Bir Shakespeare Trajedisi: Yükselişi ve Düşüşüyle Richard Nixon
1972'de bugün patlak veren Watergate skandalı, yoksulluktan gelip zirveye uzanan Richard Nixon için önlenemez bir çöküşü başlattı. Başarıya ulaşmak için her şeyi göze alan ama en sonunda kendinden kaçamayan bir adamın hikâyesi, Amerikan rüyasının karanlık yüzü niteliğinde ve tartışmalı mirası güncelliğini korumaya devam ediyor.

Californialı fakir bir çiftin 5 çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Richard Milhous Nixon, Amerikan rüyasının cisimleşmiş bir örneği görülebilecek şekilde yükseldi ve gücünün zirvesindeyken patlak veren Watergate skandalıyla önlenemez şekilde düştü. Nixon, ardında sadece tartışmalı bir siyasi miras değil, belki de bir modern zamanlar trajedisi bıraktı. Oğullarına İngiliz krallarının adlarını veren annesinin başkanlığa kadar yükselecek oğluna -Tudor hanedanını kahramanlaştıran oyunlar yazan- Shakespeare’in kambur, bir kolu bükük, habis, ülkesini felakete sürükleyen ve çocuk katili olarak resmettiği -rakip York hanedanından- III. Richard ile aynı adı vermesi belki de zaten kaderini bağlamıştı. Nixon da siyasetteki kariyerinde medya tarafından, aşağıya doğru uzayan karakteristik burnu nedeniyle -yalan söylediğinde burnu uzayan- Pinokya’ya benzetilecekti.
Yoksulluğun İçinde Büyüyen Richard Nixon
“Muhtemelen kimse annem hakkında bir kitap yazmayacak. Sanırım herkes kendi annesi hakkında aynı şeyi söyler: Annem bir azizeydi. Onu düşününce… İki oğlu veremden ölürken, Arizona’da kaldıkları klinikteki diğer dört kişiye de üç yıl boyunca ağabeyime refaket edebilmek için bakıyordu ve hepsinin ölümünü izliyordu. Onlar öldüğünde, sanki kendi çocuğu ölmüş gibi hissediyordu. Evet, onun hakkında kitap yazılmayacak. Ama o bir azizeydi.”
İstifa etmek zorunda kalan Richard Nixon’ın Beyaz Saray personeline göz yaşlarıyla yaptığı veda konuşmasından, 9 Ağustos 1974.
1913’te dünyaya gelen Richard Nixon, babası Frank’in kendi elleriyle inşa ettiği Yorba Linda’daki beyaz ahşap evde büyüdü. Nixon hanesi, Quaker öğretilerinin tavsiye ettiği sadeliği -mecburen- taşıyan bir yapıydı. Bu ev, görünüşte sağlam bir temel üzerine kurulmuştu ama içinde bir huzursuzluk da vardı. Frank Nixon ticaretteki başarısızlığının getirdiği öfkeyi taşıyan bir adamdı. Annesi Hannah ise sessiz, ölçülü ve dinî bir disiplinin timsali görece ketum bir insandı. Richard, bu iki zıt karakterin arasında, doğrudan görünmeyen ama hep hissedilen bir gölge gibi büyüdü.
Yatırım yaptıkları limon çiftliği batan bu ailenin yaşadığı ekonomik çöküntü, Nixon’ın kişiliğini şekillendiren ilk büyük faktördü. Çocukluğundan itibaren ailesinin manav dükkânında çalıştı, sabahları 3:30’da kalkıp Los Angeles’a sebze meyve almaya gitti, ardından okula gitti. Hayat ona hiçbir şey kolay sunmadı ve Richard da hiçbir şeyi kolay sevmedi: Ne insanları, ne de kendini. Dindar bir hanede büyüyordu ama hanedeki sükûnetin altında kaynayan bir hınç vardı.
İki kardeşinin -Arthur ve Harold’un- verem nedeniyle ölümünü izledi. Oğullarının yattığı kliniğe refaket için giden annesi, bu hastalıklarla mücadele ederken eve uzun süre dönemedi. Beraber vakit geçirdikleri zamanlarda ise Richard, koşulsuz sevilmeyi tecrübe etmedi. Bu kederli ailede sevilmek, dikkat çekmek, görünür olmak için başarıya ihtiyaç vardı. Bu da Nixon’ın erken yaşta edindiği bir kural oldu. Ve okul başarısı, onun için bir takdir görmenin aracısı hâline geldi. Karşısındakiler üstünse, onlardan daha çalışkandı. Onlardan daha zenginse, onlardan daha disiplinliydi. Ve hiçbir zaman unutmuyordu: Kim ona nasıl hissettirdiyse, o hissi içerde bir yerlere kazıyordu. Bu yıllarda Nixon’ın zihninde şekillenmeye başlayan dünya, ikiye ayrılmıştı: Kazananlar ve kaybedenler, zenginlerin çocukları ve manavın oğlu, onaylananlar ve toplumdan dışlananlar. Bu, onun için sadece bir sınıfsal fark değil, bir psikolojik savaş ilanıydı. Ve o savaşı asla bitirmeyecek, sadece cephe değiştirecekti.
Nixon ailesinin yaşadığı ekonomik zorluklar, Nixon’ın karakterini sadece belirlemedi ve akademik hayatını da etkiledi. Harvard Üniversitesinden kabul aldı ama ailesinin işine yardımcı olduğu için gidemedi. Bu, Nixon’ın zihninde ilk derin çentiği bıraktı: Yetenek tek başına yetmezdi. Doğru yerde doğmamışsan, hep gerideydin. Yerel bir Quaker okulu olan Whittier College’a kaydoldu. Orada yalnızca akademik başarı mücadelesi değil, sosyal köken çatışması da vardı. Okulun “Franklin” adlı elit öğrenci kulübü, doğrudan Doğu Yakası’ndan gelen zengin ailelerin bir mikrokozmozu gibiydi. Nixon o kulübe alınmadı. Bunun yerine “Orthogonian” adındaki kendi kulübünü kurdu: Açık yakalı gömlekler giyen, işçi sınıfından gelen, kendi aralarında siyahi öğrencilere dahi yer veren bir karşı-hareketti bu. Elitlere karşılık, halkın adamıydı. Böylece Nixon’ın anti-elitist pozisyonu bir kimliğe dönüştü.
Whittier’de tiyatroya katıldı, şiirler okudu ve etkinliklerde şarkılar söyledi. Ama hiçbir zaman tam anlamıyla rahat olamadı. Sosyal olarak hep geride ve tedirgin hissetti. Soğuk biri olarak tanındı. Ve o da bunu kendi iç dünyasına daha fazla yöneltti: Daha da başarılı olmalıydı. Daha çok çalışmalıydı. Daha iyi konuşmalı, daha güçlü görünmeliydi ki onu kimse yaralamasın.
Lisanstan sonra Duke Üniversitesi Hukuk Fakültesine bursla kabul edildiğinde, bu defa ailesi Richard’ı durduramadı. Ama orada da hep tetikte oldu. Başarılıydı, ancak bu başarıyı tatmaktan çok, kaybetmemek için yaşayan biriydi. Derslerde sivrildi, çalışkanlığıyla fark edildi ama sosyal olarak hâlâ hariciydi. Kütüphanelerde geçirdiği saatler, yalnızca bir akademik çaba değil, kendi içindeki boşluğu doldurma arzusuydu.
Nixon üniversite yıllarındaki dışlanmışlığını kendi kişisel mitine dönüştürecekti: “Ben diğerleri gibi değilim. Onlar doğuştan şanslı, ben çalışarak geldim. Onlar kibirli, ben alçakgönüllü ama daha kararlıyım.” Bu karşıtlık anlatısı, ileride siyasi söyleminin de temel direği olacaktı.
Siyasetteki Hızlı Yükselişi ve Kennedy Karşısındaki Mağlubiyeti
“Ben dışa dönük (extrovert) olmayı gerektiren bir meslekle meşgul, içe dönük(introvert) biriyim.” Richard Nixon
Richard Nixon siyasete, tıpkı hayatın diğer alanlarına girdiği gibi girdi: Sessizce, dikkatle, ama içten içe kaynayan bir öfkeyle. İkinci Dünya Savaşı’nda Pasifik Cephesi’nde görev yaptıktan sonra, 1946’da Cumhuriyetçi Partinin desteğiyle Kaliforniya’nın 12. Kongre Bölgesi’nden aday oldu. 33 yaşındaydı. Rakibi, beş dönemdir görevde olan Demokrat Jerry Voorhis’ti: Düzgün görünümlü, liberal görüşlü, Roosevelt kuşağının tipik bir temsilcisi. Nixon ise, gençti, açtı ve kaybetmeyi geçmişte bırakmıştı.
Kampanyasında o dönemin siyasi çarpanını ustalıkla kullandı: Antikomünizm. Voorhis’in sendikalarla olan bağlarını Sovyet etkisiyle ilişkilendirdi. Gerçekler çarpıtıldı, imalar yayıldı, gölgeler uzatıldı. Nixon’ın savaş yöntemleri, o dönemin siyasetinde nadiren görülmüş cinstendi. Ama işe yaradı. Seçimi kazandı. Ve böylece, Amerikan halkı tanımadan sevmediği bir adamı meclise yollamış oldu.
1950’de Senato için aday oldu. Bu seferki rakibi, bir kadın siyasetçiydi: Helen Gahagan Douglas. Nixon, onu “pembe iç çamaşırı giyen bir kızıl (komünist)” olmakla suçladı. Douglas’a karşı kullandığı zehirli dili o kadar etkiliydi ki, rakibi ona “Tricky Dick” (Kurnaz Dick) lakabını taktı. Bu lakap, Nixon’ın politik hayatına yapışacak ve karakterinin ikinci adı olacaktı.
1952’de, Dwight Eisenhower tarafından başkan yardımcısı adayı olarak seçilmesi Nixon için yeni bir dönemin kapısını araladı. Fakat bu birliktelik, eşitler arasındaki bir ortaklık değildi. İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer komutanı repütasyonuyla siyasete atılan Eisenhower, Nixon’ı pek sevmezdi ama bir emir-komuta ilişkisi kurmuştu. Nixon ise üstüne sadakat gösterdi ve asker geçmişinin etkisiyle siyasette kendini partiler bir konuma yerleştirmek isteyen Eisenhower’ın parti siyasetini üstlendi. Cumhuriyetçi söylemlerin yüksek sesli bayraktarlığını yaptı ve bu sembolik görevinde kendi kariyerini ilerletmek için çalıştı. Eisenhower adına üst düzey diplomatik temaslarda da bulundu. Bunlardan en meşhuru, 1959’da Sovyetler Birliği lideri Nikita Kruşçev’le olan görüşmesinde sırasında medya önünde yaptıkları tartışma olacak ve Nixon Kruşçev’in çocuklarının birgün “özgür” bir rejimde yaşamasını dilediğini söyleyerek SSCB rejimine taş atacaktı.
Siyasi kariyerinin ilk büyük krizini ABD Başkan Yardımcılığı dönemine başlayacağı sırada yaşadı: Adaylık kampanyasının fonlarıyla ilgili bir skandal. Ancak burada devreye giren, Nixon’ın içinden gelen bir medya hamlesiydi: Checkers Konuşması. Televizyondan yaptığı bu dramatik konuşmada, iddia edildiği gibi usulsüz fon almadığını ve aldığı hediyelerden iade etmediği tek şeyin küçük kızının köpeği Checkers olduğunu ileri sürdü. Amerikan halkının duygularına oynayara “Bu köpeği geri vermeyeceğiz,” sözleriyle yaptığı konuşmayla yara almamayı başardı. Nixon, televizyon ekranı sayesinde ilk büyük krizini atlattı ama bu ekran, birkaç yıl sonra onu bir kez daha mahvedecekti.
1960’a gelindiğinde, Nixon artık başkanlığa hazırdı. Demokrat Partinin adayı ise Amerikan tarihinin televizyon ışıklarını en iyi kullanan ismi olacaktı: John Fitzgerald Kennedy (JFK). Kennedy Harvard mezunuydu, gençti, yakışıklıydı, aileden zengindi. Nixon ise hastaydı, dizini sakatlamıştı ve kilo kaybetmişti, 50 eyaletin hepsini gezmek iddiasıyla yola çıktığı kampanya boyunca kendini tüketmişti. İlk televizyon tartışmasında makyaj yapılmasını reddetti, spot ışıkları altında terledi, gerginliği yüzünden okunuyordu. Karşısındaki Kennedy ise parlıyordu. Münazarayı radyo başında dinleyenler, Nixon’ı tartışmanın kazananı sandı. Ama televizyon başındakiler için sonuç kesindi: Kennedy başkandı. Gergin gözüken ve yüzü terleyen Nixon ise, kendi deyimiyle, “ekranlarda kaybetti.”
Kennedy kampının polis tarafından tutuklanan Martin Luther King Jr.’nin salıverilmesi için polis teşkilatındaki bağlantılarını kullanması, siyahi seçmenlerin kitlesel desteğinin -ilk defa- Abraham Lincoln’ün kurduğu Cumhuriyetçi Partiden Demokrat Partiye geçmesine yol açtı ve Nixon seçimi kıl payı kaybetti. Martin Luther King Jr. ile şahsi bir irtibatı olan Nixon ise Beyaz Saray’ı devreye sokarak yardımcı olmak istemiş ama olumlu yanıt alamamıştı.
Bu olaydan ayrı olarak; Illinois, Missouri ve New Jersey gibi eyaletlerde büyük usulsüzlükler yapıldığı iddialarının soruşturulması için başvuruda bulunması için baskı gördü ama sonuçlara itiraz etmedi ve bu kararını halka şöyle lanse etti: Haksızlığa uğramış olsa da devlet adamlığı gereğince sonuçları kabul etmeli ve yeni dönemin şaibeyle başlamasına yol açmamalıydı. Halkın nezdinde mağlubiyeti asaletle taşıyan kişi olarak görülmek istedi. Fakat bu mağlubiyet, zaten Nixon’un içinde olan bir hissi daha da yoğunlaştırdı: Güvensizlik. Bu, artık kişisel değil, sistemle ilgiliydi. Medyayla, elitlerle, Kennedy ailesiyle, iyi görünümlü insanlar ve güzel gülümsemelerle derdi olan bir Nixon vardı artık. Bu, onun için sadece politik bir yenilgi değil, psikolojik bir kırılmaydı. Ve bu kırılma, onun geri dönüşünü daha da acımasız, daha da taktiksel bir hâle getirecekti.
Siyasi Ölümden Dönüşü: Kanun ve Nizam Vaadiyle Başkan Seçilen Nixon
1962’de bu sefer memleketinde aday oldu ama yine başaramadı. Kaliforniya Valiliği seçimlerini kaybettiğinde, Nixon’ın siyasi cenazesini yazmaya hazırlanan gazetecilerin önünde, ağzında o tanıdık buruk gülümseme ve içinde fokurdayan hınçla şu cümleyi kurdu: “Artık Dick Nixon’ı tekmeleyemeyeceksiniz. Çünkü bu benim son basın toplantım.”
Ama bu veda, iddia ettiği gibi nihai sonu olmadı. Bütün defolarına rağmen Nixon, kendini yenilemeyi öğrenmiş bir siyasetçiydi. Sahneden çekildi, New York’a taşındı, bir süre gölgede kaldı. Lakin bu suskunluk bir vazgeçiş değildi; daha ziyade bir pusuydu.
Amerika ise tam o yıllarda sosyal gerilimlerden geçiyordu. Vietnam Savaşı iç kamuoyunu bölmüştü: Sokaklar ve siyah-beyaz TV ekranlarında alev alev yanıyordu. Martin Luther King Jr. ve JFK’den sonra kardeşi ve Demokrat Partinin olası adayı Robert Kennedy suikasta uğramış, Demokrat Parti içten parçalanmış, kentler isyanlarla çalkalanıyordu. “Özgürlük”, “barış” ve “devrim” kelimeleri gençlerin dilindeydi ama orta sınıfın kalbinde korku vardı. Nixon tam buraya oynadı: “Sessiz çoğunluk.”
Onlara seslendi. Sokağa çıkmayan, pankart taşımayan, ama vergisini ödeyen, çocuğunu savaşa yollayan, evinin düzenini bozmadan yaşayan kitleye. “Kanun ve nizam” sloganıyla konuştu: “Artık bu ülke başıboş değil” dedi. Ve ABD’nin geçirdiği sosyal dönüşümden korkanlara, bir düzen vaadi sundu. Bu kampanya, bittiği düşünülen siyasi kariyerini ayağa kaldıran Nixon’ın en kilit stratejik hamlesiydi: Umut sunamıyorsa, güven sunuyordu. Geleceği aydınlatamıyorsa, istikrar vaat ediyordu.
1968’deki başkanlık seçimleri bu atmosferde yapıldı. Demokratlar kendi içinde bölünmüştü; Hubert Humphrey, yardımcılığını yaptığı Başkan Lyndon B. Johnson’ın gölgesinde sıkışmıştı. Nixon ise sahneye hasadını toplamayı sabırla beklemiş sebatkar çiftçi gibi çıktı. Artık “Tricky Dick” değil, “tecrübeli devlet adamı”ydı. “Yaralı ama bilge”ydi. Ve seçim gecesi, Amerikalılar bir televizyon ekranında tekrar onu gördü: Yine solgun ama kontrollü, biraz da kederli ama bu sefer kazanmış.
Başkanlık koltuğuna oturduğunda, Nixon’ın yanında Kennedy gibi efsaneler yoktu, medyayla aşk yaşayan bir personası yoktu, halkla kolay temas kurmasını sağlayan bir karizması yoktu. Ama elinde bir başka şey vardı: Strateji. Ve o stratejiyi kullanarak, sadece seçimleri değil, Amerikan siyasetin yönünü de değiştirecekti. Nixon, şikâyet ettiği müesses nizamı alt etmeye değil, onunla anlaşarak onu içeriden dönüştürmeye karar vermişti. Bu yüzden başkanlığı, idealizmden ziyade pragmatik hamlelerin ağır bastığı bir dönem olacaktı.
Dış Politika “Kazanımlarıyla” Öne Çıkan Nixon Dönemi (1969-1974)
Richard Nixon, içeride “kanun ve nizam”ın başkanıydıysa, dışarıda soğukkanlı hesapların stratejistiydi. Dış politika onun vitrini, iç politikadaki yalnızlığının rövanşıydı. Kamuoyunun önemli bir kısmı Nixon’ı asık suratlı, güven vermeyen bir lider olarak görüyordu; ama diplomaside, bir tiyatro perdesinin arkasında roller dağıtan usta bir orkestra şefi gibi görülmeye oynuyordu.
O dönemde dünya iki kutupluydu: ABD ve Sovyetler. Nixon, bu gerilimli düzlemde beklenmedik bir hamleyle yaptı: Çin’e açılım. 1972’de, Mao Zedong’un yönettiği Çin’ine ayak basan ilk Amerikan başkanı oldu. Bir zamanlar “komünistlerin köpeği” olmakla suçladığı bir ülkeyle tokalaşıp BM Güvenlik Konseyi üyesi olmasını sağlarken, aslında Sovyetler’e gözdağı veriyordu. Bu, ideolojik bir dönüş değil, geometrik bir denklem kurmaktı. İki düşman birbiriyle uğraşırken, Nixon üçüncü köşeyi kapatıyordu.
Aynı yıl Moskova’ya da gitti. Sovyet lideri Brejnev’le SALT (Stratejik Silahları Sınırlama Anlaşması) görüşmelerini başlattı. Bu bir barış hamlesi değil, kontrollü bir tansiyon yönetimiydi. Nixon, nükleer silahları tamamen kaldırmak değil, sadece dengelemek istiyordu. Dünyayı -başkanlık döneminden sonraki iddialarının aksine- barışa değil, istikrarlı bir korkuya ikna etmeye çalışıyordu. Ve bunda ustaydı.
Ama diplomasi başarıları, Nixon’ın ABD’deki memnusiyetsizleri dindirmedi. Vietnam’da Amerikan askerleri hâlâ ölüyordu. Kamuoyu sabrını yitiriyordu. Nixon ise, “onurlu bir çıkış” adı altında savaşı uzatıyor, bombalamaları gizli tutuyor, Kamboçya’yı hukuksuzca ve sessizce vuruyordu. Nixon doktrini şöyleydi: Müttefiklere yardım edilecek, ama harplerini kendileri yapacaktı. Bu doktrin, ileride Reagan’ın “proxy war”larına ve Amerika’nın yeni askerî paradigmasına dönüşecekti.
Fakat Nixon’ın dış politikası ne kadar ustaca görünse de, özünde pragmatikti. Çin’le yakınlaşması da, Moskova’yla pazarlığı da, Vietnam’dan çıkışı da, içerideki muhalefeti bastırmak ve 1972 seçimlerini garantiye almak amacını da taşıyordu. Beyaz Saray kayıtlarına göre Nixon, Batı’nın desteklediği Güney Vietnam’ın savaş sonrası düşeceğini zaten tahmin ediyor ama bu çöküşün “yeniden seçildikten sonra” yaşanmasını tercih ediyordu. Nitekim iki taraf arasındaki barış anlaşması 27 Ocak 1973’te imzalanacaktı.
Başka bir deyişle: Nixon, daha sonra iddia edeceği gibi bir barış mimarı değil, zaman kazanmayı önceleyen bir stratejistti. Halk 1972’de onu büyük bir çoğunlukla ve 10 milyon oyluk bir farkla yeniden seçti. Nixon artık gücünün zirvesindeydi. Ama tam da o noktada, her büyük trajedi gibi, inşa ettiği her şey çatlamaya başladı. Çünkü aynı yıllarda, Beyaz Saray’da bazı gizli kapaklı işler dönüyordu ve bunlar bir şekilde kayda alınıyordu. Ve o kayıtlar, çok geçmeden Nixon’ın imparatorluğunu yıkacaktı ve mirasını kirletecekti.
Watergate Skandalı ve Önleyemediği Düşüşü
“Böyle bir skandalın ifşâ edilmesi yasalara saygı duyulduğunu göstermektedir. Belki de Watergate’in başarabildiği tek şey herkesi Watergate’in bir skandal olduğuna inandırmaktır (…) Eskiden bir skandal gizlenmeye çalışılırdı; günümüzdeyse tam tersine bunun bir skandal olmadığı gizlenmeye çalışılmaktadır. Watergate bir skandal değildir. Kesinlikle değildir çünkü herkes onun bir skandal olmadığını gizlemeye çalışmaktadır.”
Jean Baudrillard, Fransız sosyolog ve postyapısalcı düşünür.
Bir ABD Başkanı düşünün: Devam seçiminde 50 eyaletini 49’unu kazanmış, rakibini ezip geçmiş, dış politikada Çin ile tokalaşmış, SSCB ile nükleer silah müzakaerelerini açmış… Ama tam da bu mutlak zafer anında, Beyaz Saray’ın duvarlarında yankılanan bir tık sesi, bütün iktidarını paramparça edecekti.
17 Haziran 1972 sabahı, Washington’daki Watergate iş merkezinin içindeki Demokratik Parti Genel Merkezi’ne giren beş kişi yakalandı. Olay başta önemsiz görüldü, birkaç amatör hırsız gibi. Ama çok geçmeden fark edildi: Bunlar sıradan hırsızlar değildi. Ellerinde yüzlerce dolar, gelişmiş dinleme cihazları ve… Beyaz Saray’la bağlantıları vardı.
Başkan Nixon ilk başta durumu önemsizleştirdi. “Beyaz Saray’ın bu olayla alakası, yoktur,” ve “Ben sahtekar değilim,” dedi. Ama içeride farklı bir şey yaşanıyordu: Nixon, kurmaylarıyla birlikte, bu olayı örtbas etmenin planlarını yapıyordu. Gizli ödemeler, tehditler, belge imhaları… Oval Ofis artık bir devlet dairesinden çok, komploların yönetildiği bir durum odası hâline gelmişti. Peki Nixon neden böyle bir riski göze aldı?
Çünkü Nixon, her zaman izlenildiğini düşündü. Medya, entelektüel sınıf, siyasi elitler, “onun gibi bir adamın” Oval Ofis’te bulunmasını asla kabullenmeyeceklerdi: Herkesin kendine karşı olduğu anlatısına inanıyordu. Bu yüzden korumacıydı, şüpheciydi, paranoya derecesinde tedbirliydi. Watergate’in amacı sadece rakip partiyi dinlemek değildi; gücü elinde tutmaya çalışmanın patolojik bir refleksiydi.
Ancak işler onun kontrolünden çıktı. Bob Woodward ve Carl Bernstein adlı iki genç gazeteci, Washington Post’ta bu olayın peşini bırakmadı. “Deep Throat” kod adlı gizli bir kaynağın yardımıyla, Nixon yönetimindeki bazı isimlerin bu olayla doğrudan bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Ve sonra… ses kayıtları.
Nixon, Beyaz Saray’daki konuşmaların tamamını gizlice kaydettiriyordu. Belki tarihe bir belge bırakmak için, belki kontrolü tamamen elinde tutmak için. Ama bu kasetler, onun sonunu getirdi. Çünkü içlerinden biri -“smoking gun” diye anılan kayıt- Nixon’ın olayın örtbas edilmesini bizzat emrettiğini gösteriyordu. Başkan, artık kendi sesiyle suçlanıyordu.
1974 yazında, Senato soruşturmaları, medyanın baskısı ve kamuoyunun öfkesi bir tufan hâlini aldı. Nixon’ın partisi bile onu artık savunmuyordu. Görevden alınmamak için istifa etmek zorunda kaldı. 8 Ağustos 1974 gecesi, Oval Ofis’te Amerikan halkına son kez seslendi. Kırılgan bir tonda, ama yine de kendine özgü bir kibirle: “Bütün görevlerim içinde en kutsalı olan başkanlığı, artık bırakıyorum.”
Ertesi sabah, Marine One helikopterine binerken kalabalığa gülümseyip zafer işareti yaptı. Ama o an, aslında hayatında attığı en sessiz çığlıklarından biriydi. Yaşamak istediği Amerikan rüyası, kendi içine çökmüştü. Ya Nixon ya da Nixon’un çevresi zaten büyük farkla kazanacakları bir seçim için Demokrat Partiyi gizlice izlettirmiş ve bu gereksiz kanunsuz eylem, iktidardan düşmelerine yol açmıştı. Kesin olan şuydu ki Nixon, olayı örtbas ettirmeye çalışırken yakalanmıştı.
Başkanlık Sonrası İmajını İyileştirme Çabası ve Frost Röportajları
Richard Nixon, 9 Ağustos 1974’te helikoptere binip Beyaz Saray’dan ayrıldığında, ardında yalnızca bir anayasal kriz değil, bir güven bunalımı bırakmıştı. Yeni Başkan Gerald Ford’un, onu tüm suçlardan affettiğini duyurması kamuoyunu daha da öfkelendirdi. Milyonlarca Amerikalı için bu, adaletin tecili değil, ayrıcalığın zaferiydi. Nixon ise, hasta, borçlu, kırılmış ama tam anlamıyla bitmemişti.
İlk aylar fiziksel ve psikolojik çöküşle geçti. Damarlarında pıhtı oluştu, geçirdiği ameliyatlar sonrası ölümle burun buruna geldi. Ama Nixon, hayatı boyunca yaptığı şeyi bir kez daha yapacaktı: Geri dönmeye çalışacaktı.
Bu dönüş, sandıktan ya da meclisten değil, kameradan geçecekti. 1977’de İngiliz televizyoncusu David Frost, Nixon’la dizi hâlinde röportajlar yapmak üzere anlaştı. Görüşmeler için Nixon’a 600.000 dolar ödendi. Bu o dönem için rekor bir meblağdı. Pek çok kişi bu röportajları bir “medya üzerinden aklama operasyonu” olarak gördü. Ama işler Nixon’ın planladığı gibi gitmedi.
Nixon, Frost’u basit bir magazinci olarak küçümsemişti. Ancak Frost karşısındaki adamın dünya tarihine geçmiş en karmaşık figürlerden biri olduğunu çok iyi biliyordu. Röportajlarda Nixon, öncelikle dış politikadaki başarılarından, Soğuk Savaş diplomatisinden, Çin ziyareti gibi zirve anlarından söz etti. Ama seyircilerin beklediği tek şey vardı: Watergate.
Ve o bölüm geldiğinde, Frost sordu: “Sayın Başkan, halkınızın güvenini kötüye kullandınız mı?”
Nixon’ın yüzündeki ifade dondu. Gözleri kaçtı. Frost’un ısrarlı sorularından kaçamazken o meşhur cümleyi söyledi: “Bir başkanın yaptığı bir şey yasa dışıysa… o şey yasa dışı değildir.”
Bu söz, Nixon’ın kendi iç hukuk sistemini nasıl algıladığı ortaya seriyordu. Ama birkaç gün sonraki yeni bölümde Frost onu köşeye sıkıştırdığında, farklı bir Nixon çıktı ortaya: “Ülkeye zarar verdim. Ve bunu hayatımın sonuna kadar taşıyacağım.”
İşte o an, Nixon ilk kez gerçekten “mağlubiyeti kabullenen” bir adam gibi görünmüştü. Bu cümleler, Amerikan kamuoyunda yankı uyandırdı. Röportajları milyonlar izledi. Bazıları Nixon’ı hâlâ affetmedi ama çoğu insan ilk kez onun bir yüzleşmeye yanaştığını düşündü. Frost Röportajı, bir anlamda Nixon için modern zamanların arınma törenine dönüştü.
Sonraki yıllarda, Nixon kendini dış politikada bir “kıdemli danışman” gibi konumlandırdı. Çin’e tekrar gitti, Reagan ve Bush gibi Cumhuriyetçi başkanlarla perde arkasında fikir alışverişi yaptı. Kitaplar yazdı, konferanslar verdi. Real Peace, In the Arena, No More Vietnams gibi eserlerle entelektüel bir kamusal şahsiyet hâline geldi. Ama o gölge hep Watergate’in siluetiyle örtülüydü.
Nixon, 1994’te öldüğünde, Bill Clinton’ın cenaze töreninde yaptığı konuşma dikkat çekiciydi: “Artık onu sadece suçlarıyla değil, tüm hayatıyla yargılayalım.” Ama belki de Nixon’ın hayatına dair en doğru tanım, yine kendi ağzından çıkan şu cümlede gizliydi: “Sizi ancak kendinize duyduğunuz nefret yıkabilir.” Nixon, ömrünü o nefreti yalnızca başkalarına değil, kendine de yönelterek geçirmişti.
Kurumsal Siyaseti Tahrip Eden Trump Döneminde Nixon’ın Mirası
Amerika bugün, skandallarla sarsılmama yeteneğini adeta doğal bir refleks hâline getirmiş, siyasette daha önce eşi benzeri görülmemiş bir bağışıklığa sahip Donald J. Trump tarafından ikinci kez yönetiliyor. 2020’de açılan 30 mektupluk bir sergide ortaya çıktı ki, 1980’li yıllarda kamusal hayata kendini enjekte etmeye çalışan genç bir milyarder ile itibarını toparlamaya çalışan yaşlı bir eski başkan arasında şaşırtıcı bir mektup arkadaşlığı yaşanmış. Amerikan rüyasının simgesini kendi adlarıyla mühürlemek isteyen iki adam: Donald J. Trump ve Richard M. Nixon.
O yıllarda Manhattan’da yaşayan bu iki figür, aslında aynı boşluğu doldurmaya çalışıyordu: Onaylanmak. Biri, medyanın ilgisini zorla üzerine çeken küstah bir gayrimenkul geliştiricisiydi; diğeri ise, düşmüş bir imparatorun gölgelerden itibarını onarma çabası içindeki devlet adamı. Yaklaşık kırk yıl sonra, Trump Beyaz Saray’a taşındığında Nixon’ın kaderini tekrarlar gibi oldu: Skandallar, istifaya çağrılar, azil süreçleri…
Ancak 2019’daki azil soruşturması sırasında Trump, Nixon’la arasına net bir çizgi çekti: “O gitti. Ben gitmiyorum. Büyük bir fark var.” Gerçekten de fark büyüktü. Nixon, sistemin sınırlarını kabullenip çekilmişti. Bütün sınırları kendi çıkarına göre delmek isteyen Trump ise, 2021’de Beyaz Saray’dan rezil bir şekilde ayrılsa da, 2024’te geri dönmeyi başardı. Bu geri dönüş sadece siyasal değil, anayasal düzeyde de büyük bir kırılmanın işareti olmuş olabilir. 1 Temmuz 2024’te Trump’a açılan bir davayla ilişkin olarak ABD Yüksek Mahkemesi, görevden ayrılmış başkanların bile başkanlık yetkileri kapsamında yaptıkları eylemler nedeniyle cezai sorumluluktan muaf tutulabileceğine karar verdi.
Bu kararın ardından Amerikalı hukukçular şu kanaatte birleşti: Artık gelecek başkanlar, Nixon’ın aksine, yasa dışı eylemleri “başkanlık yetkisinin kullanımı” olarak tanımladıkları sürece, hukuken dokunulmaz kalabileceklerini bilerek göreve başlayacaklar. Ve böylece babasının batık çiftliğindeki anıt mezarında yatan Richard Nixon -o meşhur sözüyle- yeniden akıllara geldi: “Bir başkanın yaptığı bir şey yasa dışıysa… o şey yasa dışı değildir.” Nixon 1994’ten beri toprağın altında, ama inandığı “üniter yürütme teorisi” (unitary executive theory) artık iktidara gelmiş olabilir.
Kaynakça
- Miller Center. (n.d.). Richard Nixon: Impact and Legacy. University of Virginia. https://millercenter.org/president/nixon/impact-and-legacy
- Friends General Conference. (2024, October 21). President Nixon and Quakerism. https://www.fgcquaker.org/2024/10/21/president-nixon-and-quakerism/
- Robins, R. S. (n.d.). Richard Nixon: A Psychobiography. Niehaus Center for Globalization and Governance, Princeton University. https://nes.princeton.edu/publications/richard-nixon-psychobiography
- Miller Center. (n.d.). Richard Nixon: Life After the Presidency. University of Virginia. https://millercenter.org/president/nixon/life-after-the-presidency
- Ward, A. (2020, September 23). Donald Trump and Richard Nixon were pen pals. Politico. https://www.politico.com/news/2020/09/23/donald-trump-richard-nixon-pen-pals-420567
- Saldin, R. P., & Teles, S. M. (2024, July 1). Supreme Court’s ruling in Trump v. United States would have given Nixon immunity for Watergate crimes – but 50 years ago he needed a presidential pardon to avoid prison. The Conversation. https://theconversation.com/supreme-courts-ruling-in-trump-v-united-states-would-have-given-nixon-immunity-for-watergate-crimes-but-50-years-ago-he-needed-a-presidential-pardon-to-avoid-prison-238664
- Parmet, H. S. (2015). Richard Nixon and the Quest for Pragmatic Conservatism. In The American President in Popular Culture (pp. 47–66). Palgrave Macmillan. https://link.springer.com/chapter/10.1057/9781137500960_3