“Gazze’de İşlenen Suçlar İçin Af Dilemezsek, Bizi Kim Affedecek?”
Başta Netanyahu hükûmeti olmak üzere birçok İsraillinin Filistinlilerin çektiği acıların sorumluluğunu üstlenmemesi, Holokost'u tecrübe eden Yahudiler için ne anlama geliyor?

Ocak ayında Gazze’deki ateşkes anlaşması ve İsrailli rehinelerin serbest bırakılması haberlerini duyduğumda çok sevinmiştim. Ancak sevincim çok farklı bir duyguyla karışmıştı. Her şey için çok geç, çok geç: Çok fazla acı ve ölüm önlenebilirdi! Bu ateşkes sürse bile -ki bu giderek daha az olası görünüyor- Benjamin Netanyahu ve ordusunun bir yıldan fazla bir süredir sivilleri aç bıraktığını ve katlettiğini nasıl unutabiliriz? Gazze’deki evlerin, hastanelerin ve okulların büyük bir kısmını yok ettiklerini; hükûmetinin en aşırı uçtaki üyelerinin hâlâ bu bölgeyi yeniden sömürgeleştirmeyi ve halkını sürmeyi düşündüğünü nasıl görmezden gelebiliriz?
Gazze’deki Katliama Suç Ortağı Olmanın Utancı
İsrail’in sağ ve aşırı sağ partileri bu şekilde hareket ederek hem İsrail’deki hem de diasporasındaki bütün Yahudileri rehin aldılar. Onları kendi suçlarına ortak ettiler ve bunu Yahudi halkı adına yaptılar; yani aynı zamanda benim adıma da. Hayatımda ilk kez Yahudi olduğum için utanç duyuyorum. Ancak bu, geçmişte yaşanan bir utanç değil; hakarete uğrayan, aşağılanan, gettolara hapsedilenlerin yaşadığı bir utanç değil. Bu, halkımızın uzun tarihinde alışılmadık bir utanç türü: Bir katliamın suç ortağı olmanın utancı.
Soykırımdan kurtulanların oğlu olarak Fransa’da doğdum ve burada barış içinde yaşadım. Hiçbir zaman ne bir Yahudi karşıtı saldırının hedefi oldum ne de böyle bir olaya doğrudan tanık oldum. Halkımdan pek çok kişiyi yok eden bu felaket bana fayda sağladı: Bana güçlü bir vicdan verdi. Bana her zaman doğru tarafta, tarihin kurbanlarının, haksızlığa uğrayanların tarafında olduğum kesinliğini verdi ve bu da istemeden suç ortağı olduğum başka bir yanlışı görmemi engelledi.
Yahudi Soykırımı’nın (Holokost – Shoah) tarif edilemez dehşetinden, zulüm gören tüm Yahudiler için bir sığınak olan İsrail Devleti doğdu. Annem ve babam gibi hayatta kalanlar için bu, belki de böylesi bir dehşetin bir daha asla yaşanmayacağı anlamına geliyordu. Yani İsrail’in varlığı bir lütuftu ve İsrail adına yapılan her bir eylem kutsanmıştı. Bu da, İsrail’in doğuşundan önce ve sonra yaşanan adaletsizlikler üzerine düşünmeyi gereksiz kılıyordu.
İsrail’de Hiç Evimde Hissetmedim
İsrail’e birkaç kez gittim. İlk ziyaretim, hayatta kalan az sayıdaki eski arkadaşlarını tekrar görmek isteyen ailemle birlikteydi. Sonra gençken Celile’deki bir kibbutzda meyve hasadında çalışmak için gittim. Ve yine yakın zamanda, üniversitelerde misafir öğretim görevlisi olarak çalışmaya gittim. Bu ülkede kendimi hiçbir zaman “evimde” hissetmedim ama yine de orada olmaktan, bunun bir parçası olmaktan mutluydum. Bana söylendiğine göre “çölü yeniden çiçeklendiren” öncülerin heyecan verici macerasına -bedel ödemeden- katılıyormuşum gibi hissettim.
Bilmiyordum, bilmek istemiyordum ki bu topraklar hiçbir zaman çöl değildi; burası zaten başka bir halka aitti ve onlardan zorla alınmıştı; devletin kuruluşu yüz binlerce insanı sürgüne zorlamıştı. Bu adaletsizlik daha fazla adaletsizlik getirmiş ve daha fazla şiddet doğurmuştu. Görmek istemiyordum ki Davud, yavaş yavaş Câlût’a dönüşüyordu. Cehalet güçlü bir tutkudur ve hele ki kendini “filozof” olarak tanımlayan biri için bu tutku daha da yüz kızartıcıdır.
Diğer dinlerden farklı olarak Yahudilik, imandan çok pratiğe önem verir. Bu da “inançsız” bir Yahudinin de dua edebileceği anlamına gelir. Genç Hannah Arendt bir hahama “İnancımı kaybettim.” dediğinde, haham ona şu yanıtı vermişti: “Size kim inanca sahip olmanızı söyledi?” Babam kendisini “anarşist ve ateist” olarak tanımlardı (ve arkadaşlarının büyük tepkisini çekerek Filistinlilerin bir devlete sahip olma hakkı olduğunu savunurdu). Ancak bu durum, onu küçük cemaatimizin kantoru olmaktan ve bayram günlerinde ağlayarak dualar okumaktan alıkoymazdı. Sanırım 10 yaşındaydım, ona ateist olduğunu söylemesine rağmen neden dua ettiğini sormaya cesaret ettiğimde. Bana şu cevabı verdi: “Ölüler için dua ediyorum.” Yetişkin olduğumda, onun yolunu izlemeye karar verdim. Var olup olmadığını ya da sesimi duyup duymayacağını bilmeden, bir Öteki’ye hitap etmenin mümkün olduğunu düşündüm.
Tanrı’yla Ahde Layık Bir Halk Var mı?
Fakat bu yıl bunu yapmayı bıraktım. Bir katliamı onaylayanlarla birlikte dua ederek nasıl günahlarımız için af dileyebiliriz? Bir Yahudi, Öteki’ye [Tanrı] yönelirken bunu en az on Yahudiyle, yani bir cemaatle yapmalıdır çünkü onların yakarışı, Tanrı’sına her seslenişinde aralarındaki ahdi yenileyen bir halkın yakarışıdır. Günümüzde eksik olan şey, işte bu halktır.
Eksik olmak, hata yapmaktan daha kötüdür. Çünkü hata yapan biri, er ya da geç hatasını kabul edip affedilmeyi dileyebilir. Ancak eksik olan biri, hata yaptığını bile kabul edemez. İşte bugün İsraillilerin büyük bir kısmının başına gelen budur. “Bizim için her gün 7 Ekim.” diyorlar. Evet, onlar için ama aynı zamanda ordularının katlettiği masum Filistinli siviller için de durum böyle. İsrail’in uğradığı korkunç saldırı halkını kör etti, duyarsızlaştırdı ve bu savaşın diğer kurbanlarına karşı herhangi bir ahlak ya da empati duygusundan mahrum bıraktı. İsrail’de eksik olan şey de budur.
Gerçekten ihanet eden ben miyim, yoksa bu katliamı protesto ederek halkıma ihanet ettiğimi söyleyenler mi? Yoksa aslında halk, kendine mi ihanet etti? “Lo-‘Ammi” yani “Benim halkım değil”: Kitâb-ı Mukaddes’te geçen peygamberlerden Hoşea’ya, oğluna bu ismi vermesi emredilmişti. Bir ses ona şöyle demişti: “Siz benim halkım değilsiniz ve ben de sizin Tanrı’nız değilim.” Ancak aynı ses, devamında bir günün geleceğini ve o günde “Ben, ‘Sen benim halkımsın’ diyeceğim ve o da ‘Benim Tanrım’ diye karşılık verecek.” de demişti.
Bugün bizim için hangi peygamber elçilik yapacak? Eğer bu suçlar için af dilemeyi başaramazsak, bu aç bırakılmış, bedeni sakatlanmış, öldürülmüş on binlerce insan için bizi kim affedecek? Eğer tekrar dua edebilirsem, ahde layık bir halkın gelmesi için dua edeceğim.
***Jacob Rogozinski’ye ait bu metnin Fransızca aslı, 5 Şubat 2025 tarihinde Le Monde gazetesinde yayımlanmıştır. Orjinaline ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.