvekili olmaktan daha başka ne yapılabileceğini düşündüğünü söylemişti. İngiliz Milletler Topluluğu örneğinde, dünyadaki 2 milyara yakın insanı birbiriyle ilişkilendirebilen derin bir sömürgecilik tarihinden günümüze uzanan ulus devletler rejimi, aidiyetleri tabiiyetler (vatandaşlıklar) üzerinde sabitleyerek kim olduğumuzu açıklama yetkisini bize pek de söz bırakmadan yüklenmiş oldu.
“Ulus Devlet” Gözlüğüyle Bakmak
Her iki vakada da insan kültürüne ve toplumlarına dair her şeyi ölçmede ulus-devleti ve sınırlarını tek ölçüt olarak kullanmanın getirdiği yöntemsel bir körlük söz konusu. Söz gelimi, neden göç dediğimiz şey illa iki ülke arasında olmalı? Türkiye’de bir köyden Avrupa’nın farklı ülkelerine göç etmiş, farklı şehirlerde dernek kurmuş insanlar, sonrasında Türkiye’de iç göçle büyük şehirlere yerleşmiş ve oralarda dernek kurmuş akrabaları, sonrasında beraber yazlık edindikleri sayfiye yöreleri ve tüm bu yereller üzerinden oluşan ve sadece o topluluğun hareketliliğinde bir bütünlük oluşturan coğrafyalardan bahsetmek mümkün değil mi? Konuya sadece “ulus devlet” gözlüğüyle baktığımızda göçmenler ve onların yaşamlarına dair birçok mesele görünmez kaldığı gibi, tesadüfen gözümüze ilişenlerin ise “anormal” olarak yaftalanması çok güç olmuyor.
Bu yöntemsel körlüğü açıklamak üzere öncelikle ulus devletleri şöyle düşünmek mümkün: Tabiiyetimiz bir dayanışma topluluğu olarak ulus kategorisine aidiyetimizi teyit ediyor. Bu üyeliğe dair kurulan tarihsel anlatı ve siyasal temsilcimiz olarak irademizi delege ettiğimiz devlet aracılığıyla bir hukuk oluşturuyor ve andığım dayanışmayı coğrafi bir sahaya hükümran kılıyoruz. Böylece sadece kendimize ait bir mıntıka (vatan) oluşturuyoruz. İşte tam da bu nedenle “göçmenler” gibi bu kurguya “yabancı” bir olguyla karşılaştığımızda bunu garipsiyor ve onun ayrıksılığını ister asimilasyoncu (1930’lar), ister çok-kültürcü (1980’ler) ya da entegrasyoncu (2000’ler) olsun, yerlileştirerek (İng. “naturalization”) ya da etkisizleştirerek (İng. “neutralize”) pansuman edecek araçlar peşine düşüyoruz. Çünkü bir ulusa tabi olanın bir diğerine aidiyeti olamayacağını, olmaması gerektiğini düşünüyoruz.
Farklılığın Sancısını “Göçmenler”e Yüklemek
Liisa Malkki’nin işaret ettiği üzere dünyaya böyle bir gözlükle baktığımızda bir ulus devlete ait olmayan her şey patolojik bir mesele olarak görünür. İster Oscar Handlin’in “Yerinden-Edilmiş” (1951), ister Paul Sie’nun “Misafir” (1951) karakteri olsun; ulus devletin çizdiği kategoriler arasında kalan göçebelerin (Romanlar), göçmenlerin ve mültecilerin bize olan dışsallığı bu patolojiye dairdir. Bu nedenle uzunca bir dönem göçmenler ile ilgili derlenen çalışmaların “İki kültür/dünya arasında” (İng. “Between the Cultures/Worlds”) olarak isimlendirilmesi şaşırtıcı değildir. Tam da bu nedenle Prens Charles, hakkında hiçbir şey bilmediği Sethi’nin Manchesterlı olamayacağına son derece emindir. Arkadaşı, 50 yıldır yaşadığı Almanya’da Öger’in yağmurlu havalara hâlen alışamamış olacağı konusunda şüphe duymaz. Kuşkusuz farklı kültürlerden gelen insanların karşılaşmalarında sancılar olacaktır; fakat bu karşılaşmaların sancısını sadece göçmene dair bir sorun olarak görme konforunu sorgulamıyor olmamız da bir meseledir. Hele ki göçmenler gelmeden önce de ulus kategorisinin homojen bir bütünlük oluşturmadığının altını çizersek.
Sosyal bilimlerde insana dair olguları anlamak üzere ulus-devlet kategorisinin yegâne ölçüt olarak kullanılmasına dair gelişen “yöntemsel milliyetçilik” eleştirisi, göçmenlerin arasına sıkıştığı aidiyet ve tabiiyet ikiliğini doğru anlamamız açısından önemli. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde araştırmalara konu olan ve farklı göçmen topluluklar arasında bir sıralama da kuran “uyum eksikliği” (İng. “integration deficit”) kavramı bu anlamda manidar bir tartışma konusudur. Uyum neye göre ve nasıl ölçülebilir? Sethi ve Öger’in aktardığı karşılaşmalar da bir “uyum” sorunu olarak görülebilir mi? Bu soruları sorabileceğimiz bir konum mümkün mü?
“Arada Alanlar” Üzerine Düşünmek
Elif Şafak, Temmuz 2010 tarihinde, “Kurgunun Politikası” başlıklı bir TED konuşması yaptı. Kendi biyografisinden doğru anlatıların dünyayı anlamamızda ne kadar önemli olduğunu tartışan Şafak, konuşmasının sonuna doğru ilginç bir bilgi aktarıyordu:
“Aranızda İstanbul’u bilenler büyük ihtimalle Topkapı Sarayı’nı da görmüşlerdir. 400 yıldan uzun bir süre boyunca Osmanlı Sultanları orada ikamet etmişlerdi. Sarayda, en gözde cariyelerin bulunduğu bölmelerin hemen dışında binaların arasında ‘Cinlerin Meşveret Yeri’ denilen bir yer vardır. Bu kavram benim çok ilgimi çekiyor. Bir şeylerin arasında kalan bölgelere bizler genellikle pek güvenmeyiz. Onları belirsizlik simgesi olarak alma ve dumansız ateşten yapılmış ‘cin’ denilen doğaüstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme eğilimindeyiz.”
Göçmenleri aidiyet ve tabiiyet aralığında, ulusal kategorilerin adeta ecinnileri olarak betimleyen anlatının her şeyden önce politik bir kurgu olduğunu kabul ederek tartışmaya başladığımızda bu “arada alanlar” üzerine farklı düşünmenin de mümkün olacağını sanıyorum. Başka bir yazının konusu olarak, belki de “arada olan” göçmenler değil; sınırları çok keskin çizilmiş kutular içinde sıkışmış olanlar bizleriz.