“Siyasette Hiçbir Zaman Türk Kimliğimle Reklam Yapmadım”
Siyasi katılım, azınlıktaki Türk topluluğu için ana gündem maddelerinden biri. “Siyasi Arenada Türkiye Kökenliler” serisinde Perspektif, mikrofonu Batı Avrupa’daki Türkiye kökenli siyasetçilere uzatıyor. Bugün söz, Avrupa Parlamentosu vekili İsmail Ertuğ’da.
İsmail Ertuğ 5 Aralık 1975 tarihinde işçi bir ailenin ilk oğlu olarak Bavyera’da muhafazakar bir şehir olan Amberg‘de doğdu. Meslek eğitimini tamamladıktan sonra üniversitede İşletme bölümünü bitirdi. 2009 yılından beri Avrupa Parlamentosu’nda milletvekili olarak görev yapan Ertuğ aynı zamanda Sosyal Demokrat Parti (SPD) Oberpfalz ve Aşağı Bavyera milletvekili.
Siyasete girmeye nasıl ve ne zaman karar verdiniz?
Uzun yıllar sosyal güvenlik kanunlarıyla çalıştım. Bu durum, kanunların nasıl ve ne şartlar altında oluştuğu konusunda bende bir merak oluşturdu. Siyasete ilgim de bu meraktan doğdu. Gençliğimde siyasetle pek ilgilendiğimi söyleyemem. Fakat 1998 yılında Helmut Kohl’un 16 yıldan sonra başbakan seçilmemesi ve Gerhard Schröder’in Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) başına geçmesi beni inanılmaz etkilemiş ve motive etmişti. O dönem Jusos’ta, yani genç sosyalistlerde yer aldım. 1999’un başlangıçlarında SPD’ye üye oldum, fakat pasif bir üyeydim. İşimde çok yoğundum, partide de herhangi bir kariyer düşüncem yoktu. Siyasete girişim ise daha çok işim ve az önce anlattığım motivasyonlar aracılığıyla gerçekleşti. Daha sonra burada, doğduğum büyüdüğüm kentte belediye meclisine seçildim. Bundan sonrası çok hızlı gelişti.
Diğer partilere değil de SPD’ye yönelmenizin sebebi neydi?
Bildiğiniz üzere Bavyera İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren hep Hristiyan Sosyal Birliği (CSU) yönetimi altındaydı. Siyasete girmeden önce Edmund Stoiber gibi CSU’da yetkili olan kişilerin söylemleri, Stoiber’in Müslüman karşıtı ifadeleri, CSU’nun Türklere yönelik açıklamaları bana itici geliyordu. SPD’nin bilhassa Schröder’in çokkültürlü bir yapılanmaya ve alternatif enerjilere yönelme isteği, genel manada Almanya’yı revize etmek istemesi gibi nedenler benim SPD’yi seçmemde büyük rol oynadı. Bunun yanı sıra ailem sosyal demokrat bir düşünceden geliyordu. Ancak siyasi kararımda bunun herhangi bir etkisi olmadı. Daha sonraları yaşım ilerledikçe işçi bir ailenin çocuğu olarak SPD’nin sendika ile yakın ilişkisini, emekçilerin hakkını savunmasını daha belirgin bir şekilde görebildim.
Siyasete girdikten sonra ne tür zorluklar yaşadınız?
Öncelikle eğer siyasetin içinde aktif bir rol oynamayı düşünüyorsanız tüm zorluklara hazırlıklı olmanız gerek. Siyaset yaptığınız zaman sert bir ortamın sizi beklediğini göz önünde bulundurmalısınız. Yeri geldiğinde çok acımasız bir ortam oluyor, ama aynı zamanda oldukça öğretici de.
Türkiye, Yunanistan, Romanya, İspanya, Portekiz gibi ülkeler ile kıyasladığımızda Almanya’da “tepeden” oluşan listeler yok, yukarıdan aşağıya doğru uygulanan bir politika yöntemi nadir. Diğer ülkelere kıyasla Almanya’da kendi çabalarınızla bir yere gelebiliyorsunuz ve işin zor tarafı da bu. Uzun yıllar çalışıp, proje yapmak, iyi işler yaparken hata yapmamak siyasette çok önemli.
Şunu da belirtmeliyim ki ben hiçbir zaman siyasi alanda Türk kimliğimle reklam yapmadım. Zaten ismimden herkes kim olduğumu ve ailemin nereden geldiğini biliyordu. Bazen ellerinde bayraklarla provoke eder gibi dolaşan siyasetçiler görüyorum. Bu tarz bir yaklaşım bana ters geliyor.
SPD içerisinde kimliğiniz nedeniyle sizi dışlayan parti arkadaşlarınız oldu mu?
Elbette oldu ama tek tük. Bir kişi karşınızda duruyorsa yüz kişi destek oluyor. Aslında bu tip insanlar toplumun her alanında olduğu kadar var. SPD bir halk partisi ve içerisinde işçi kesiminden oldukça katı düşünenler de var. Ama dediğim gibi bu ufak azınlığa rağmen yanımda olan insan sayısı çok daha fazlaydı. Kişisel tecrübelerimden yola çıkarak konuyla ilgili bilançoyu pozitif çizmek durumundayım.
Peki bu olumlu atmosfer sizce SPD’ye has bir durum mu? Diğer partilerde durum nasıl sizce?
SPD üyesi olduğum için söylemiyorum; fakat bizim parti içerisinde bir tartışma kültürümüz var. Örneğin ben Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması (TTIP), Büyük Koalisyon (GroKo) ve veri güvenliği konularında parti liderleri gibi düşünmüyorum.
Genelde sosyalistliğin içerisinde devrimci bir ruh olduğundan dolayı bu kültür her yerde aynı. Bu partilerin siyasi gen kodunda olan bir şey. Muhafazakar partiler mesela daha hiyerarşik, daha güçlüyü destekleyen ve onu seçen bir yapıya sahip. Muhafazakarlar daha dikey bir yapılanmaya sahipken, SPD daha yatay, daha tartışmaya açık bir yapıya sahip. Mesela en son Almanya’da SPD ile CDU/CSU arasında büyük koalisyona girip girmeyeceğimizi aylarca tartıştık ve karara ulaştık. Diğer partilerin bunu anlayabileceğini sanmıyorum.
Türkiye kökenli siyasetçiler genellikle yalnızca “uyum/entegrasyon, göçmen ya da azınlık politikaları” gibi konularla ilgilenirmiş/ilgilenmeliymiş gibi bir algı var. Sizce Türkiye kökenli bir siyasetçinin kendine bu konular dışında bir siyasi çalışma alanı seçmesi mümkün mü?
Sorunuza şöyle bir örnekle cevap vereyim. Ben kadın-erkek eşitliği ile ilgili konuların yalnızca kadınlar tarafından üstlenilmesini eleştiririm. Eğer bir erkek, kadın haklarını savunamıyorsa bu dünyada bizim söyleyecek hiçbir şeyimiz kalmamış demektir. Yabancı kökenli birinin de çalışma ve uzmanlık alanının sadece “entegrasyon” ya da “göç” ile sınırlı olmaması lazım.
Bana bu alanlardan teklif geldiğinde her zaman reddettim. Bu konularla resmî olarak ilgilenmeseniz bile mutlaka fikrinizi soranlar çıkıyor. Bunu bir de görev olarak üstlendiğinizde durum içinden çıkılamaz bir hâl alıyor, yabancı kökenliler için bu konularla ilgilenmek âdeta bir klişe oluyor. Benim kendi uzmanlık alanım sosyal ve sağlık politikaları. 2009 yılında Avrupa Parlementosu’na ilk seçildiğimde beni Türkiye Komisyonu’na üye olarak aldılar. Çok yeni bir siyasetçi olmama ve ufak bir yerden gelmeme rağmen o zaman bu komisyona girmek için şart koşmuştum. Eğer o komisyonda görev yer almamı istiyorlarsa Ulaştırma Ana Komitesi’nde de görev almayı istedim. Şimdi geriye baktığımda, kamuoyunda hep ulaştırma konularıyla gündeme gelmiş olduğumu görüyorum. Dolayısıyla siyasete atılmak isteyen genç arkadaşlarımız varsa kendi uzmanlık alanları üzerinden siyasete atılsınlar. Uyum konularıyla ilgilenenlerin sayısı zaten çok. Kendi uzmanlık alanlarınız üzerinden politika yaptığınız zaman sivrilmeniz çok daha kolay.
Bazen parti yöneticileriyle aynı fikri taşımadığınızı söylediniz. Bu fikir uyuşmazlıklarını nasıl yönetmek gerek?
Partisi sebebiyle hayal kırıklığı yaşamayan bir siyasetçinin aynı zamanda fırsatçı ve çıkarcı olduğunu düşünürüm. Willy Brandt’ın da dediği gibi parti içerisinde yüzde yetmiş oranında hemfikirlilik ve uyum var ise bu partinin doğru yolda olduğunu gösterir. Benim de parti ile aynı görüşü paylaşmadığım dönemler oldu, bilhassa Sarrazin’i partiden ihraç etmedikleri dönemde. Bu durumu her ne kadar partime yakıştıramamış olsam da genel olarak baktığımda özellikle Müslümanlara ve Türklere yaklaşımında, her ne kadar son yıllarda bu duruş biraz evrilmiş de olsa, negatif söylemlere en fazla tepki gösteren parti Sosyal Demokrat Partisi.
Fakat İslam karşıtı ırkçılık, Almanya’da partiler üstü bir gerçeklik. Sizin İslam düşmanlığına, yabancı karşıtlığına, AfD’nin yükselişine karşı bir çözüm öneriniz var mı?
AfD’nin, aşırı sağ partilerin, despotların ya da otokratların günümüzde geliştiğini ve Avrupa içerisinde bu tarz yönelimlerin arttığını görüyoruz. Bu artık demokrasiyi tehdit edebilecek bir boyuta ulaştı. Dünyanın gidişatı değişiyor ve korkuyla siyaset yapanlar rant kazanıyor. Buna çözüm getirecek olanlar aslında halk partileri. Onların kaybetmesinin nedeni ise yaptıkları siyasetin negatif taraflarını düzeltmemeleri.
Avusturya, Macaristan ve Polonya gibi ülkelere baktığımızda radikal düşünceli otokratlar çoğunlukta. İnsanların korkularını biliyorlar ve o korkular üzerinden siyaset yapıyorlar. Bunun yanı sıra fazla radikal gözükenler halk tarafından çok fazla rağbet görmüyor, antisemitizm ve nazizm düşüncesi korkutucu geliyor insanlara. Bu nedenle böyle partiler daha fazla sosyal alanlarda koğuşlanıyorlar ve buralarda inisiyatifler oluşturuyorlar. Halk ise böylelikle onlardan gelen yardımlara bakıp, haklarını savunanın onlar olduğuna kanaat getiriyor ve bu tip aşırılıklara sempati duyuyorlar. Fakat parti programlarına baktıkları anda bunun böyle olmadığını görecekler. Sağ popülistler için küreselleşme, mülteciler gibi konular, rahata alışmış insanlar için ciddi bir bölünme ve kırılma noktası. Bu tarz liderler böylelikle prim yapıyor. Buna verilecek en iyi cevap, halk partilerinin güçlenmesi, kendi siyaset ve kitlelerine geri dönmesi ve asıl sorunlara çözüm bulmak için çabalaması olacaktır.
Sosyal demokratlara oy veren bazı seçmenler, partinin neoliberalleştiğini, işçiler ve sendikalarla bağını kopardığını söylüyor. Avusturya’daki gelişmelere bakalım, orada eski “kırmızılar” (sosyal demokratlar), bugün yeni “maviler” (aşırı sağcı) olmuş durumda. Eskiden sosyal demokratlara oy verenler bugün Avusturya’da aşırı sağcı FPÖ’ye oy veriyor. Almanya’da bunun böyle olmaması için hepimizin çok çalışması gerek.
Türklerin Türkçe ya da Türkiye ile ilişkileri de genelde getto’lar, paralel toplumlar gibi çağrışımlar oluşturuyor. Siz Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilerin Türkçe ve Türkiye ile ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu duruma iki taraftan da bakmak gerek. Alman toplumu açısından baktığımızda yaklaşık 50 yıldan fazladır Almanya’da yaşanmasına rağmen dilin hâlâ öğrenilmemiş olması büyük eleştiri konusu. İlk kuşağın dili bilmemesi kabul edilebiliyor, ikinci kuşağın entegrasyon sorunu vardı denilebiliyor; ama bugün üçüncü ve dördüncü kuşağın hâlâ bayraklarla stadyumlara, düğünlere gitmesi, çokkültürlülük konusunda altyapısı olmayan insanlar tarafından anlaşılması güç bir şey.
Dil öğrenmek kolay değil, fakat bizim aile içinde iki dille yetişme gibi bir avantajımız var. Aileler Türkçe öğrenmeye teşvik ettiği gibi diğer dilleri de öğrenmeye teşvik etmeli. Burada kalıcı olabilmenin en önemli kriterlerinden bir tanesinin dil olduğunu biliyoruz. Benim dil ve kültürel kökenle ilişki konusunda liberal bir yaklaşımım var, ama Türk toplumuna hiç hata yapmadıklarını söyleyecek kadar da oportünist değilim. Her iki tarafı da eleştirmek gerek.
Siz kendininizi Türkiye kökenlilerin temsilcisi olarak görüyor musunuz? Ya da Türkiye kökenli SPD seçmenleri sizi, “bizim temsilcimiz” olarak görürler mi?
Beni herkesin kendi temsilcisi olarak görmesinde bir engel yok. Beni temsilcileri olarak görüyorlarsa bu benim işimi iyi yaptığım anlamına geliyordur. Örneğin Cuma namazlarına gittiğimde cemaatten insanların yanıma gelip sorunlarını anlatmasından memnuniyet duyuyorum. Onlara bir şekilde destek olabiliyorsam ve onlar da kendilerini bana yakın hissediyorlarsa bu sevindirici bir şey.
Ben Türk toplumuna “Alman” olmaları gerektiğinin dikte edilmesine, onların hor ve aşağı görülmesine karşıyım. Aynı şekilde Alman toplumu içinde sahip olduğumuz diğer kimliklerin diğerlerine bir şeyler göstermeye çalışır gibi ön planda tutulmasını da eleştiriyorum. Bu tarz tutumları insanları birbirinden soğutan unsurlar olarak görüyorum. Herkesin ne veya kim olduğu zaten ortada. Bilhassa bizlerin, Türk isimlerine sahip, Alman toplumunda yer etmiş, iyi bir şekilde entegre olmuş insanların üzerine ciddi misyonlar düşüyor. Ben vekil isem, bölgemde bulunan insanların ırkını, dinini, farklılıklarını ayırt etmeyip hepsinin hakkını savunup, destek vermek zorundayım.
Geçtiğimiz senelere Türkiye-Almanya krizi damga vurdu. Bu krizden siz bir siyasetçi olarak etkileniyor musunuz?
Elbette. Eğitim seviyesi yüksek olmayan insanlar tarafından hedef alınıyoruz. Yalnızca taraflı medya kanallarından beslenen kesimlerle baş etmek mümkün değil.
Yüzünü Türkiye’ye dönmüş kamuoyundan mı bahsediyorsunuz?
Evet. Bir zamanlar bizi el üstünde tutanlar şimdi onların istediklerini söylemediğimiz için arkamızdan çok sert söylemlerde bulunuyorlar.
Hangi söylemlerinize istinaden bu tepkilere maruz kaldınız?
Türkiye’deki insan haklarını, demokrasinin şu anki durumunu değerlendirmemizi istedikleri zaman ya da benim oradaki durumu güzelleştirerek anlatmamı bekledikleri zaman sorun oluyor. Avrupa Parlamentosu’nda 2009 ve 2011 yılları arasında değişen Türkiye’nin imajı hakkında yorum yapıp, farkı ortaya koyduğumuzda tepkilere maruz kaldık. Türkiye kamuoyundaki algıya göre ya dostsun ya da düşman, bunun orta yolu yok. Bu konuda Türkiye’deki gibi bir kutuplaşmanın Almanya’da da mevcut olduğunu söyleyebilirim.
Oportünizmden bahsetmiştiniz. Siyaset içerisinde kendinize yer bulabilmek için vazgeçtiğiniz veya ödün verdiğiniz şeyler oldu mu?
“Avrupa bir uzlaşıdır” derler. Özellikle Avrupa Parlamentosu’nda siyaset yaptığınız zaman uzlaşmacı bir yol izlemek durumundasınız. Parlamentoda 28 ülke, 8 siyasi grup ve 751 milletvekili var, oldukça çeşitlilik gösteren bir alan. Bu bakımdan isteklerinizi tam anlamıyla kabul ettirmeniz imkânsız. Daha yumuşak alanlarda taviz gösterdiğim, uzlaşmacı tavırlar sergilediğim durumlar elbet oluyor. Ama kesinlikle inandığım bir konuda, doğru olduğuna inandığım hiçbir şey için ödün vermedim. Bu konuda da hiçbir korkum yok, çünkü bugün siyaseti bırakırsam yarın mesleğime geri dönebilirim.
Siyasette aktif olmanızın en büyük kazanımı ve en büyük kaybı ne oldu?
Siyasette aktif olmak ufkumu inanılmaz genişletti ve farklı bir insan olmamı sağladı. Gençliğin verdiği havai, uçarı ve tavizsiz bir tarafım vardı, şimdi daha uzlaşmacı bir insan oldum. Dünyayı tanımamı sağladı siyaset. Bu dünyada tek bir renk olmadığını, her insanın ayrı bir dünya olduğunu düşünüyorum. Bunlar kazanımlarım oldu.
En büyük kaybım ise, anonim olamamak, toplumun içerisinde kaybolup, istediğimi yapamamak. Ve tabii ki ailemden ve arkadaşlarımdan uzak kaldığım zamanlarım da oldu. Ailemden uzak yaşıyorum ve haftanın çoğu günlerini onlardan ayrı geçiriyorum. Fakat bunlar tatlı kayıplar. Siyaset ve hayatımda yer aldığı alana ilişkin genel bir bilanço çizdiğim zaman kayıplardan çok kazanımlar var.
Elif Zehra Kandemir ve Feyza Akdemir sordu.