Avrupa Sendikaları ve Göçmenlerin Sendikalarda Temsili
Sendikalar son yıllarda içsel ve dışsal olmak üzere birçok sorunla karşılaşıyor. Özellikle küreselleşme ve neoliberalizm, bu sorunları tetikleyen başlıca etmenler arasında.
Sendikalar, üyelerinin ve etkilerinin azalmasıyla Avrupa’nın büyük bir kısmında savunmaya geçmiş durumda. Yine de karşılaştıkları sorunlara cevap geliştiriyorlar, göçmen ve etnik azınlık işçilerinin haklarını temsil etme ve savunmada zorlukların üstesinden geliyorlar. Sendikaların doğası, yapısı, ideolojileri ve güç kaynakları, etnik azınlık ve göçmen kökenli işçi sayısındaki artışa verdikleri tepkilerin niteliğini kısmen belirleyen ‘iç’ faktörler. Bu yazıda bu iç ve dış faktörleri incelerken Avrupa sendikalarının bu zorlukların üstesinden nasıl geldiklerini göstermeye çalışacağız.
İç ve Dış Zorluklar
Sendikalar Avrupa genelinde zor zamanlar geçiriyorlar. Sendikaların Batı’daki “toplumsal modelin” saygın temeli olma statüsü, globalleşme ve neo-liberalizm ile birlikte ortadan kalktı. Bir zamanlar sendikaların kalesi olan geniş ölçekli üretim sanayilerinde düşüş var. Sendikaların giderek daha güçlü oldukları asıl sektör kamu hizmetleri iken, bu durumu bütçe baskıları ile özelleştirme ve son zamanlardaki kemer sıkma ve bütçe kesintileri tehdit ediyor. İş gücü piyasasında güvensizliğin artması ve giderek yükselen işsizlikle birlikte “atipik” istihdam biçimlerinde hızlı bir artış gözlemleniyor. Genç işçiler, iş gücü piyasasındaki güvensizlikten ciddi bir şekilde etkileniyor.
Bu zorluklarla ilişkili olarak “küreselleşme” sürecinin nasıl gerçekleştiği anlaşılması gerekmekte. Zira bu süreç, gerçekleştiği ulusal sınırlar içerisinde sendikaların iş piyasasını ve istihdamı düzenleme kabiliyetlerini zayıflatıyor. Günümüzde gittikçe sağa doğru kayan siyasi bir yönelim söz konusu. Ayrıca neo-liberal gündemlere itiraz etmede başarısız olan ya da bu duruma isteksiz davranan sosyal demokrat partilere halkın desteğinde bir düşüş var. Küreselleşmenin en önemli özelliklerinden biri olan göç, birçok Avrupa ülkesindeki siyasi tutum ve iş piyasası koşullarındaki değişikliklerde önemli bir etken konumunda.
Söz konusu dış zorlukların haricinde çeşitli iç tehditler de bulunmakta. Bunları şöyle sıralayabiliriz: üye sayısındaki düşüş, sendika yapısı ve iç demokrasideki sorunlar, kurumsal desteklerdeki (mevzuat ve toplu pazarlık dâhil olmak üzere) düşüş, siyasi etki ve meşruiyet kaybı. Bu etkenlerden bazıları göçmen işçileri ilgilendiren politikaların ve uygulamaların biçimleriyle doğrudan alakalı. Bu yazıda kısıtlı bir alana sahip olduğumuz için yalnızca üyelik, temsil sorunları ve siyasi nüfuz ile meşruiyet kaybı konularına odaklanacağız.
Üyelik ve Temsil Zorlukları
Sendikaların karşılaştıkları problemlerin en başında üye sayılarında ve temsil gücündeki düşüş geliyor. Sendikalar, son otuz yılda üye yoğunluğunda (sendikalı müstahdem işçi oranı) düşüş yaşıyor. Farklı ülkelere göre değişen düşüş oranı, Fransa’da %8’in altında iken, İsveç’te % 80’i aşmış durumda. Bazı ülkelerde sendika üyeliği oranı son otuz yıl boyunca hızla azalırken, bazı ülkelerdeki düşüş, çok daha yeni ve daha az şiddetli oldu. Sendika üyeliğindeki tablo, yıllar öncesinin iş gücü yapısını yansıtıyor. Zira üyelerin çoğu fabrika ve kamu işçilerinden oluşan erkekler. Sendikaların, genişleyen özel hizmet sektöründeki temsil oranı ise oldukça zayıf durumda. Ayrıca üye yoğunluğu genç yaş grupları için oldukça düşük seviyede.
Sendikaların üyelik yoğunluğundaki düşüşe ve temsil sorununa yanıtı, özellikle göçmen kökenli işçiler açısından büyük önem arz ediyor. Avrupa’daki sendikalar, bu zorluğa farklı şekillerde cevap verdiler. Bazı sendikalar ise bu konuda ilgisiz kaldı; ancak şu an istihdam, temsil ve harekete geçmedeki sorunları ciddiye almak zorundalar.
Sayıları giderek artan güvencesiz işlerde çalışanlar (ki bu grup yoğun olarak kadınlar, göçmenler, etnik azınlıklar ve gençlerden oluşmaktadır), tüm ülkelerde iş gücünün geri kalanından da az sendikalaşmış durumda. Sendikaların müdahaleleri; örgütleme, istihdam, iç yapıların revizyonu ve yeni endüstriyel, siyasi, toplumsal politikalar ve eylemler de dâhil olmak üzere farklı biçimlerde görüldü.
Sendikalar Güvencesiz İşçileri de Temsil Etmek İstiyor mu?
Sendikalar, güvencesiz işlerdeki iş güvenliği, ücret oranları ve çalışma şartlarının kötüleşmesine doğal olarak karşı çıkıyorlar. Ayrıca işverenler ya da hükûmetler tarafından geçici ve taşeron istihdamı ile sözleşme dışı istihdamı genişletme inisiyatiflerine itiraz ediyorlar. Ne var ki, sendikalar güvencesiz işlere karşı oluşlarıyla, örneğin belirli bir mesai saatinin üzerinde ya da belirli iş sözleşmeleriyle çalışanlara üyelikte kısıtlama getirmek suretiyle, aslında güvencesiz işçileri dışlamış oluyorlar. Bunun aksine bazı sendikalar ise çekirdek üyelerinin güvencesini artırarak, “korunan” gruplar ile güvencesiz gruplar arasında bir çıkar çatışması yaratıp dışarıdan fason işçi çalıştırma riskini zımnen kabul etti.
Hem İngiltere hem de İrlanda, iş gücü piyasalarını 2004 yılındaki AB genişleme süreciyle Orta ve Doğu Avrupa’daki işçilere açtı; oysa İsveç dışındaki diğer tüm “eski üye” devletler bu işçilere geçiş kısıtlaması getirmişti. Dolayısıyla hem İngiltere hem de İrlanda, başta Polonya’dan olmak üzere hatırı sayılır bir göç dalgasına maruz kaldı. Göçmenler çoğunlukla taşeron işçi olarak istihdam edilirken, yerli işçilere kıyasla daha kötü koşullarda çalışıyorlar. Her iki ülkede de sendikalaşma oranları oldukça düşük. Bu ve bunun gibi zorlukların sonucu olarak sendikalar, özellikle güvencesiz çalışan genç ve göçmenlere yönelik “örgütleme kültürüne” doğru kaydı.
Britanya, etnik azınlık işlerin sendikalarla ilişkisi konusunda önem arz eden bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Zira buradaki etnik azınlık işçiler ve göçmen işçiler arasında bir ayrım bulunuyor. Çoğu İngiltere doğumlu ya da uzun süredir burada ikamet eden etnik azınlık işçiler sendikalarda temsilî mekanizmalara sahip durumda. Diğer taraftan pek çoğu diğer AB ülkelerinden, özellikle de Polonya’dan gelen ya da yabancı iş bulma ajanslarınca gönderilen işçiler açısından durum farklı. Kimi sendikalar dil eğitimini işe alım mekanizması olarak kullanırken, bazı sendikalar ise, her ne kadar aşırı kaynak kullanımı anlamına gelse de, göçmenlerin lisanını akıcı olarak konuşan yetkilileri görevlendirmiştir.
Her beş işçiden birinin ve genç işçilerin büyük kısmının güvencesiz sözleşmelerle çalıştığı İspanya ve Portekiz’de, ana sendikalar, genç işçiler ve göçmenler için özel birimler kurdular. İtalya’da her üç büyük konfederasyon da göçmen işçilerin kaygılarını dikkate almış ve bu işçilerin topluma entegre olmalarına yardımcı olmak üzere sosyal yardım ve barınma hizmetleri sunmuştur.
Nordik (İskandinavya) sendikalar, yeni AB üyesi devletlerden gelen göçmenler yüzünden özellikle inşaat sektöründe “maaş indirimi” riskine karşı aktif bir şekilde müdahalede bulunuyorlar. Şöyle ki, yasal asgari ücret mekanizmalarının olmaması nedeniyle, Avrupa Adalet Divanı’nın Laval ve Viking kararları, sendikaların kabul edilebilir bir ücret tabanını muhafaza etme kabiliyetini tehdit ediyor. Örneğin, Norveç’teki inşaat sendikası Polonya ve Baltık devletlerinden gelen işçilere dil kursları sunarak bunu istihdamda bir ölçüt olarak belirlemiş ve ülkenin resmî dilinde iş eğitimi vermek suretiyle sistematik bir yol izlemiştir.
Sendika girişimlerinde de aynı ikilemi görmek mümkün. Şöyle ki, toplu temsil ve dayanışmaya en fazla ihtiyaç duyan işçiler çoğunlukla örgütlemesi en zor olanlardır. Belirli hususlarda bu durum kısır döngü oluşturuyor: Bazı ülkelerde sendikaların resmî olarak tanınması için tek tek her bir iş yerinde temsilci statüsü kazanması gerekiyor. Çoğu işçi ise bu sendikaların çalışma koşullarının düzelmesi için müzakerelerde bulunarak etkinliğini kanıtlamasıyla birlikte bu sendikalara katılmayı tercih ediyor. Bu nedenle de sendika üyelik oranları düşük seviyede kalıyor ve işverenler pazarlık tekliflerini reddedebiliyorlar.
Diğer taraftan güvencesiz göçmen işçiler zaman zaman başarılı bir şekilde toplu eyleme geçebiliyorlar. Özellikle çoğunluğu göçmenlerden oluşan Hollanda Demiryolları ve Schiphol Havalimanı temizlikçileri, sonunda ödeme ve çalışma koşullarının iyileştirildiği büyük bir greve gittiler. Bu mücadele ve benzer biçimde Londra’daki temizlik işçilerinin geçinmeye yetecek maaş için başlattığı eylemler, sendikalar, toplum ve dinî gruplar arasındaki koalisyonlardan faydalanılarak gerçekleşti. Paris fast-food satış noktalarındaki çoğunlukla genç ve etnik azınlığa mensup işçiler de benzer başarılı grevlere imza attılar. Nitekim bu vakalardan da anlaşılabileceği gibi, kolektif kimlik ve kolektif özgüven inşa edebilmek için uzun ve dikkatli bir hazırlık süreci gerekiyor. Böyle bir yatırım yapmak için ise her sendikada yeterli kaynak ya da kararlılık mevcut değil.
Azalan Siyasi Nüfuz ve Meşruiyet Sorunu
Bu bölümde, son yıllarda birçok Avrupa ülkesinde farklı seviyelerde azalmış olan sendikaların siyasi rolünü ve etkisini ele alacağız. Sendikaların etkisinin azalması, sendikaların siyasi bağlantıları ve oryantasyon yapısı üzerinde önemli bir etkiye sahip oldu. Dolayısıyla bu durum sendikaların göçmen işçilere karşı tutumunu da etkiledi. Ayrıca sendikaların hem göçmen hem de yerli işçilerin menfaatlerini savunma kabiliyetlerini de etkiledi.
Genel anlamda sendikacılık neoliberal ve aşırı sağcı hükûmetlerin tehdidi altında olmakla birlikte sağcı hükûmetler en fazla göçmen karşıtı politikalara sahip olan grubu oluşturmakta. Sendikaların siyasi yönelimi ve etkileri değişkenlik gösterse de, kökenleri esasen sol kitlesel siyasi partilerle derinden bağlantılı. Pek çok Avrupa ülkesinde sendikacılık, siyasi radikalizmin sendika kimliğini ve eylemlerini şekillendirdiği bir işçi sınıfı hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sendikaların görevi kapitalizm içerisinde mütevazı reformlar peşinde koşmaktan ziyade kapitalizme meydan okumaktır. Daha ılımlı, sosyal ya da Hristiyan demokrat sendikacılığın hüküm sürdüğü yerlerde odaklanılan husus ise toplumsal değişimdir. Sendikaların biçimlendirici dönemlerinden kalan ideolojiler ise hâlen devam etmekte.
Üç önemli gelişme tüm Avrupa ülkelerini farklı seviyelerde etkiledi. Birinci gelişme kültürel ve ideolojik bir gelişme. Sekülerleşme, daha önceki Hristiyan demokrat sendikaların kimliklerini zayıflattı. Benzer bir süreç, kitlesel komünist partiler ve uydu sendikaların mevcut olduğu ülkelerde de gözlemlendi. Sosyal demokrasinin seçimler alanında daha dayanıklı olduğu kanıtlandı; ancak çoğu ülkede on yıl öncesine göre çok daha zayıf. Nitekim, Keynes sonrası bir dünyada sosyal demokrasinin ne anlama geldiğine dair kesin ve ortak bir görüş yok.
İkinci önemli gelişme ise yapısal. Geleneksel olarak hem sendikaların hem de sol partilerin çekirdek desteği, birbirine bağlı sanayi toplumlarındaki beden işçilerinden geliyordu. Eski sanayilerin çöküşü, beyaz yakalı ve profesyonel mesleklerdeki artış ile yükselen eğitim seviyeleri hem sendikalar hem de siyasi partiler için birer zorluk anlamına geliyordu. Sosyal demokrat partiler ise, küçülmekte olan işçi sınıfı tabanını kanıksama eğilimine girerek “siyasi olarak merkez, orta seçmeni” gaye edinmiş; böylelikle sağdaki rakipleriyle politikaları birbirine yakınlaşmıştır.
Üçüncü önemli değişim, neoliberalizmin ilerleyişidir. Uluslararası rekabet arayışı, kamu maliyesini sınırlama çabaları, Keynesçiliğe duyulan güvenin bitmesi ve “yalın hükûmete” geçilmesi, hem merkez sol hem de sağcı hükûmetlerin birer alamet-i farikası hâline gelmiştir. Neoliberal yeniden yapılanma, siyasi parti-sendika bağlantısını şekillendiriyor. Seçim menfaatleri ya da basitçe küresel ekonomik bozukluk içindeki ulusal ekonomilerin yönetiminde manevra alanının dar oluşu, sosyal demokrat partileri sendika hareketleriyle çarpışma rotasına sürüklüyor. Bu sendika hareketlerinin amaçları arasında işçi gelirlerinin savunulması ve geçmişte kazanılmış toplumsal başarılar bulunuyor. Hâliyle hem partilere hem de sendikalara ilham olacak ve onları bir araya getirecek sosyal demokrat “projeden” geriye pek bir şey kalmadı.
Sendikaların geleneksel “kardeş” partileri üzerindeki tesirlerinin azalması, daha genel olarak kendi temsil güçlerinin ve harekete geçirme kabiliyetlerinin azalması olarak yorumlanabilir. Sendikalar, eski yapısal ve örgütsel güç unsurlarını kaybetmiş durumdalar. Köklü siyasi kanalların azalan etkinliği, sendikaların kurumsal güçlerini kaybetmiş olmalarının bir göstergesi şeklinde görülebilir. Pek çok ülkede bu durum yeni ittifak ve koalisyon arayışlarına zemin hazırlamıştır.
Böyle bir strateji yeni üyelere erişimi artırabilir. Bu, özellikle göçmen işçiler gibi önceden örgütsüz (ya da zayıf örgütlü) olan işçi gruplarını işe alma çabaları açısından önemlidir. Koalisyonlar da ayrıca ilave bir meşruiyet kaynağı olabilir. Toplumla ya da dinî derneklerle birlikte çalışmak, sendikalara etnik azınlık ve göçmen kökenlileri işe alma konusunda yardımcı olabilir ve ilgili STK’larla yapılacak ortak kampanyalar, sendikaların geniş kamu menfaatlerini temsil etme taleplerini güçlendirebilir. Kurulan ittifaklar, özellikle de aktif eylemci tabana sahip STK’larla birlikte çalışıldığında, sendikaların harekete geçirme kabiliyetlerini artırabilir.
Eşitlik sorunları artık birçok ülkede sendikal gündemin bir parçası hâline gelmiştir. Genel olarak kadınların, LGBT işçilerin, göçmen ve etnik azınlıkların haklarını kollamakta sendikalar nispeten geç kalmıştır. Özellikle etnik azınlık işçilerinin temsili durumunda, ayrımcılığa karşı mücadele eden diğer gruplarla iş birliği yapmak, ırkçılık ve faşizm karşıtı daha geniş kampanyalara doğrudan olumlu etkide bulunabilir.
Sendikalar Sigorta Şirketleri Değildir
Sendikalar etkin olmak için istikrarlı bir örgüt modeline, demokratik olmak için de yerleşik prosedürlere ihtiyaç duymaktadır. Ayrıca aidatlarını ödeyen çekirdek üyeler de görmezden gelinmemelidir. Ancak, sendikaların ahlaki güç kaynaklarına da ihtiyaçları vardır. Sendikalar sigorta şirketleri değildir. Yalnızca toplumsal ideali ve toplumsal bir görevi dile getirdiklerinde hayatta kalabilirler. Bu paradoksu iyi yönetmek için büyük stratejik bir planlama gerekir.
Göçmen işçiler konusunda, sendikaların bu işçilere yönelik tutum belirleme ve onları daha iyi temsil etme kabiliyetini şekillendiren hem iç hem de dış yapıların karmaşasını görüyoruz. Sendikalar, yalnızca kendi üyelerinin tutumları nedeniyle değil, ellerinde olan güç kaynakları ile işverenler, siyasi partiler ve hükûmetler gibi dış organların eylemleri ve tutumları nedeniyle de direniş mantığından “kapsama, dâhil etme” mantığına kaymıştır, bazen de tekrar direnişe yönelmişlerdir. Görüldüğü gibi, çoğu durumda sendikaların yeniden canlandırılması ihtiyacı, göçmen işçileri örgütleme ve temsil etmeye odaklanılmasına zemin hazırladı; ancak tüm bunlar bazı ülkelerde diğerlerine göre daha ileridir.
Kanaatimize göre, daha yüksek ideolojik kimliğe, daha fazla iç demokrasiye ve daha sağlam güç kaynaklarına sahip olan sendikalar, göçmen ve etnik azınlık işçilerinin dâhil edilmesi ve temsil edilmesine daha açık ve yenilikçi olan sendikalardır. Birçok sendikanın, daha iyi bir ekonomi ve topluma ulaşma kabiliyetlerine güvenlerini kaybettikleri bir zamanda gerekli olan şey, kendilerini bekleyen zorluklara yeni ve yaratıcı yanıtlar bulmaktır. Sendikalar, daha iyi bir geleceğin mümkün olduğuna inanmak ve bunu göstermek zorundalar.