“Gazze’de Yaşananlar Bir Savaş Değil, Profesyonel Bir Soykırım”
Gazze’nin kuzeyinde hekimlik yapan Dr. Ezzideen Shehab, açlığın, utancın ve ölümün nasıl sıradan bir rutine dönüştüğünü anlatıyor. Doktora göre yaşananlar yalnızca bir felaket değil; sistemli bir yok ediş. Ve insanlık, bu yok oluş karşısında suskun kalıyor.

Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliye’de doğup büyüyen 28 yaşındaki Dr. Ezzideen Shehab, savaşın ilk gününden bu yana hastanelerde gönüllü olarak görev yapıyor. Sosyal medyada paylaştığı hikâyeler, açlıktan parmaklarını tenceredeki birkaç fasulyeye uzatan bir kız çocuğu gibi, sessiz çığlıkları görünür kılıyor. Shehab’ın Türkçeleştirdiğimiz 16 Haziran tarihli bu metni, o hikâyelerden biri. Bir tanıklık. Bir yara kaydı.
Bu sabah kliniğe giderken -gerçi artık oraya klinik demek bile gülünç geliyor çünkü orası bir sığınıktan ziyade daha çok bir mezarlık gibi- bir kız gördüm. En fazla 16 yaşındadır. İnce yapılıydı ve gözlerinin etrafında çökmüş öyle bir yorgunluk vardı ki… Çocuklar böyle bir yorgunluğu asla tanımamalı. Elleriyle bir tencere taşıyordu; kararmış metalden bir kap, hafifçe buhar çıkıyordu içinden. İçindeki sıvıysa, ince ve bol sulu bir karışımdı. Neredeyse tamamen sudan ibaretti: İçinde birkaç solgun beyaz fasulye, yokluğun okyanusunda batık gemiler gibi yüzüyordu.
Arkasında babası vardı ve kalabalığın arasında ilerliyordu. Babanın bakışları bir askeri andırıyordu. Ama bu, savaşa hazırlanmış bir adamın değil, hayatta kalmaya mecbur bırakılmış birinin bakışıydı. Etrafındaki insanların yüzlerini tarıyordu; belki olası bir tehlikeden kaçmak ya da umutlanacak bir şey bulmak için. Belki de ikisinin arasında bir şey için.
Kız iki kez arkasına baktı. Babasının yüzünü başka yöne çevirdiğini görünce, o kısa özgürlük anını yakaladı. Parmaklarını tencereye daldırdı, birkaç fasulyeyi avuçladı ve suçlulukla hızla ağzına attı. Çiğnerken gözleri etrafa kaçıyordu, korkuyordu; onu görecek, azar mı işitecek? Çünkü babası zalim olduğu için kızmayacaktı. O acınası çorba bir çocuğa değil, belki beş kişiye, belki on kişiye yetecek kadardı. Artık ağız saymıyoruz. Sadece kaşıkları sayıyoruz.
“İnsanlar Yiyecek Bulmak İçin Gittikleri Yerin Kapısında Öldürülüyor”
Bir zamanlar bir mutfak vardı, bir hayır kurumu. Her gün binlerce aileye yemek pişirirdi. Kâr için değil, takdir için de değil; vicdanları başka türlü izin vermediği için. O mutfak üç gün önce kapandı. İnsanlar doymayı bıraktığı için değil; raflar boş kaldığı için. Pirinç bitti. Yağ bitti. Un bitti. Her şey bitti.
Ve şimdi insanlar Amerikan yardım merkezlerine gidiyor. Evet, elbette. “İnsani koridorlar.” Ne kadar güzel bir ifade. Ne kadar steril, ne kadar bürokratik bir zarafet. “Sivil zaiyat” gibi, “operasyon” gibi. Amerikalılar inşa etti ve güvenliğini İsrailliler sağladı. Ve her gün o kapılarda kırk kişi ölüyor. Eziliyor. Vuruluyor. Açlıktan ölüyor. Ekmek umuduyla geliyorlar, ceset olarak ayrılıyorlar.
Herkes biliyor bunu. Herkes. Ve yine de gidiyorlar. Çünkü açlık, bir adamı, silahın ardındaki gölgede pirinç varsa, kendi infazına doğru yürütür.
Dün, arkadaşım El-Aloul gitti. O bir savaşçı değil. Bir yazılım mühendisi. Sessiz bir adam. Geri döndü, boynundan bıçaklanmış. Altı dikiş. Kan gömleğini sırılsıklam etmişti. Ama gülümsüyordu. “Kutuyu aldım,” dedi ve ekledi: “[Benden] alamadılar.”
“Bu Savaş Değil Profesyonel Bir Soykırım”
Ne biçim bir dünya bu? Bir adam, bir kutu un taşıdığı için, kanlar içinde gülümsüyorsa? Bu tankların ve uçakların savaşı değil artık. Onlar önemsiz kaldı. Bu, açlığın savaşı. Yavaş ölümlerin savaşı. Anneler günlerce oruç tutuyor: Dinî bir amaçla değil, çocukları önce doysun diye. Çocuklar yardım sırasında bekliyor: Dönebilecekler mi, bilmiyorlar.
Kızlar gizlice yiyor, babalar ekmekten ağır utançlar taşıyor.
Bu, yorgunlukla, sessizlikle, evrakla ve başka yöne çevrilmiş gözlerle işlenen bir soykırım. Modern çağ, kötülüğü neye dönüştürdü bilmek ister misin? Bürokratik bir şeye. Dijital bir şeye.Profesyonel bir soykırıma. Dünya tanımlar üzerine tartışırken çocuklar havayı çiğniyor.
O fasulyeleri yiyen çocuk, senin fikirlerinden daha gerçek. O kutuyu kanlar içinde taşıyan dostum, senin bahanelerinden daha onurlu. Gazze bir manşet değil. Bir aynadır. Ve o aynaya baktığında gördüğün şey, kendi insanlığının ölçüsüdür.
Tanrı’nın konuşmasını mı istiyorsun? Belki konuştu bile. O kızın sessizliğiyle konuşuyor. O kutudaki kanla konuşuyor. Ve şimdi, titreyen ellerimle yazdığım bu kelimelerle konuşuyor.
Gazze ölmüyor. Gazze çarmıha geriliyor. Ve biz… Biz Golgota’daki kalabalığız. Sadece izliyoruz.