'Dosya: "Kesin Dönüş Mümkün mü?'

“Neresi Sıla Bize, Neresi Gurbet? Yollar Bize Memleket!”

Kesin dönüş, birçok göçmen için çok canlı bir konu. Ne zaman ve hangi şartlar altında dönüş yapıldığı, kesin dönüşe iten ve dönüş için çeken faktörlerin ne olduğu sorularının cevabı herkes için farklı olsa da ortak olan bir şey var: Kesin dönüş, bir göçmenin hayatında mutluluğun tek reçetesi değil. Türkiye’ye kesin dönüş yapmış üç kişiyle “dönebilmeyi” konuştuk.

©Denizce/shutterstock.com

Murathan Mungan’ın “Dönmek” isimli şiiri Derya Köroğlu’nun bestesiyle muhteşem bir şarkıya dönüşür. Şarkı şu soruyla başlar: “Dönmek, mümkün mü artık dönmek? Onca yollardan sonra yeniden yollara düşmek?”

Ve bu dizeler, belki de dünya genelindeki tüm göçmenlerin kendisine en çok sorduğu soruyla devam eder: “Neresi sıla bize, neresi gurbet?” Sadece bir kere göç eden insanın kendisine tüm hayatı boyunca sormak zorunda kalacağı en büyük soru!

Türkiye’ye “kesin dönüş” yapanların tecrübelerini derlemek için yola çıktığımda biraz da fonda bu şarkı çalıyordu. Kendisi de göç tecrübesine sahip olan ve gitmek-kalmak, buralı ya da oralı olmakla ilgili her türlü tartışmaya maruz kalmış birisi olarak biraz da bıkkınlıkla “kesin dönüş” yapanları aramaya başladım.

Göç sosyolojisi alanında yazılmış birçok makaleyi okumuş ve çevremde kesin dönüş yapmış sayısız kişiyi dinlemiştim. Kesin dönüşle ilgili “yeni” olan ne duyabilirdim ki? Benimle hikâyesini paylaşanlarla yaptığım sohbetlerde kesin dönüşün beklediğim kadar siyah ve beyaz olmadığını, arada belki sayısız tonun bulunduğunu gördüğümde, beni bu mesleki deformasyona duçar eden göç tartışmasına dönüp bir kez daha kızdım.

“Hollanda’nın Sıkıntısını 30 Sene Çektim. Bundan Sonra Orada Yaşayamam.”

İlk protoganistim Kazım Yeşiloğlu ile Ankara’nın soğuk bir gününde telefonlaşıyoruz. Hollanda’daki hava durumuyla Ankara’daki hava durumunu karşılaştırıyorum ve içimden istemsizce, “Hollanda’dan sonra Ankara’daki havaya alışmak zor olmasa gerek” diye geçiriyorum.

7 sene önce Hollanda’dan Türkiye’ye kesin dönüş yapan Kazım Bey, orada 30 seneye yakın ticaretle uğraşmış. Şimdiyse 10 senedir Ankara’da yaşıyor.

Türkiye’nin 2013 yılında dünyanın önde gelen 20 ekonomisi arasında en hızlı büyüyen beşinci ülke olduğunu hatırlayınca, Kazım Bey’in dönüşünün ekonomik nedenlerini soruyorum. Malulen emekli olduğunu, Avrupa’da yaşamış birisinin Türkiye’de dönüp ticaret yapmasının çok zor olduğunu söylüyor:

“Oğlum Türkiye’ye dönüş yapmaya çalıştı fakat 2 sene sonra Hollanda’ya geri döndü. Oradan Türkiye’ye gelen gençler burada yapamıyor. Türkiye’de ticari ve siyasi ilişkiler çok bozuk. Güven dolu bir ortam yok. Etliye sütlüye karışmazsan, siyasete girmezsen burada rahatça yaşarsın. Ticaret yapmaya gelenler Türkiye’de tutunamayıp geri dönüyorlar.”

Kesin dönüş kararından hiç pişman olmadığını anlatan Kazım Bey, 18 yaşında Hollanda’ya giderken de oradaki 30 senelik çalışma hayatı boyunca da içinde hep Türkiye özlemi olduğunu ekliyor:

“Hollanda’da yaşayamayacağımı gördüm. Güzel memleket ama ırkçılık var. Oranın sıkıntısını 30 sene çektim. Bundan sonra orada yaşayamam. Orada kaç sene geçirirsen geçir sen Müslümansın. Kendi ailende, kendi caminde, kendi topluluğunda yaşamaya çalışıyorsun. Yaşadığın toplumdaki insanlar sen ne kadar uğraşırsan uğraş seni içlerine almıyorlar.”

O bunları anlatırken kafamda Türkiye’de gurbetçilere yönelik klişe cümleler canlanıyor. Türkiye’den birçok kişi ekonomik durum başta olmak üzere farklı nedenlerle Avrupa ülkelerine gitmeye çalışırken, Hollanda’dan birisinin Ankara’ya yerleşmesini ve hiç de pişman olmayışını bir de “gurbetçi nefreti” duyanların kulaklarıyla dinliyorum. “Ama” diyorum Kazım Bey’e, “Birçok kişi de Türkiye’den göç ediyor. Peki ya onlar?”

Kazım Bey biraz da iki ülke arasında çok gidip gelmenin verdiği tecrübeyle kendinden emin konuşuyor: “Avrupa’yı görmemiş, orada hiç yaşamamış kimse orada her şey güllük gülistanlık zannediyor. Ben de diyorum ki ‘Gidin görün, 6 ay kalın sonra konuşalım.’ Orada 3 ay kalıp Türkiye’ye dönenleri de biliyoruz.”

Eyüp Anur: “Pasaportunda Avusturyalı ya da Türk Yazması Fark Etmiyor”

Ankara’ya bu sefer Viyana’dan kesin dönüş yapmış Eyüp Anur ile telefonlaşıyorum. Avusturya’nın başkentinden Türkiye’nin başkentine göç hikâyesini dinlerken gülümsüyorum. Literatürde “başkent göçü” olmasa da göç kararlarında büyük şehir ile köy/kasaba tercihleri arasında büyük fark var.

Viyana’da 33 yıl çalışan Eyüp Anur da 3 sene önce Türkiye’ye kesin dönüş yapmış. Viyana’ya giderken Türkiye’de memurluğu bıraktığını anlatırken sözünü kesip, “Memurluk da bırakılır mı?” diye soruyorum. Karşılığında Türkiye’nin o dönemki hikâyesini dinliyorum: “Benim Avusturya’ya gittiğim yıllarda Türkiye devlet memurunun maaşını ödeyemez hâldeydi. Biz maaşımızı almak için IMF’den para bekliyorduk. Memuriyeti yakıp Viyana’ya gittim. Orada inşaatlarda çalıştım.”

Yıllar süren ağır işlerin ardından dizinde kemik uzaması olunca (Tam da burada, “Herkesin kemiği kısalır, benimki uzamış!” diyor) inşaat işlerini bırakıp havaalanında taksicilik yapmaya başlamış. Sonra da kalp rahatsızlığı nedeniyle Türkiye’ye dönmüş. “Çocuklar hâlâ Avusturya’da, biz senede birkaç ay gidip geliyoruz.” diyen Eyüp Bey, “Avusturya’da yaşım genç diye beni emekli etmiyorlar.” diyor. “Sağlık sorunum nedeniyle iş de vermiyorlar. Orada emeklilik için birkaç sene daha bekleyeceğiz.”

Türkiye’ye döndüğü için hiç pişman olmadığını söyleyen Eyüp Bey, Avusturya’dan sonra Türkiye’de yaşamın “cennet gibi” olmadığını da ekliyor:

“Türkiye’de birçok ilişki menfaate dayalı. Maddi durumun iyiyse sosyal hayatın da iyi. Komşuluk, arkadaşlık, bunlar büyük oranda sona ermiş burada. Döndüğüm için pişman değilim, ama Viyana’daki samimiyeti, camilerdeki dostluklarımızı arıyorum. Burada camiye gidiyorsun. Sağa sola selam verdikten sonra bir bakıyorsun yanındaki kaçmış.”

Sonra Ankara trafiğini anlatıyor. En ufak bir kazada bile karşıdakinin arabadan tabancayla, sopayla indiğini söylüyor. Nezaketsizlikleri, yabancılaşmayı… Tam içimden, “E madem Türkiye de cennet değil, niye döndünüz?” diye sormaya hazırlanırken sezmiş gibi cevap veriyor:

“Ben Avusturya vatandaşıyım ama pasaportun Türk olmuş, Avusturyalı olmuş fark etmiyor. Viyana’da yabancılığın sana dayattığı bir eziklik var. Yıllarca o kadar dikkat ettim. Bilmeden bir eksikliğim olur da ‘Türkler böyle işte!’ derler diye kılı kırk yardım. Yine de kimseye yaranamadım.”

Elif Özdoğan: “Dünyanın Neresine Gidersem Gideyim, ‘İşte Şimdi Evimdeyim!’ Diyemiyorum”

Türkiye’ye kesin dönüş yapanlardan her şeyin harika olduğuna dair şeyler duymayı beklerken, her iki ülkeye de eleştirel bir bakış duymak beni şaşırtıyor. Almanya’nın Wuppertal şehrinde doğup büyüyen 30 yaşındaki Elif Özdoğan ile görüşüyorum. 2014 yılında evlenip çoluk çocuğa karışınca eşiyle “Almanya’da yaşamaya devam etmek istiyor muyuz?” diye düşünmeye başlamışlar. Eşinin ailesi 8 yıl önce kesin dönüş yapınca, onlardaki memnuniyeti görüp gözlerini karartmışlar ve her şeylerini satıp Türkiye’de sıfırdan başlamışlar.

Elif Hanım kesin dönüş kararını “Bir anda karar verdik, tüm gemileri yaktık” diye anlatsa da, konuştukça aslında bu kararın onun için ilkokul sıralarında atıldığını anlıyorum. Eğitim hayatını Türkiye’de sürdürmek istediğini anlatırken “Almanya’da öğretmenlerle yüz göz olmak istemiyordum” diyor. Yüz göz olmak? Bu anlatının arkasında büyük bir hikâye olduğunu düşünüp buraya dair konuşmaya başlıyoruz.

Ortaokulda Almanya’nın en iyi okulu olarak seçilen bir okula gittiğini, 10 yaşında başörtüsü takmaya karar verdiğini anlatıyor. Ve Elif Hanım anlatmaya başladıkça, bir anda “Ya benim çocuklarım da böyle öğretmenlere denk gelirse” endişesine kapılıyorum. Gerisini şöyle anlatıyor:

“Ailem hiç baskıcı bir aile değildi, hatta üç gün uğraştılar başörtü takmayayım diye. Ben direttim, takmak istedim. Başörtü takmam öğretmenimin hiç hoşuna gitmedi. Her gün benimle uğraştı. Tuvalette sıkıştırıp başörtümü açmaya bile çalıştı! ‘Biliyorum, ailen seni zorla kapatıyor’ diyordu. Din dersinde zorla başı kapatılan Müslüman bir kızın filmini izletiyordu. 5. sınıfa kadar tacizleri devam etti. Bu zorbalığa dayanamayıp okul değiştirmek istedim. Ve gittiğim okulda müdüre ilk şunu sordum: ‘Başörtüsü yüzünden çok zorluk çektim. Sizin okulunuzda başörtümle rahat okuyabilecek miyim?’ Müdür de Allah için, ‘Bu okulda böyle bir şey yaşamayacaksınız’ diye taahhütte bulundu. O okulda gerçekten de bir zorluk çekmedim.”

Elif Hanım değiştirdiği okulda kısa süreli bir rahatlık yaşarken liseye geldiğinde işler yine sarpa sarmış. Lisede her gün yine laf işitmeye başlamış:

“Ağzımla kuş tutsam yaranamıyordum. Ya öğretmenler ya öğrenciler bir şekilde laf sokuyordu. Sanki İslam’ı benim savunmam gerekiyormuş gibi bana sorular soruluyordu. En alakasız konuda bile bakışlar bana dönüyordu. O kadar yoruldum ki, 18 yaşıma gelir gelmez okuldan kaydımı sildirdim ve uzaktan eğitimle liseye kaydoldum. Ailem şok geçirdi. Artık bu eğitim sisteminin içinde yer almak istemiyordum.”

Eğitimini kendi temposunda ve kendi ihtiyaçlarına göre devam ettirmeye karar veren Elif Hanım, Türkiye’ye dönüş kararının Almanya’da damla damla biriktiğini söylüyor. “Almanya’da adalet, ‘varmış gibi’ yapılan bir şey benim için. Bana gelince neden adalet yok diye çok düşündüm küçükken.”

Bir ara anaokulu öğretmenliği için meslek eğitimine başladığında da yine aynı çekmeceye sıkıştırılmış Elif Hanım:

“Bir sosyal pedagogun dersine girdim. Anaokullarındaki örnek vakaları çalışıyorduk. Öğretmen şöyle bir vaka getirdi: ‘5 yaşında Müslüman bir çocuk, kreşte öğretmene kadın olduğu için onu dinlemeyeceğini söyledi. Bu vakayı çalışın.’ Ben bu örnekte 5 yaşındaki çocuğun dinî mensubiyetine vurgu yapılmasına karşı çıktım. Neticede çocuk Müslüman olduğu için değil, ailesinden gördüğü yaşam biçiminden hareketle böyle diyordu. Öğretmen kabul etmedi. O zaman şunu anladım: Koskoca adam olmuşsun. Öğretmen olmuşsun. Sosyal pedagog olmuşsun. Bu ülkede yaşayan çocuklarla çalışacak öğretmenlere ders veriyorsun. Ama hâlâ dinle yaşam tarzını ayırt edemeyecek kadarsın! Bu mücadeleyi vermek beni çok yordu. O gün kararımı verdim: Bir gün öğrencilerim olursa, bu öğretmenlerin bana yaptığı şeyleri asla onlara yapmayacaktım. Yıllar içinde öğrencilerim oldu. Onlara hep insan olarak değer vermeye çalıştım.”

Elif Hanım Almanya’da iş başvurularında başörtüsü yüzünden reddedildiğini anlatıyor. Ev ararken yabancı bir isme sahip olduğu için bir türlü ev bulamayışını… Ardından ekliyor: “Kendimi Almanya’da artık bir yama gibi hissetmeye başlamıştım. Çocuklarımı benim yaşadıklarımı yaşamadan büyütmek istedim. Birçok şey tetikledi ama en önemlisi yaşadığımız ötekileştirme yüzünden Türkiye’ye geldik biz.”

Elif Hanım’a, toplumsal ayrışmalardan ve ideolojik mahallelerden yoksun bir ülke olmadığını düşünerek “Türkiye’de umduğunuzu buldunuz mu peki?” diye soruyorum. “Elhamdülillah” diyor. Ardından da hemen bir “ama” geliyor:

“Buraya gelince şunu gördük: Almanya’dayken Müslüman gibi yaşayan gayrimüslimlerin içinde gibiydik. Türkiye’de ise gayrimüslim gibi yaşayan Müslümanların içinde gibiyiz. İncelik, nezaket, hoşgörü yitip gitmiş. Yine de bizim asıl amacımız çocuklarımızın bizim yaşadıklarımızı yaşamamasıydı. Onlar açısından çok memnunuz. Çok klişe gibi gelecek ama ezan duymak bile insanı mutlu ediyor.”

Elif Hanım her ne kadar “kesin dönüş” yapmış olsa bile Almanya’ya dönüş kapısını tamamen kapatmamış. Türkiye’de de gurbetçilere yönelik bir düşmanlığın olduğunu, ötekileştirme yaşarlarsa Almanya’ya dönme ihtimallerini vurguluyor.

Bütün bu gidiş gelişler, kalıp dönmeler, taşınıp yerleşmeleri anlattıktan sonra Elif Hanım bir süre sessizleşiyor. Ardından, “Almanca biliyor musunuz?” diye soruyor. “Evet” deyince de, “Weltschmerz” (dünya acısı) kelimesi çıkıyor ağzından: “Almanya’da yaşadığımız ayrımcılık nedeniyle mutsuzduk. Türkiye’de şimdi bu yönden mutluyuz, doğru. Ama insan dünyanın neresine giderse gitsin, ‘İşte şimdi geldim, burası benim evim’ diyemiyor. Belki de bunun nedeni, Weltschmerz. Yani bizim asıl memleketimizin bu dünya olmaması. Bu dünyadan göçüp gidecek olmamız… Gittiğimiz her yerde bakiliği aramamız. Türkiye’de mutluyum. Ama ‘en mutlu olduğum yer burası’ da diyemem.”

Murathan Mungan “Dönmek” şiirinde, “Neresi sıla bize, neresi gurbet?” sorusuna, yine birkaç dize sonra şöyle cevap veriyor: “Yollar bize memleket.” İnsan evini aramak için mi yola düşüyor ve gittiği yerde esas evini ne kadar bulabiliyor sorusunun cevabını bulamasam da memleket denilen şeyin belki de en çok göçmenler için bir “yol hâli” olduğunu görüyorum. Ve tüm bu koca göç tartışmasında “büyük resmin” sıkıcılığı karşısında mikro hikâyelerin ne kadar hikmetli olduğuna bir kez daha uyanıyorum.

Elif Zehra Kandemir

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ırkçılık araştırmaları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#1

*Tüm alanları doldurunuz

  • Nevin Aydın Çavuş
    2024-02-02 23:11:42

    Merhabalar, Biz Avrupa'da yaşayan ve ya yaşamaya çalışan Türk'ler olarak sesimizi daha çok duyurmak ve daha fazla söz söylemek istiyoruz. Keşke yazılı, sesli basın duysa sesimizi. Yazı için teşekkürler devamını bekleriz efendim

Son Yüklenenler