'Dosya: "Kriz Bölgelerindeki Müslüman Azınlıklara Avrupa'dan Bakmak"'

Batılı Devletlerin Batı Dışında Yaşayan Müslüman Azınlıklara Yaklaşımı

Çin’in Müslüman azınlıklara yönelik asimilasyon politikası son dönemde başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin dış politika gündeminde yer alıyor. Bu tavır Batı’nın örneğin Asya’da yaşayan Müslüman azınlıklara yönelik ilgisine dair neler söylüyor? Ülkeler arası kurulan ikili ilişkiler Batılı devletlerin dünyanın geriye kalan bölgelerinde Müslüman azınlıkların dâhil olduğu krizlere bakışını nasıl etkiliyor? Batı’da Batı dışında yaşayan tüm Müslüman azınlıklara yönelik benzer bir kategorik pozitif yaklaşımdan bahsedilebilir mi?

Batılı devletler, Çin’in başta Uygurlar olmak üzere Müslüman azınlıklarına bir nevi “kültürel soykırım” uyguladığını, onları zorla yerleştirdiği “rehabilitasyon” ve “yeniden eğitim” merkezlerinin 21. yüzyılın “toplama kampları” olduğunu ısrarla (ve haklı olarak) dile getirmeye başladılar. Amerika Birleşik Devletleri bunu sadece kendisi dile getirmekle kalmayıp, Çin’le Soğuk Savaş’ın başından bu yana kesintisiz bir biçimde çok yakın ilişkilere ve Çin’in “Tek Kuşak Tek Yol” projesinde büyük öneme sahip olan Pakistan’a da Uygurlar konusunda Çin’e karşı sesini çıkarma, Çin-Pakistan bağlarını gevşetme baskısı yapıyor.

ABD Müslüman dünyadan Çin’e yönelik tepki beklerken de bunu oldukça seçici şekilde yapıyor. Örneğin, ABD aynı baskıyı, Uygur meselesinin Çin’in iç meselesi olduğunu söyleyen ve Çin’le çok yakın ilişkilere sahip Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkelere uygulamıyor. Hâlbuki Suudi Arabistan, Çin’in en büyük ikinci ham petrol tedarikçisi olarak mezkûr konuda belki de Çin’i köşeye sıkıştırabilirdi. Başta yine ABD olmak üzere Batılı devletlerin stratejik çıkarlarına uygun olduğunda Batı-dışı coğrafyada yaşayan Müslüman azınlıkların haklarını savunduğunu, bunu yaparken de yanına çekmek üzere hedef aldığı ülkelerde oldukça “seçici” olduğunu görüyoruz.

Çin Zulmüne İlham Veren Söylem

Çin’in Müslüman azınlıklarına yönelik baskıcı politikalarına yönelik ABD’nin tavrı da her zaman böyle değildi. Örneğin 1980 yılında -yani 1949’da Çin’de komünistlerin milliyetçi rakiplerini yenip yönetimi devraldıktan sonra hızla bozulan ABD-Çin ilişkilerinin 1970’lerde Soğuk Savaş’ta “yumuşama” döneminde yeniden iyileşmesinin ardından- CIA’nın kaleme aldığı bir raporda, komünist rejimin Çin’deki Müslüman azınlığa bazı haklar tanıdığı ama ortada ciddi insan hakları ihlalleri de olduğundan bahsediliyordu. Ama o dönem ABD’nin Çin’de Müslüman azınlıklar derdi yoktu.1

Uygurların Pakistan ve Afganistan’da yakalanıp Guantanamo’da haksız yere yıllarca hapsedildiği 2001 sonrası dönemde de ABD Çin’i henüz küresel rakip olarak tanımlamamıştı. O dönem Uygurların ihlal edilen hakları değil, Çin’in Uygurları radikal olarak göstermek için öne çıkardığı “Doğu Türkistan İslam Hareketi” adlı silahlı grup ABD için ilgi çekiciydi. O gündemde Müslüman azınlığın uğradığı insan hakları ihlalleri ve baskı görmezden gelindi.

ABD’nin Obama yönetimiyle birlikte Çin’i küresel rakip olarak tanımlamasıyla Çin’in Uygurlara yönelik zulmü önem kazandı. ABD halkını Sovyetlerden sonra bu defa Çin’e karşı çok boyutlu ve muhtemelen uzun sürecek bir rekabete ikna etmek için atılan “halkla ilişkiler” adımlarının ilki Çin’in baskıcı yüzünü ortaya koyan Uygurlar meselesini öne çıkarmak oldu.
Ancak Çin’in Müslüman azınlıklarına karşı uyguladığı sistematik baskı, 11 Eylül saldırılarının ardından Batı’da ortaya çıkan “teröre karşı küresel savaş” söylemi ve uygulamalarının yarattığı güvenlikçi zeminden ayrı düşünülemez. Batılı siyasetçilerin, medyanın, akademi ve düşünce kuruluşları uzmanlarının yaydığı ve devasa paralar dökülen “radikalizm ve aşırıcılıkla mücadele” etkinlikleri ve söylemi müthiş bir korku atmosferi oluşturdu. Bu korku ortamında Avrupa’da yaşayan Müslümanlar “şüpheli topluluklar” olarak muamele görür oldular. Fransız örneğinde daha da aşikâr olduğu üzere, bir Müslüman’ın en basit dinî vecibelerini yerine getirmesi “aşırıcılık” göstergesi kabul edilir oldu.
Batı’nın alevlendirdiği ve aşırıcılıkla mücadele, rehabilitasyon ve yeniden topluma entegrasyonun tartışıldığı bu ortam, İslam’ın bizatihi kendisini bir güvenlik tehdidi gibi gösterdi. Bu da Rusya, Burma, Çin ve Hindistan gibi Müslüman azınlıklara sahip ve bu azınlıkları asimile etmeyi uzun süredir hayal eden tekçi kültür politikaları güden otoriter rejimlere eşsiz fırsat tanıdı. Yani Batı basınında çıkan “Çin’in İslam’ı bir hastalık olarak gördüğü” iddiası2 ve Çin’in bu yaklaşımının getirdiği tüm baskıcı uygulamalar Batılı devletlerin şekillendirdiği “radikalleşmeyle mücadele” söylemi sayesinde oldu.

ABD’nin Çin’le rekabetinde “Müslüman azınlıkların haklarının ihlali” temasını seçmesi de hiç tesadüf değil. Böylece gelecekte Çin’in “Tek Kuşak Tek Yol” projesiyle Müslüman nüfusun kalabalık olduğu Orta Asya, Güneydoğu Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sahip olmak isteyeceği etkiyi kırmak istiyor. ABD benzer politikayı Sovyetlerin 1979 Afganistan işgali sonrasında izlemişti. O dönem Müslüman dünyanın “cihada” desteğini sağlamak için hemen Sovyetler Birliğinin topraklarında yaşayan Müslümanlara kötü davranışlarından bahseden propaganda faaliyetleri başlatma kararı alındı.3 Bunun Müslüman milletler nezdinde ABD’nin itibarını da artıracağını düşündüler.

Ayrıca bu şekilde Sovyetlerin, Müslüman milletlerin olduğu Asya ve Ortadoğu ile ilişkilerini engellemeyi ve Müslümanların Sovyetlere yönelik geleneksel şüphelerini daha da körüklemeyi planladılar. ABD’li yetkililer, Müslümanları Sovyetlere karşı ayağa kalkmayı ikna etmeyi amaçlarken “Sovyetlerin İslam dinini tahrif edip, İslam’da diğer dinlerde olduğu gibi kalıcı bir ruhban sınıfı kurmayı planladığı” iddiasını yaymayı düşündüler.4 Ne ilginçtir ki ABD’lilerin Sovyetleri suçladığı şeyi, 11 Eylül sonrasını takip eden yıllarda özellikle Avrupalı devletler İslam’ı “liberalleştirmek” için kendi imamlarını eğiterek, İslam’ı kendi devletlerinin kontrolüne almayı planlayarak yaptılar.

Arakan Müslümanları, Patani ve Hindistan Örnekleri

Myanmar’da etnik temizliğe maruz kalan Arakan Müslümanlarının haklarının savunulması da maalesef ABD-Çin rekabetinin dinamiğine bağlı durumda. ABD bir yandan bu konuyu da Uygur meselesinde olduğu gibi gündeme getirerek Myanmar’ı Çin’le yakınlaşmaması için uyarırken, diğer yandan Myanmar’ı tamamen küstürmeyi göze alamadığı için çok da sert çıkamıyor. Dolayısıyla, Arakan Müslümanlarının uğradığı zulüm karşısında da tamamen insan hakları odaklı bir perspektife sahip bir ABD’den veya Batılı tutumdan söz etmek oldukça zor.

Tayland’da Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Patani bölgesine baktığımızda da aynı durumu görüyoruz. Tayland ABD’nin Soğuk Savaş döneminden bu yana Güneydoğu Asya’da en önemli müttefiklerinden birisi. ABD Müslümanların Patani’de verdikleri mücadelenin de Tayland ve Malezya arasındaki ilişkileri tahrif etmesinden ve Çin’e karşı önemli bir birlik olarak gördükleri Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin (ASEAN) bütünlüğünü bozmasından endişeli. Bu nedenle ABD, 2000’li yıllarda Tayland hükûmetiyle ve askerî yönetimlerle oldukça yakın ilişkilere sahip oldu.

Avrupa Birliği ise Uygur meselesinde ABD’ye paralel adım atmaya çalışan ama kendi içinde bölünmüş bir topluluk görüntüsü çiziyor. AB (göçmenler ve ABD’nin Irak işgali meselelerinde olduğu gibi) bir konuda daha coğrafi olarak bölünmüş durumda; kuzey ve batı Avrupa ile doğu ve güney Avrupa olarak Çin’e nasıl tepki verilmesi gerektiği konusunda derin fikir ayrılıkları yaşıyor. 22 ülkenin BM İnsan Hakları Yüksek Komiserine gönderdiği ve Çin’i kendi yasalarına ve uluslararası yükümlülüklerine uymaya, din özgürlüğüne saygı duymaya ve Müslüman ve diğer azınlıklara yönelik keyfî tutuklamaları sona erdirmeye çağıran mektubu 28 AB üyesinden 18’i imzaladı.
Bu fikir ayrılığının sebebi de yine ekonomik. Çin’in hatırı sayılır miktara ulaşan ekonomik yatırımlarından mahrum kalmak istemeyen, ekonomik durumları kuzey ve batıdaki komşularına göre daha kötü durumdaki AB üyeleri Çin’i dışlamaya yanaşmıyor. Örneğin, giderek artan sayıda Çinli turist ağırladığı iddia edilen AB’ye aday ülke Sırbistan’ın Çinli turistlerin kendilerini güvende hissetmesi için birkaç şehirde Çinli polislerin Sırp polislerle birlikte görev yapmalarına izin vermesi ve Sırbistan’ın Uygur meselesinde sessiz kalması bu duruma güzel bir örnek oluşturuyor. Çin’in sadece Balkanlardaki yatırım projelerinin on milyar dolar değerinde olduğu söyleniyor.

Hindistan’da yaşayan 200 milyon civarında Müslüman’ın haklarının sistematik ihlali söz konusu olduğunda da ne AB’nin ne de ABD’nin sesi çıkıyor. İslam’ın güvenlikleştirilmesi, Hindistan diasporası ve Hindistan-İsrail-Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri bağı bu üç ülkeyi (Hindistan-AB-ABD) birbirine sıkı sıkıya bağlamış durumda. Ayrıca Hindistan ABD ve AB için 1990’ların başından bu yana adım adım Hint Okyanusu’nda ve Güneydoğu Asya’da Çin’e karşı denge oluşturabilecek aktör rolünü oynuyor. Bu nedenle AB ülkeleri ve ABD Hindistan’ın giderek Hindu milliyetçiliğine teslim olması ve Müslüman azınlığın haklarının sistematik ihlali karşısında sessiz kalıyor.
Özetle, Batılı devletler Çin’in Müslüman azınlıklarına yönelik insan hakları ihlallerini gündeme getirirken de Arakan veya Hindistan Müslümanlarının sistematik zulme maruz kalmasına seyirci kalırken de kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Daha da kötüsü, ABD-Çin rekabetinden ötürü gündemde tutulan Uygur meselesi bir an için unutulacak olursa, Çin, Rusya, AB ve ABD özellikle siyasal İslam’ın tehdit olarak algılanması noktasında aynı görüşteler ve demokrasi, sandık, insan hak ve hürriyetlerini kolaylıkla “radikalizm” ve “terör” parantezine alabiliyorlar.

Dipnotlar

‘Islam in Communist China’, 9/22/1980, https://www.cia.gov/library/readingroom/docs/CIA-RDP78-02646R000400370001-3.pdf
Sigal Samuel, ‘China is Treating Islam as a Mental Illness’, The Atlantic, August 28, 2018, https://www.theatlantic.com/international/archive/2018/08/china-pathologizing-uighur-muslims-mental-illness/568525/
‘Memorandum from the Director of the International Communication Agency (Reinhardt) to the President’s Assistant for National Security Affairs (Brzezinski)’, Foreign Relations of the United States, Washington, November 15, 1979, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1977-80v30/d189 ve ‘Memorandum from the Director of the International Communication Agency (Reinhardt) to the President’s Assistant for National Security Affairs (Brzezinski)’, Foreign Relations of the United States, Washington, November 26, 1979, ‘https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1977-80v20/d68
‘Information Memorandum from Karen Galatz of the Policy Planning Staff to Secretary of State Shultz’, Foreign Relations of the United States, Washington, April 24, 1987, https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1981-88v41/d95

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler