“Almanya Bana Aidiyet Duygusunu Vermekte Biraz Gecikti”
Vatan nedir? Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenliler için vatan neresi? Türkiye mi yoksa yaşadıkları ülkeler mi? Her ikisi birden mi ya da hiçbiri mi? Perspektif, “Benim İçin Vatan...” cümlesindeki noktaları tamamlamaya davet ediyor. Perspektif’in “Vatan Nedir?” serisinin ilk yazısında Yaşar Aydın, kendi “vatan” tecrübesini anlattı.
Vatan neresidir? Doğduğumuz yer mi, doyduğumuz yer mi? Ve vatan deyince ne anlıyoruz – doğduğumuz ya da yaşadığımız ülkeyi, kenti, semti ya da köyü mü? Bu soruları cevaplamaya “vatan” kavramının kısa bir tarihçesiyle başlayalım. Modern zamanlar öncesinde “vatan” dendiğinde kişinin doğduğu ve yaşadığı yer anlaşılıyordu: Köyü, kasabası ya da kenti. “Vatan” düşüncesi somut bir coğrafya ile sınırlıydı. Ancak 18. yüzyıl sonlarında başlayan, Fransız Devrimi ile siyasi anlamda daha derin bir boyut kazanan modernleşme ile birlikte, “vatan” kavramı daha soyut bir düzlemde ele alınır oldu. Egemenlik alanı ve sınırları daha kalın çizgilerle belirlenmiş bir devletin ve ulus devlet anlayışının yerleşmesi sonucu “vatan” daha geniş ve soyut bir coğrafyaya yayıldı. Vatan denince artık ait olunan ulus-devletin sınırları dahilindeki topraklar, yani kocaman bir ülke anlaşılır oldu.
“Vatan İnşası”
Bizim tarihimizde de, cumhuriyete, yani çok uluslu ve üç kıtaya, dolayısıyla geniş bir coğrafyaya yayılmış bir imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde devletin toprakları, yani siyasi coğrafya kutsallaşarak “vatan”a dönüştü. Söylediklerimizden de anlaşılacağı üzere, modern ulus-devlet inşa sürecinin önemli bir bileşeni de “vatan inşası”dır. Yani ulus devletin üzerinde yükseldiği coğrafyanın kutsanması ve yüceltilmesi süreci. Türkiye düzleminde bu on dokuzuncu yüzyıla tekabül eder. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru imparatorluğun vatan kavrayışı oluşur, Memalik-i Şahane Misak-ı Milli’ye dönüşür.
Ancak 19. yüzyıldan itibaren daha soyut ve yayılmacı “vatan” anlayışları da mevcuttur. Örneğin bütün Grek’lerin yaşadığı coğrafyanın birleşmesini arzulayan Pan-Helenizm, ya da bütün Slav halklarını bir devlet çatısı ve tek bir bayrak altında birleştirmeyi hedefleyen Panslavizm. Türkiye bağlamında ise Pantürkizm deneyimi duruyor tarihin sayfalarında ve birçoğunun hafızasında. Türkçü Ziya Gökalp, Pan-Türkçü olduğu dönemlerde “vatanın” sınırlarını bir hayli geniş tasavvur etmekteydi.
Peki vatanın sosyolojik tanımı nedir? Vatan, kişinin içinde bulunduğu ortamda geçerli olan davranış ve düşünce kalıplarına aşina olduğu yerdir. Eğer yaşadığınız ülkedeki duygusal iklimle uyum içinde iseniz, kendinizi oraya ait ve güvende hissediyorsanız, orası sizin için sosyolojik anlamda da vatandır.
Aidiyet ve Yabancılaşma
Göç koşullarında ise durum biraz farklıdır. Doğduğunuz, büyüdüğünüz, düşünce ve davranış kalıplarına aşina olduğunuz ve kendinizi ait hissettiğiniz ülkede dışlanmaya, ayrımcılığa maruz kalabilirsiniz ve yabancılaşmak suretiyle söz konusu ülkeye duyduğunuz aidiyet hissi zayıflayabilir. Yabancılaşma hissi, çoğunluk toplumuna mensup olduğunuz ülkenizde de ortaya çıkabilir.
Örneğin Almanya’da yaşayan birçok Türk’e “‘Vatan’ deyince aklınıza hangi ülke geliyor?” diye sorduğunuzda ağırlıklı olarak Türkiye cevabını alırsınız. Bu, çoğu kez çoğunluk toplumu tarafından kabul görmeme, dışlanma ve ayrımcılığa maruz kalmanın bir sonucudur. Ve sadece Türklerde rastlanılmayan bir durumdur.
“Vatan” benim için, yani doğduğu topraklardan dört yaşında ayrılmış, Almanya’da büyümüş biri için, ne ifade ediyor? Neredeyse bütün hayatım Almanya’da geçti. Bu süre içinde tarihimi, kültürümü ve dilimi, yani Türkçeyi, vatan edinmeyi öğrendim. Vatanımı zihnimde taşıdım. Ancak bir de müşahhas ve mücessem bir vatan vardı hep: Türkiye. Fırsat buldukça gittim, fırsat çıkmadığında yarattım.
Başlangıçta bir nevi “gurbette” bulunma, iğreti olma hissi ağır basıyordu bende, her ne kadar buradaki hayatımı zengin bir tecrübe olarak yaşasam da. Almanya, bana kuşkusuz çok şey kazandırdı. Ancak gücümü köklerimden aldım. Köklerimden, yani Türk kültüründen, dilinden, musikisinden, Türk insanından.
Almanya bana çok şey verdi: Güvenli bir yaşam, iyi bir eğitim ve yaşam standardı. Aidiyet duygusunu vermekte ise biraz gecikti sanırım. Onu en son elde ettim.
Çok iyi hatırlarım, “Türkiye’ye dönecek misin?”, “Nereden geliyorsun?” gibi sorular, “Türk olmana rağmen Almancan çok iyi” gibi “iltifatlar”, bende tam olarak buraya ait olmama hissi yaratıyordu. Belki de bütün bunların sonucu olarak, Almanya benim için uzun bir süre vatan yahut memleket değil, çalıştığım ve yaşadığım yer olarak kaldı. Biraz mesafeli durdum hep.
Sonra 1990’lı yıllarda Türk ailelerinin evlerinin kundaklanması, yabancı düşmanlığı, hep bu buraya ait olmama hissini canlı tuttu. Örneğin Alman futbol milli takımı beni pek heyecanlandırmıyordu, hatta bazen karşı takımı tuttuğum da oluyordu. Çünkü Alman arkadaşlarım, Alman milli futbol takımının “benim” de takımım olduğu hissini vermemişti bana.
Bu durum ilk kez İngiltere’de değişti. Almanya – Brezilya Dünya Şampiyonası final maçı öncesi bir Alman arkadaşımın bana “Sence biz mi kazanırız, Brezilya mı?” diye sorması ile değişiverdi Alman milli futbol takımına olan tavrım.
Dil ve Aidiyet
Doktora sonrasında ise konferanslarda Almanca sunum yapmam, Almanca makaleler, kitaplar yazmam, Almanca ile ilişkimi derinleştirdi. Almancayı “vatan” edinmeye başladım. Almancaya olan sevgimin, gönül bağımın güçlenmesi, Almanya’ya karşı aidiyet duygumun oluşmasına yol açtı.
Artık Almanya benim için ikinci bir vatan, çünkü buradaki özgürlük ortamından dolayı kendimi şanslı hissediyorum. Almanya’nın siyasal sistemi, demokratik yapısı bana güven hissi veriyor. Ve Almanya’nın kültürüne – siyasal ve sosyolojik yazınına – karınca kararınca katkıda bulunmam beni mutlu ediyor.
Ancak bu benim – bazen göçmenlerden beklenildiği gibi – Türkiye ile Almanya arasında bir tercih yapmamı gerektirmiyor. İki ülkeyi de seviyorum hatalarıyla sevaplarıyla beraber, kendimi hem Türkiye’ye hem de Almanya’ya ait hissediyorum. İki dili de seviyorum ve aynı anda iki kültürden de beslenmek istiyorum.
Her şeyden önce artık bir ya da iki ülkeye karşı güçlü bir aidiyet duygusu taşımanın, sağlıklı bir yurtseverlik duygusunun dünya insanı olmanın önünde bir engel olmadığını düşünüyorum. Hatta yerelliğin, yurtseverliğin ve aidiyet hissinin gerekli olduğu kanısındayım artık.
Dünyayı ve yeryüzündeki farklı kültürleri zenginleştirici bir deneyim olarak yaşayabilmek için bir ayağınızı sağlam bir şekilde yere basmalısınız diğeriyle dünyayı dolaşırken. Tıpkı semazenler gibi: Semazenin de kendi yörüngesinde düşmeden, sendelemeden dönebilmesi için bir ayağının sabit durması gerekmiyor mu?