Alon Sahar: “Sinema, Beni İsrail Ordusundaki Görevimi Sorgulamaya İtti”
İşgal karşıtı İsrailli yönetmen Alon Sahar ile İsrail ordusundan ayrıldıktan sonraki sinema kariyerinin nasıl şekillendiğini ve filmlerinde yaptığı teknik tercihlerin arkasındaki sorgulayıcı bakışı konuştuk.
Ödüllü İsrailli yönetmen Alon Sahar ile yaptığımız söyleşinin birinci kısmında İsrail ve Almanya’daki işgal karşıtı aktivizmini konuşmuştuk. Söyleşinin devamında Sahar’ın politik hayatına yön veren sanatçı kimliğini ve film yapımına yaklaşımını da ele aldık. Gazze Şeridi’nde İsrail ordusunun bir askeri olarak bulunduktan sonra işgali sorgulamaya başlayan Sahar, “Gelem” (Hammadde) ve “Out” (Dışarı) isimli iki kısa filmiyle İsrail ordusundaki hizmet döneminin bilinmeyen yanlarını izleyicilere sunuyor.
Askerlik yaptıktan sonraki siyasi dönüşümünüzün filmlerinize nasıl bir etkisi oldu?
Askerlik hizmetinden sonra Hindistan’da bulunduğum dönemde ve özellikle de Tel Aviv Üniversitesinde sinema eğitimi alırken bu konu hakkında daha fazla düşünmeye başladım. Söyleşinin ilk kısmında söylediğim gibi bu dönemde iki şey, birbirini besledi: O ana kadar sıfır olan politik angajmanım ve film yapma yolculuğum. Bölümdeki hocalar, çektiğimiz görüntüleri yorumlarken, “Kamerayı neden oraya koydun?” gibi sorular yöneltiyordu. Bu ve benzeri sorular, beni hayatım hakkında düşünmeye itti. Sadece belgesellerde değil, kurmaca film yapımında bile bu tarz kararların estetik sonuçları ve etik sonuçları var. Karaktere bakış açınız nedir? Hikâyeye, temaya bakış açınız nedir? Bu sorgulama, beni hayatım hakkında düşünmeye itti. Neden birçok şey yaptım? Neden arkadaşlarıma öyle davrandım? Neden kadınlara öyle davrandım? Neden orduda görev yaptım? Görevim sırasında yaptığım pek çok şeyi, neden yaptım? Ordudayken bu soruları kendime soruyordum. Ama oradayken en çok “Evime ne zaman döneceğim?” sorusuyla meşgul oluyorsunuz. Çok az insan ordudan önceki hayatında ve orduda geçirdiği sürede neler yaptığını anlamlı bir şekilde sorguluyor.
Üniversitedeki öğrenciliğim sırasında iki kısa film çektim. Birinin adı “Gelem”di ve İsrail toplumunda bir tabu olan asker intiharı hakkındaydı. Filmin konusu, ordudaki bir askerin maço duruşunu ve imajını zedeliyordu. İsrail toplumunda bu konu hakkında yeterince, hatta neredeyse hiç konuşulmuyordu. Filmim, hayatına son vermiş bir askerin intiharını yeniden canlandırıyordu. Bu film, benimle birlikte orduda görev yapan ve temel eğitimi bittikten hemen sonra intihar eden bir arkadaşımın gerçek hikâyesine dayanıyordu. Filmin gösterimi iyi geçti. Dünyanın en büyük kısa film festivali olan Fransa’daki Clermont-Ferrand’ta gösterildi. İsrail’deki Hayfa Film Festivali’nde ödül kazandı.
Bundan bir ay sonra daha normal bir hayata döndüm ve bir buçuk yıl boyunca Breaking the Silence (Tr. Sessizliğe Son Vermek) için her gün çalıştım. Bitirme tezi için çekmem gereken filmimde, buradaki tecrübelerimi konu aldım. “Out” adlı filmimde kurgusal bir köstebek (gizli bilgileri sızdıran kimse) karakteri yarattım. Filmin temeline başıma gelenleri almış olsam da filmin merkezinde beni tüm bu aylar boyunca takip eden kişiyi temsil eden bir karakter var ve filmin baş kahramanı o. Filmin uluslararası prömiyeri İsviçre’deki Locarno Film Festivali’nde yapıldı.
“Aşırı Sağcılar, Filmimin Festivalden Çıkarılması İçin Baskı Yaptı”
Peki, İsrail içinde nasıl tepkiler aldınız?
Daha sonra ilk filmimi gösterdiğim Hayfa’da da gösterilmek üzere programa alındı. Festival programı yayımlandığında, Hayfa Festivali’nden bir ay ya da iki hafta önce, bir gazeteci beni aradı ve filmimle ilgili bir sürü tuhaf soru sordu. Bu garip konuşmadan sonra fark ettim ki aşırı sağcı aktivistler festivale sponsorluk yapan Kültür Bakanlığı ile temasa geçerek filmimi festivalden çıkarmalarını, yani filmi İsrailli izleyicilerden gizlemelerini istemişler. Uzun lafın kısası, bu konuya hem İsrail’de hem de yurt dışında medyanın büyük ilgisi oldu.
Bu ilgi, filmin festivalde oynamasını ve hatta en iyi kısa film dalında ilk ödülü almasını sağlayan bir baskı yarattı. Ancak dönemin Kültür Bakanı Miller Negev, festivalin elindeki parayı almakla tehdit etti. Bunu yapabilmek için Hazine Bakanı’nın nihai onayını alması gerekiyordu ve bu onayı alamadı. Daha sonra kendisine makamına bu yetkiyi veren yeni bir yasa yazmaya çalışsa da Avigdor Lieberman’ın desteğini alamadı. Lieberman o dönemde koalisyonun bir üyesiydi ve teröristlere ölüm cezası verilmesini öngören ve Kültür Bakanı’nın partisi için de çok aşırı kaçan bir yasa metni için koalisyonun desteğini istiyordu. Bütün olan bitenden sonra, bu koalisyon hükûmeti çöktü ve ardından İsrail’de beş seçim dönemi geçirdik. Bunun sorumlusu sadece benim filmim değil, ama bence bu durumun ortaya çıkmasında benim de payım var. Daha sonra İsrail Film Fonu tarafından verilen destekle iki uzun metrajlı film çekmeyi denedim. Senaryo aşaması için destek aldım ama daha sonra bu filmlerin yapımcılığını üstlenme imkânım kalmadığını ve artık İsrail’de yaşayamayacağımı fark ettim.
“Seyircinin Hissetmesini ve Kendi Yolunu Bulmasını İstiyorum”
Film yapımında estetik ve etik hususlara ve kamerayı kullanma biçimine verdiğiniz önemden bahsettiniz. Gelem’de bir askerin intiharına dair adli bir soruşturmayı anlatıyorsunuz. Film bir telefondan alınan ham görüntülerle çekilmiş. Neden bu formatı seçtiniz?
İnsanların filmde görülmeyen bir karaktere, yani gerçekten orada olup görüntüyü çeken kişiye ve görüntü yönetmenine daha yakın olmalarını istedim. Film, benzer şekilde çekilmiş gerçek bir hikâyeye dayanıyor. En azından filmin birinci kısmı. Film iki çekimden oluşuyor. İlki, kendi askerlerinin intiharına tanık olan subay ve onu sorgulayan askeri polis arasındaki konuşmayı yeniden canlandırıyor. İkinci çekim ise bir tür karışım. İşte, bu noktada yoruma dayalı bir bakış açısının gerekli olduğunu söyleyebilirim; kimileri bunu bir kapalı devre televizyon (CCTV) görüntüsü ya da sahte CCTV görüntüsü olarak nitelendirirken, kimileri de tanrısal bir bakış açısının kullanıldığını söylüyor.
İlk çekimde, insanların görünmeyen bir karaktere, elektrik hattına asılan top gibi şiirsel bir şeye bakarak minyatür bir süreçten geçen görüntü yönetmenine yaklaşmasını istedim; insanların, özellikle de uçakların bunu fark etmesini sağlamak için. Kısa filmin sonua geldiğimizde; 8,5 dakikalık bir uzun çekim (long take) söz konusu. Subayı sorgulayan kişinin -sadece gerçeklerin önem arz ettiği- bakış açısına yaklaşması için yeterli bir süre bulunuyor. Tanığın, subayın ya da intihar eden askerin kişisel meselelerinin bir önemi yok. Zira, subay intihar etmiş bir askerin yaptığı çizimler hakkında kendi içinden gelenleri söylüyor. Sahne, her iki kişiyle de ilgili. Subay açıkça rahatsız ve belki de önceki davranışından dolayı suçluluk duymaya başlıyor. Ayrıca, söz konusu askerin karakteri hakkında belki de hassas ve sanatsal olan bir şeyi açığa çıkarıyor. Bir yandan, bu seyirciyle paylaşmak için soğuk bir mekanizma olsa da bunun temelinde bir inanç duygusu var. Bu duygunun politik sonuçları da var çünkü temelde seyirciye “Hissetmenizi istiyorum.” diyor. Soğuk bir bakış açısıyla bile olsa “Bunu yapabilirsin. Ben sana inanıyorum.” diyor ve ekliyor: “Kendi yolunu bulmalısın. Oradaki duygu bağlarını bulmalısın.”
İşte, bu noktada iki şey çarpışıyor: Sinematografi ve sinema. Bu, benim için sinema ve televizyon arasında önemli bir ayrımı ifade ediyor. Sinemada sinematografi, film yapımcılarının ne anlatmak istediklerini kelimelerle değil görüntülerle düşünmelerini sağlama gücüne sahiptir. Bunu düzgün bir şekilde kullanan sinemacılar, bir yandan odaklanmayı sağlarken diğer yandan da seyirciler için demokratik bir yorumlama alanı yaratmayı başarırlar. Benim yapmaya çalıştığım şey, daha demokratik sayılabilecek birkaç teknik kullandığım bir sınıra ulaşmak: Biri uzun çekim, diğeri de derin odaklanma.
İzleyici için biraz daha karmaşık olan bir başka teknik ise, doğrusal olmayan hikâye anlatımı. Bu teknikte hikâyenin parçalarıyla çalışılır ve bunlar basitçe seyirciye verilmez. Kimsenin yapamayacağına inandığım gibi ben de seyirciye hikâyenin tamamını verdiğimi varsaymıyorum. İzleyicinin noktaları kendi kendine birleştirebilmesi için hikâyenin parçalarını veriyorum. Bunu anlattığım her hikâyede gerçekleştirdiğime inanıyorum. Size bir kişinin hikâyesinin tamamını sunmaya çalışabilirim, ama bu asla tam olmayacaktır. Öyle, değil mi? Sinematik mekanizmalar konusunda oldukça refleksif davranarak bu yaklaşımı oluşturmaya çalışıyorum. Materyal üzerinde çalışmış olan kişi, ben olsam bile. Örneğin, potansiyel olarak ilk çekimi uygun bir sinema kamerasıyla çekebilir, gerçekten iyi görünmesini sağlayabilir ve yine de seyirciye bunun bir “yeniden canlandırma” (İng. reconstruction) olduğunu (yani bir görüntü yönetmeni tarafından çekildiğini) düşündürebilirdim. Ancak 2004’te üretilmiş -yani on yıl öncesinden- ve düşük çözünürlüklü bir kamerayı seçtim ve böylece izleyiciye inanması için daha fazla müsamaha tanımış oldum.
Anlattığınız teknik tercihler, neredeyse bir etnografik yaklaşım. Sanki gözlemlerini kayıt altına alan bir antropolog gibisiniz.
Hem politik olarak hem de film çekimi açısından sosyolojiden çok etkileniyorum. Oyuncularla konuştuğumda, onlarla sosyolojik kavramlar hakkında konuşuyorum. Örneğin, değişimin sınırı. Benim hikâyeme dönecek olursak, orta sınıf bir aileden geldiğim için göreceli olarak her zaman büyük bir değişim marjım oldu. İsrail’de Yahudi olma ayrıcalığına sahiptim ama siyonist bir paradigma içinde yetiştirildim. Bundan kurtulmak ya da en azından bunu sorgulamak gerçekten zor. Bu, toplumda yerleşik olan Yahudi üstünlüğünün iyi bir şey gibi göründüğü anlamına geliyor çünkü Yahudiler binlerce yıl boyunca dünyanın her yerinde zulme uğradılar. Siyonizm onların bu zulme verdikleri bir cevaptı. Bu paradigmadan çıkmak için alternatif bilgi ve söylem kaynakları bulmak gerekiyor. Tel Aviv, Kudüs ya da Hayfa’nın çok liberal çevrelerinden gelmeyen biri için bu paradigma hiç de yabana atılacak bir şey değil. Sanırım, bu diğer paradigmalar için de benzer bir geçerliliğe sahip. Bence Almanya’daki eğitim sisteminin bir parçası olan suçluluk duygusu nedeniyle ortalama bir Alman için İsrail hakkında bu şekilde eleştirel düşünmek çok zor.
“Direnmenin En İyi Yolu Nedir?”
İkinci filminiz “Out”u izlerken bir sahne, beni gerçekten çok şaşırttı. Breaking the Silence mensubu karakter, kendisini takip eden köstebeğe “Kontrol noktasında direnirsen, toprağını veya evini işgal eden bir askeri bıçaklarsan, bu terörizm değildir.” diyor ve temelde şiddete başvurmanın meşru olduğunu söylüyor. Bu ifadeyi koymak sizin için neden önemliydi? İfade edilen düşünceye katılıyor musunuz?
Her şeyden önce, şiddetin çözüm olduğuna inanmıyorum. Nokta. Acil nefsi müdafaa dışında hiçbir şiddet biçimini asla meşrulaştırmayacağım. Filmde birkaç şey yaptım. Birincisi, takibe uğradığımız gerçek olayın bazı detaylarıyla ilgiliydi. Sadece ben değil, Breaking the Silence’ın diğer üyeleri de takip ediliyordu. İçlerinden biri -köstebekle gerilla savaşı ile terörizm arasındaki farkı konuşurken ve bunun bu konudaki her uzman tarafından oldukça objektif bir şekilde nasıl tanımlandığını tartışırken- kasetle kayda alındı. Sözleri elbette bağlamından koparıldı ve medyadaki sessizliği bozan bu kişi terörizmi destekliyormuş gibi lanse edildi. Oysa, desteklemiyor.
Yaptığım bir diğer şey ise, karakterin gerçek hayatta yaptığı ve suç olarak görülebilecek bir eylemi filmde doğrudan göstermemekti. Ben, hikâyenin bu kısmını filmden çıkardım. Bu benim seyirciyle oynama, onları bekletme oyunumun bir parçası. Filmin sonunda bazı insanlar tatmin olmuyor çünkü hikâyenin doruk noktasına ulaşıldığında ne olduğunu görmüyoruz. Sadece neticelerini görüyoruz. Karekterin bunlar hakkında konuştuğunu görüyoruz. Örneğin, filmde hikâyenin geçtiği yerlerden biri olan giyim mağazasının olay hakkında medyaya konuştuğunu ve istihbarat birimlerinin de olayı soruşturduğunu görüyoruz. Sadece bu kadar. Olayın kendisinin nasıl olduğunu görmüyoruz. Bu daha çok dramaturjiyle ilgili bir seçimdi. Ayrıca, seyircinin neyin izin verilebilir olduğu ve neyin meşru olduğu gibi etik meseleleri sorgulamasını istedim.
Direniş hakkında konuşacak olursak, şu soru ortada duruyor: Direnmenin en iyi yolu nedir? Sanırım, bu soru bugün de çok tartışılan bir konu. Özellikle de 7 Ekim’deki saldırıları ve sonrasında olanları göz önünde tutarak, bir ulusal kurtuluş mücadelesi amacıyla olsa bile sivillere karşı şiddeti kesinlikle kabul edilemez bulanlar var. Böyle düşünenlerin sayısının arttığını düşünüyorum. Yine de, sivillere yönelik şiddet ile askerlere yönelik şiddet arasında bir fark var. Etik olarak bu ikisi tamamen farklı.