Sahte Bir Otorite Karşıtlığı Olarak Komplo Teorileri
Komplocu düşünüş tarzındaki en derin problemlerden biri, uzmanlığa dayalı otorite ile şüphecilik arasındaki dengenin ortadan kalkmasıdır. Peki bilgiye ulaşma konusunda kimin uzmanlığına güvenebiliriz?
Günümüzde geçerli olan “komplo teorisi” tabiri ilk olarak ABD’de Kennedy suikastıyla ilgili iddialar için kullanıldı ve bu şekilde yaygınlaştı. Ancak elbette bu tabir ortaya çıkmadan önce de komplo teorileri vardı. Komplo teorilerinin içeriği, genellikle belirli bir olayın ardında gizli güç odaklarının bulunduğu veya toplumda genel kabul görmüş bir inanışın, aslında bu odakların manipülasyonuyla empoze edildiği gibi düşünce motifleriyle desteklenir.
En yaygın komplo teorileri arasında, önemli siyasal değişimlerin ardında gizli Illuminati örgütünün yer aldığı, COVID 19 pandemisinin nüfusu kontrol altına almak için Bill Gates tarafından planlandığı, Dünya’nın aslında düz olduğu ve bunun NASA tarafından gizlendiği gibi iddialar sıralanabilir. Illuminati örgütü ile ilgili iddialar zaman zaman alay konusu olsa da aslında komplo teorileri o kadar da masum değil. Bu tür teoriler aşı karşıtlığına yol açarak halk sağlığını etkileyebiliyor, ırkçılık veya ayrımcılığı körükleyebiliyor, hatta devletlerin baskıcı politikalarına zemin hazırlayabiliyorlar.
Hangisi Gerçek, Hangisi Komplo?
Komplo teorilerine inananların en büyük hatası kendi iddialarının yanlışlığını destekleyen kanıtları objektif bir biçimde değerlendirmemeleri ve böylesi kanıtların varlığını da komplonun kendisine dâhil etmeleridir. Komplo teorilerinin epistemolojik zeminine baktığımızda ise meselenin çok boyutlu olduğunu, komplo teorilerine inananları naiflikle veya kör bir inanışla itham etmenin çözüm getirmediğini, hatta böylesi bir kategorinin varlığının gerçekler konusunda suyu bulandırma potansiyeli taşıdığını görüyoruz.
Ne demek istediğimize dair şöyle bir örnek verelim: 1950’li yıllarda Amerikan istihbarat örgütü CIA gizli bir projede insanların bilincini etkilemeye, hatta zihin kontrolü sağlamaya yönelik deneyler gerçekleştirerek sayısız denek üzerinde halüsinojen maddelerle korkunç yöntemler uyguladı. Bu cümleyi okuduğunuzda kulağa komplo teorisi gibi geliyor. Abartılı bir iddia ve “art niyetli büyük bir güç” gibi komplo teorilerinde sıkça yer alan motifler burada da var. Ne var ki CIA, sözü edilen amaçlarına ulaşamasa da bu deneyleri gerçekten yürüttü. Deneylerin gerçekliği, projenin başarısız olmasının ardından 1970’li yıllarda ortaya çıkan binlerce belge üzerinden kanıtlandı. Bu örnekte görüldüğü gibi, komplo teorilerinin taraftarlarını bir konuda suçlayamayız: Yaygın anlatılara ve güç odaklarına karşı şüpheci yaklaşmak. Devletler ve büyük şirketler gerçekten de bazen gizli işler çevirebilirler. Dahası, insanları manipüle edebilirler ve böylelikle tarihi yeniden yazabilirler. Bu durumda komplo teorisi gibi görünen bir iddia aslında öyle olmayabilir. Ö
yleyse ne gerçek ne komplo ayırt edemeyecek miyiz? Veya en absürt komplo teorisine bile “Ya doğruysa?” diye mi yaklaşacağız? Elbette hayır. Birçok durumda körü körüne inançlarımızı ve önyargılarımızı bir kenara bırakmak yeterli olacaktır; her ne kadar bu tür dogmatik tavırları aşmak toplumsal açıdan hiç de kolay olmasa da… Bu zorluklara karşı, eleştirel düşüncenin ve ölçülü bir şüpheciliğin zorunluluğunu ve hayati rolünü anlamamız gerekiyor. Sözünü ettiğimiz eleştirel yaklaşım kimi toplumsal durumlarda o denli ortadan kalkıyor ki, kitleler kolektif bir paranoyanın esiri hâline gelerek kör şiddetin onaylayıcısı hatta aktörü hâline gelebiliyorlar. Bunu görebilmek için faşist iktidarlar döneminde yaygınlaşan inanışlara ve bu inanışların sonuçlarına bakmak yeterli.
Gerçeğe Ulaşmak Kolay Değil
Komplo ile gerçeği ayırt etmenin daha zor olduğu durumlar, şüphecilikle ilgili epistemolojik bir problemi doğuruyor. Ölçülü bir şüpheciliğin komplo teorisyenliğinin panzehiri olduğunu belirtmiştik. Ne var ki herkes kendisinin şüpheci olduğunu, kendi inancına katılmayanın ise asıl bağnaz olduğunu düşünme eğilimindedir. Özellikle doğruyla yanlışın siyahla beyaz kadar ayırt edilebilir olmadığı tartışmalı durumlarda, herkes karşıt görüştekini kendince haklı sebeplere dayanarak komplo teorisyenliğiyle suçlayabilir. Bireyin kendi aklını kullanarak yargıda bulunması ve kendi delillerini edinmesi gerçekten de önemlidir. Ancak her birimizin birey olarak sınırlı düzeyde bilgi, araç ve kapasiteye sahip olduğumuzu göz önünde bulundurursak, gerçeğe ulaşmak bazen hiç de kolay olmayabilir.
Buna karşın, nasıl ki belirli komplo teorilerinin toplumsal temelleri bulunuyorsa ve bunlar kangrenleşmiş sorunlara dayanıyorsa, eleştirel düşüncenin toplumsal temelleri de inşa edilebilir. Birey olarak kendi epistemolojik ufkumuzun yetersizliğini başka bireylerin bilgi birikimi ve uzmanlığı ile aşarız. Örneğin hastalığımızın teşhis ve tedavisi konusunda kendimizi hekimin uzmanlığına teslim ederiz. Kısacası bilginin edinilmesi ve kullanımında iş bölümü zorunludur. Başkalarının epistemolojik otoritesinin ardında ise insanlığın ortak birikimi yatmaktadır. Sorun şu ki, bu tür toplumsal ilişkiler hiçbir zaman saf enformasyonel içerikte gerçekleşemezler. Çünkü bireyler arası ilişkilerin her türlü biçimi güç ilişkileriyle ve nihayetinde bunları belirleyen toplumsal hegemonya ile iç içedir. Komplo teorileri ise tam da karşılıklı uzmanlığa dayalı toplumsal güvenin zayıfladığı bir ortamda, bilgiyi elinde tutan veya en azından bu iddiada olan otoritelerin güç odaklı ilişkilenmeler nedeniyle yozlaştığı varsayımı temelinde güç kazanmaktadır.
Hangi Meselede Kimin Uzmanlığına Güveneceğiz?
Bu kapsamda, birey temelli tanımladığımız şüpheci yaklaşımı toplumsal açıdan yeniden ele alarak şu şekilde ifade edebiliriz: Komplo teorisi taraftarının bu şüphesi yersiz olabilir veya olmayabilir. Ancak genel olarak komplo teorilerinin toplumsal dayanağını ortadan kaldırmak istiyorsak bilgideki iş bölümünü karşılıklı güven temelinde sağlamlaştırmaktan başka çıkar yol gözükmemektedir. Bilgi odaklı otorite, bu doğrultuda güç odaklı otoritenin yerini alabilmelidir. Bu ikisi arasındaki çelişkileri açığa çıkarmak, kapsamlı bir toplumsal ve felsefi eleştiriyi gerektirir ve çetrefilli bir meseledir.
Örneğin, hangi meselede kimin tanıklığı ve uzmanlığına güvenebileceğimiz konusunda belirli yol haritaları bulunmaktadır. Belirli bir varsayımın gerçek olup olmadığını, o alanda akademik çalışma yürüten veya en azından formel eğitim almış bir kişiye sormamız akıllıca olacaktır. Ancak yine de bu konuda kesin reçeteler yoktur. Dolayısıyla kimin uzmanlığına hangi koşullarda güvenilebileceği problemi kendine özgü bir sorgulama alanı olarak karşımıza çıkar. Hatta hızla gelişen yapay zekâ ile birlikte, bireyin google gibi bir arama motoruyla veya ChatGPT gibi bir büyük dil modeliyle olan epistemik ilişkisi dahi bu sorgulama alanının önemli bir veçhesi hâline gelmiştir. Kişi, bir komplo teorisinin doğruluğu konusunda bu araçlara, örneğin ChatGPT’ye başvurduğunda, yapay zekâ araçlarını geliştiren mühendislerin uyguladığı derin öğrenme modelleri ve modelin temel aldığı büyük veri sistemi gibi birçok etmen sosyal epistemoloji denklemine dâhil olmaktadır.
Komplocu düşünüş tarzındaki en derin problemlerden biri, uzmanlığa dayalı otorite ile şüphecilik arasındaki dengenin ortadan kalkmasıdır. Bilgiye erişimin kolaylaştığı ve bu konuda üniversite ve konvansiyonel medya gibi geleneksel kurumların eski otoriter konumunu yitirdiği post-modern bir çağda yaşıyor olduğumuz bir ölçüde doğru olabilir. Ancak enformasyonel iş bölümünü temel alan ve gerek aşırı merkeziyetçiliği gerekse aşırı bireyciliği törpüleyebilen sağlıklı bir toplumsal ilişkilenmenin inşa edilemediği koşullarda, bu boşluğun çok daha yozlaşmış güç ilişkileri ve hegemonik yapılar tarafından doldurulabileceği tehlikesini göz önünde bulundurmalıyız. Bu durumda komplo teorileri de daha tehlikeli hâle gelecektir.