Kebaba Yasak, Menüde Helal Yemeğe Boykot: Gastronomik Irkçılık
Yeni Zelanda’da iki camiye saldırarak 51 Müslüman’ı katleden ırkçı, kendisini “kebap sökücü” olarak tanımlamıştı. Almanya’daki ırkçı NSU cinayetleri kamuoyunda uzun süre “döner cinayetleri” olarak isimlendirilmişti. Nefretin gıda diliyle kendisini yeniden üretmesi “gastronomik ırkçılık” kavramını gündeme getiriyor.
Bir kültürü oluşturan en önemli unsurlardan biri, o kültüre ait yiyecek ve içeceklerdir. Başka bir deyişle her toplum veya medeniyetin kendine has bir yiyecek kültürü vardır. İnsanoğlu yaşamını devam ettirmek için öncelikle fizyolojik bir gereksinim olarak yiyeceğe ihtiyaç duyar. Ancak yiyeceklerin, sadece fizyolojik ihtiyaçlarla değil sosyal ve psikolojik dürtülerle de ilgisi vardır.
İnsanlar tarihsel süreç içerisinde öncelikle hayatta kalmak için yiyecek arayışına girmişlerdir. Ancak zamanla gelişen coğrafi, toplumsal, ekonomik ve teknolojik gelişmeler her bölgede farklı yiyecek kalıplarının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu nedenledir ki, sadece tüketilen yiyecek ve içecekler değil, bunların servis edilme şekilleri, tüketilme sıraları, hatta tüketilme nedenleri dahi bölgeden bölgeye ciddi değişiklikler göstermektedir.
Yiyecek kültürünün şekillenmesinde tarih boyunca yaşanılan toplumsal deneyimlerin, ilişki içine girilen başka kültürlerin, bölgede yetişen tarım ürünlerinin ve hayvansal doğanın etkilerinin büyük etkisi olduğu açıktır. Bunların yanı sıra inanç sistemleri, ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyleri de yiyecek kültürünü şekillendiren önemli unsurlardandır.
Göçebelikten Anadolu’ya Türk Mutfağı
Konuyla ilgili bir örnek teşkil etmesi açısından Türk mutfağının gelişim sürecini kısaca özetlemek faydalı olacaktır. Başlangıçta konar-göçer bir yaşam tarzı olan Türklerde hayvansal besinler doğal olarak ön plandaydı. Zira henüz yerleşik bir düzene geçilmemişti ve tarımsal faaliyetler oldukça sınırlıydı. Çoğunlukla at, koyun ve keçi eti tüketilir, bu hayvanlardan elde edilen süt ve diğer süt ürünleri çokça kullanılırdı. Tereyağı, peynir ve yoğurt vazgeçilmez ürünlerdi. Deniz, göl ve akarsu kenarlarında yaşamını sürdüren Türklerde balık da tüketilirdi. Balık avıyla ilgili hikâyeler, Türklerin en eski yazılı kaynakları olarak bilinen Orhun Abidelerinde de mevcuttur.
Çinlilerle iletişimlerinin güçlü olduğu dönemlerde pirinç tüketimi fazlaydı. Yerleşik hayata geçtikten ve özellikle Anadolu’ya yerleştikten sonra coğrafi şartlar sebebiyle temel tahıl ürünü buğday oldu. Et tüketimi devam etti. Sucuk, pastırma gibi et ürünleri de mutfaklarda yer alırdı.
İslam öncesinde kımız ve şarap gibi alkollü içkilerin tüketimi oldukça yaygındı. Hatta Marco Polo’ya göre Müslüman olmayan Türkler at kanı da tüketirlerdi. At ve eşeğin yanı sıra domuz etinin de tüketimi gayet normaldi. Ancak İslam dinini kabul ettikten sonra, Türklerin mutfak kültürü de İslam’a göre şekillendi. Bazı yiyecek ve içecek alışkanlıkları azaldı, bazıları ise tamamen terk edildi. Ayrıca İslam’a girdikten ve Anadolu’ya yerleştikten sonra başta Arap mutfağı olmak üzere komşu medeniyetlerin mutfakları da Türk mutfağının değişimine ve zenginleşmesine katkı sağladı.
Özetle Türk mutfağı, dinî inançlar, coğrafi, ekonomik ve toplumsal şartlar ve ilişki içine girilen diğer toplumların etkisiyle şekillendi, gelişti ve günümüze ulaştı. Türk mutfağı için özetlediğimiz bu tarihsel süreç, diğer dünya mutfakları için de aynen geçerlidir. Diğer dünya medeniyetlerinin mutfakları da benzer süreçlerden geçerek şekillenmiş ve günümüze ulaşmıştır.
Gastronomik Irkçılık Nedir?
İnsanların birbirlerinden farklı ten renklerine, farklı lisanlara, farklı inançlara sahip olmaları gibi, yukarıda sayılan sebeplerden ötürü her toplumun farklı yiyeceklerinin ve yeme içme alışkanlıklarının olması da son derece doğaldır. Doğal olmayan ise bu çeşitliliği küresel bir zenginlik olarak görmek yerine, yiyecek kültürleri arasında bir hiyerarşinin, bir üstünlük-aşağılık durumunun olduğuna inanmak, farklı kültürlerin yiyecek alışkanlıklarını küçümsemek ve ötekileştirmektir. Bu tutum ırkçılığın yiyecek kültürüne yansıyan boyutlarını ifade eden “gastronomik ırkçılık” kavramıyla açıklanabilir.
Tarih boyunca yaşanan göçler, göç eden ve göç alan toplumların mutfak kültüründe değişimlere ve gelişmelere sebep olmuştur. Bu durum göçlerin mutfak kültürüne olumlu katkısı olarak değerlendirilebilir. Ancak bu olumlu etkinin yanı sıra özellikle 20. yüzyılda Batılı ülkelere yönelen göç hareketleri sebebiyle gastronomik ırkçılığın da net şekilde ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Göç eden toplumların yiyecek alışkanlıkları küçümsenmekte ve yiyecekleri ötekileştirilmektedir. Özellikle Müslüman göçmenler, göç ettikleri ülkelerde yiyecek alışkanlıkları sebebiyle birçok olumsuz tutumla karşılaşabilmekte, Müslümanlar “yeme alışkanlıkları” üzerinden küçümsenebilmektedir.
Bu duruma birçok farklı örnek vermek mümkündür. İlk örnek olarak California State Üniversitesinde öğretim üyesi olan İbrahim el Marashi’nin çarpıcı tespitlerini paylaşalım:
“15 Mart 2019 tarihinde Yeni Zelanda’da iki camiye saldırarak 51 Müslüman’ı katleden Brenton Harrison Tarrant, kendisini ‘kebap sökücü’ (İng. ‘kebab remover’) olarak tanımlamıştır. Buna benzer bir kavramı, Bosna iç savaşında binlerce Müslüman’ı katleden Sırplar da kullanmış ve kendilerine ‘kebap temizleyicisi’ (İng. ‘kebab removalist’) adını vermişlerdi. Müslüman Boşnaklar, Sırplar tarafından ‘kebap’ olarak nitelendiriliyordu. Bu durumun tarihsel bir geçmişi de vardı. Sırpların bu anlamda sözleri olan bir şarkıları da mevcuttur.”
Bu satırlardaki üzücü ifadelere bakarak, Müslümanların yiyecek alışkanlıklarına yönelen olumsuz tutumların hem gastronomik ırkçılık hem de İslamofobi kapsamına girdiğini söylemek mümkündür. Özellikle son yıllarda Avrupa’da yaşanan gelişmeler, bu iki olumsuz tutumun içi içe geçtiğini net şekilde gözler önüne sermektedir. Özellikle Müslümanlar olmak üzere farklı kültürlere yöneltilen düşmanca tavırlardan, yiyecek kültürü de nasibini almaktadır.
Kebaba Yasak, Menüde Helal Yemeklere Boykot
Örneğin İtalya’da ulusal mutfak kültürünü koruma gerekçesiyle farklı kültürlere ait yiyecekler sunan işletmelere kısıtlamalar getirilmiş, hatta bu tür işletmelerin açılması engellenmiştir. 2009 yılında Lucca, Genoa ve Bergamo’da yabancı kültürlere ait yiyecekler sunan tüm restoranların açılması yasaklanmıştır. 2011 yılında Forte Dei Marmi’de, kebabın yanı sıra Çin ve Hint yemekleri sunan restoranlar ile etnik nitelikli diğer restoranların açılması yasaklanmıştır. Aynı yıl Cittadela Belediye Meclisi, kebap satmak isteyenlere lisans verilmesini durdurmayı içeren bir yasayı kabul etmiştir. 2016 yılında Verona’da, etnik gıda hazırlayıp satan işletmelerin açılması yasaklanmıştır. Benzer yasaklar veya kısıtlamalar Floransa ve Venedik’te de mevcuttur.
Fransa, gastronomik ırkçılık ve İslamofobinin iç içe geçtiği birçok gelişmeye sahne olan başka bir ülkedir. 2010 yılında Quick isimli restoran zincirinin bazı şubelerinde helal menü uygulamaya başlayacağını duyurması birçok siyasetçi tarafından kınanmış ve Quick’i boykot etme çağrısı yapılmıştır. Halbuki Quick o sıralar Fransa genelinde 360 şubeye sahiptir ve sadece Müslüman halkın yoğun olduğu yerlerde bulunan 8 şubesinde helal menü uygulamasına gitmeyi düşünmüştür. Fakat Müslümanların yiyecek kültürüne dönük bu küçücük hassasiyet bile ciddi tepkilere sebep olmuştur. Bu arada Fransa’da “koşer” yani “Yahudi inançlarına uygun yiyecek” satan bir dolu işletme mevcuttur ve bu durum kimseyi rahatsız etmemektedir. Yeşiller Partisi Milletvekili Daniel Cohn-Bendit, bu duruma dikkat çekerek Müslümanların yaşam tarzlarına tahammülsüzlük olduğunu ifade etmiştir.
Helal Yemeklerle İlişkilendirilen “Müslüman İstilası”
Biraz genel kültüre sahip olan veya konuyla ilgili birkaç satır okumuş olan her insan, helal gıda olarak nitelendirilen yiyeceklerin temiz ve sağlıklı olduğu konusunda hemfikirdir. Helal gıda tüketilmesi yönünde verilen ilahi emirdeki temel amaç, Müslümanların temiz ve sağlıklı ürünlerle beslenmeleridir. Ancak Fransa’da bazı siyasetçiler için helal gıda; temiz ve sağlıklı yiyecekler yerine “Müslüman istilasını” çağrıştırmaktadır. “Fransızlara bilmeden helal gıda yediriliyor” diyen ve bunun bir “dikta” olduğunu savunan Marie Le Pen, “Müslümanlar siyasete girerse okul kantinlerinde helal gıda zorunlu olur, onlara asla oy vermeyin” diyen Claude Gueant, “Dinî usullere göre kesim yapmak anlamsız ve çağdışı” diyen François Fillon söz konusu siyasetçilere sadece birkaç örnektir.
Macquarie Üniversitesi öğretim görevlisi Jyhene Kebsi, Fransa’daki “anti-helal” kampanyalarının benzer şekilde Avustralya’da da yapıldığını belirterek Avustralya’nın aşırı sağ partisi One Nation’un bu konuda yayınladığı bir deklarasyona işaret eder. Söz konusu deklarasyonda aşağıdaki ifadeler yer alır:
“Helal sertifikalı ürünler satın almak, Avustralya Anayasasına ve demokrasimize aykırı davrandığınız, Şeriat Yasası da dâhil olmak üzere Avustralya’nın İslamlaştırılmasını finansal olarak desteklediğiniz anlamına gelir.”
Anlaşılan, “Helal gıda konusunda taviz verirsek bunun devamı gelir ve bu iş Avustralya’da şeriatın ilanına kadar gider” demek istiyorlar. One Nation’un bu endişeleri, Yunanca’da “düpedüz delilik” anlamına gelen, psikiyatride ise mantıksız kuruntu ve endişe rahatsızlığı olarak bilinen “paranoya” hastalığına epeyce uygun bir örnek olsa gerek.
Aşırı Sağcı Terör ve “Döner Cinayetleri”
Gastronomik ırkçılıktan bahsederken NSU cinayetlerini tekrar hatırlayalım. Almanya’da 2000 ila 2006 yılları arasında en az 9 göç kökenli insanın ve en son 1 polis memurunun katledildiği ırkçı cinayetler hiç alakası olmadığı hâlde –kurbanlardan yalnızca 2’si döner büfesinde çalışıyor olmasına rağmen- “döner cinayetleri” olarak nitelendirildi, basmakalıp ifadelerle bir yiyeceğe indirgenerek küçümsendi. Kamuoyu özellikle yanlış yönlendirildi ve maktuller sadece kökenleri sebebiyle ayrımcılığa maruz bırakıldı.
Dünyanın birçok ülkesinden bu tarz örnekleri sayfalarca yazmak mümkündür. Yerimiz kısıtlı olduğu için tamamının bilgi ve belgesi elimizde olmak kaydıyla yukarıda örneklerini verdiğimiz İtalya, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda ve Almanya gibi ülkelerin yanı sıra ABD, İsviçre, Hollanda, İngiltere, İskoçya, Rusya gibi birçok ülkede özellikle Müslümanların yiyecek alışkanlıklarına ve Müslümanların işlettiği restoranlara dönük tepkiler, kısıtlamalar, hatta saldırılar olduğunu üzülerek belirtelim. Ve özellikle ekleyelim ki, buralarda yaşanan olumsuz hadiselerde gastronomik ırkçılık ve İslamofobi ile çoğunlukla içi içe geçmiştir.