'Göç'

Gurbetin Keşkeli Öyküsü: Gitmek Mi Zor, Kalmak Mı, Yoksa Dönmek Mi?

Göç ve gurbet; birinin varlığı diğerini zorunlu olarak beraberinde getiriyor. Peki gitmek mi zor, kalmak mı, yoksa dönmek mi?

Fotoğraf: Shutterstock.com

Bugünlerden hatırlanması çok kolay olmasa da göçün erken yıllarında hâlihazırda toplumda saygı gören bir işi olan aile üyeleri, sonunda ne olacağı pek belli olmayan ve zaten birkaç yıl süreceği düşünülen bu maceraya pek istekli olmamıştı. İstekli olan kimilerine ise geride kalanların başında biri bulunsun diye aile büyükleri müsaade etmemişti. Zaten hemen 1970’lerin başında gurbet kapıları aile birleşimi ve evlilikler dışında kapanmış ve o güne değin gidememiş olanların pek şansı kalmamıştı.

2014 yılında katıldığım, Bielefeld (Prof. Dr. Thomas Faist) ve Orta Doğu Teknik Üniversiteleri (Prof. Dr. Helga Rittersberger-Tılıç) sosyoloji bölümlerinin birlikte yürüttükleri bir araştırma, göçün ellinci yılı geride kalmışken gidenlerin ve kalanların bu uzun gurbet öyküsünü nasıl deneyimledikleri anlamayı amaçlıyordu. Bu uzun göç süreci bir vakitler aynı çatı altında yaşayan kardeşlerin ya da akrabaların hayatlarını nasıl değiştirmişti. Bu kapsamda Bielefeld’de görüşme yapılan Türkiye kökenli kişilerden Türkiye’de göçmen olmayan bir akrabasının iletişim bilgileri soruluyor ve biz de Türkiye’deki görüşmeleri gerçekleştiriyorduk.

İstanbul’un Büyükçekmece semtinde, müstakil bir eve girdiğimde bahçede duran eski fakat Avrupai bisikletten farklı bir görüşme yapacağımı hissetmiştim. Bielefeld’de görüşülen genç bir kişiye Türkiye’deki bir akrabası olup olmadığı sorulunca aklına babası gelmiş ve “kesin dönüş” yapmış bir gurbetçi olduğu belirtmeye gerek duymadan evine konuk olduğum Ali Bey’in iletişim bilgilerini vermişti. Oysa bizim göçmen olmayan aile üyeleriyle görüşmemiz gerekiyordu. Telefonla randevulaşıp, İstanbul’un bu ucuna kadar gelip bir de çayından lokumuna kadar hazırlanmış bir masaya buyur edilince elbette ki görüşmeyi yapmamak olmazdı.

“Benim Bu Hayatta İki Keşkem Var…”

Ali Bey, 1970’lerin sonunda o zamanlar yeni yeni gelişmekte olan Büyükçekmece semtinde ev almaya başlayan Alamancı ailelerden birinin yardımıyla gurbet yolculuğuna “tek tabanca” çıkmış, hemen 80’lerin başında salonun diğer ucunda sessizce bizi dinleyen Alman eşiyle evlenmiş, iki çocukları olmuş ve 90’ların başında biriktirdiği paraya güvenerek ve çocukları da memlekette büyüsün diyerek kesin dönüş yapmıştı. Birikimleriyle misafir olduğum müstakil evi almış ve bir fırın açmış ama kısa sürede “eşin dostun sayesinde” iflas etmişti. Büyükçekmece sahilinde binerim diye getirdiği bisikletini de bir kaza atlattıktan sonra bahçeye bırakmıştı. Zar zor emekli olmaya hak kazandıktan sonra da bir daha pek bir şeyle uğraşmamıştı. Oğlanlardan büyük olanı yaşı gelince annesinden edindiği vatandaşlık sayesinde Almanya’ya gitmiş, küçük oğlan ise vatandaşlığı olmamasına rağmen abisi gittiğinden beri nasıl olur da yanına varırım diye çabalar olmuştu.

Bu uzun ve ilginç yaşam hikayesini dinledikten sonra araştırmamızla ilgili son bir soru olarak Ali Bey’e Almanya’ya gitmiş olmaktan memnun olup olmadığını sordum. Derin bir nefes aldı. Sırtına yaslandı ve sakince konuşmaya başladı: “Benim bu hayatta iki keşkem var. Keşke gitmeseydim. Keşke dönmeseydim” dedi. Ben bu basit ama karmaşık cümleyi anlamaya çalışırken bizi salonun diğer köşesinden izleyen eşinin gözlerinin nemlendiği görebiliyordum.

Göçe Dair Yaklaşımların Değişimi

Göç olgusu çok uzun yıllar boyunca bir ülkeden diğerine tek yönlü bir hareket olarak görüldü. Göçmenlerin tıpkı bir bitki gibi zamanla yeni evlerine kök salacağı ve kuşaklar geçtikçe orada “yerlileşecekleri” varsayıldı. 1960’lardaki yeni uluslararası göç başlayana kadar sosyal bilimlerdeki egemen konumunu koruyan “asimilasyoncu” yaklaşım göçmenlerin yeni ulaşım ve iletişim teknolojileri aracılığıyla ana-vatanla olan ilişkilerini güçlü bir şekilde koruyabiliyor oldukları anlaşılınca gücünü yitirdi. 1980’lerle birlikte göçmenlerin kendi kültürlerini koruyor olmasını olumlayan ve siyaseten ev-sahibi toplumlarda bu farklılıklara yer açılması gerektiğini savunan “çokkültürcü” yaklaşımlar güçlendi. Fakat bu dönemde de göçmenlerin anavatanla olan ilişkilerini devam ettiriyor ve döviz (ve cenaze) gönderileriyle bir ayaklarını orada tutuyor olmaları bir sorun olarak görüldü.

Göçmenlerin ilk bakışta bireysel (mikro) olarak görülebilecek gönderileri göç sürecinin uzamasına koşut olarak zaman içerisinde düzenli bir örüntü oluşturduğunda toplumsal düzeyde (makro) önemli dönüşümleri tetikleyebilir olduğu sosyal bilimler açısından oldukça eski bir gündem. Söz gelimi, Znaniecki ve Thomas, 1920 yılında beş ciltlik devasa bir çalışma olarak yayımladıkları Avrupa ve Amerika’da Leh Köylüler (İng. “The Polish Peasant in Europe and America”) kitabında göç sürecini, modernleşmeye dair temel savları sınayacakları bir laboratuvar olarak ele alırlar. Geleneksel bir toplumun üyesi olan Leh köylülerin endüstrileşmenin en keskin yaşandığı bir diğer ülkeye iki aylık gemi yolculuğuyla, adeta zamanda seyahat ederek vardıklarında nasıl bir dönüşüm geçirecekleri çalışmanın temel sorusudur.

Türkiye’de ise Nermin Abadan-Unat ve Ruşen Keleş’in Hollandalı meslektaşlarıyla ortaklaşa yürüttükleri Göç ve Gelişme: Uluslararası İşçi Göçünün Boğazlayan İlçesindeki Etkileri Üzerine Bir İnceleme (1975) araştırması oldukça özgün örneklerden biridir. Her iki çalışma da göçmenlerin bireysel edimlerinin bir topluluk olarak belirli bir zaman zarfında devam etmesinin göç edilen ülke ve anavatan arasında yeni bir toplumsal mekân inşa edeceğine işaret eder. Bu düşünüş 2000’li yıllara gelindiğinde “ulusötesi yaklaşım” (İng. “transnational approach”) olarak göç çalışmalarının temel çerçevesini belirler.

Göç ve Kalkınma Ekseni

Anavatan hükümetlerinin (1970’lerde Türkiye’de İşçi Yatırım Ortaklıkları gibi) çeşitli girişimlerle göçmen gönderilerini kalkınma için bir kaynak olarak kurumsallaştırmaya çalışıyor olması göç çalışmalarında göç ve kalkınma ekseni olarak andığımız bir idari yönelime yol açtı. Buna göre artık ihtiyaç duyulmayan emek göçünü düzenlemek adına göçmen gönderileri anavatan ülkelerdeki kalkınmanın sağlanması için bir kaynak olarak kullanılabilir, kalkınma sağlandıkça istihdam yaratılır ve böylece o ülkelerdeki yeni kuşakların göç etmesini gerektiren koşullar düzeltilmiş olur. Bu yaklaşım 11 Eylül (2001) sonrasında göç ve güvenlik eksenine evrildi. Bu defa, göçmen gönderileri anavatandaki siyasi radikalleşmelere ve Batı’ya karşı girişilecek saldırılara kaynak teşkil edebilir olmasıyla dikkatle izlenmesi gereken bir tehdit olarak görülmeye başlandı.

Bugün göçmen gönderileri köken ülkeler için hâlen oldukça önemli bir konu.

Söz gelimi, Krik Semple 25 Nisan 2020 tarihinde New York Times için kaleme aldığı makalesinde Meksika’nın küçük bir kasabası olan Apora’dan belki de aklımıza pek getirmeyeceğimiz ama dünyanın farklı ülkelerindeki milyonlarca aile için son derece önemli olacak, Kovid-19 pandemisinin etkileyeceği bir diğer alana dikkat çekiyordu: göçmen döviz gönderileri. Semple’nin konuk olduğu Bayan Alejandre’nin eşi Amerika’da göçmen olarak çalışıyor ve iki-üç haftada bir gönderdiği yaklaşık 300 dolarlık gönderilerle Meksika’daki 6 kişilik ailesine bakıyordu. Bayan Alejandre, dört haftadır eşinden gönderi alamadıklarını ve gelecek konusunda kaygılı olduklarını söylüyordu. Meksika Başkanı Obrador, Kovid-19 pandemisinin ülkenin ekonomisine olan/olacak etkileriyle ilgili düzenlediği bir basın toplantısında ise yurtdışında bulunan Meksikalılara çağrıda bulunarak gönderilerine mümkün olduğunca devam etmelerini istiyordu. Türkiye’nin bir döviz rezervi olarak göçmen gönderilerine bağımlılığı 1990’ların sonundan itibaren azaldı. Fakat bugün dünyada iktisadi istikrarı bu gönderilere dayanan onlarca ülke var. Dünya Bankası sadece 2018 yılında göçmen gönderilerinin 700 trilyon dolar civarında küresel bir akışa tekabül ettiğini öngörüyor.

Diğer yandan göçmen döviz gönderileri sadece iktisadi bir konu olarak görülmemeli.

Göçün erken yıllarından itibaren göçmenin farklı ve genelde daha gelişmiş bir toplumda kazandığı yeni deneyimler ve edindiği görüşler çeşitli toplumsal dönüşümleri şekillendirebilir bir etkiye sahip olabildi. Söz gelimi, 1960’ların başında erkekler birkaç yıl çalışıp geri dönecekleri düşüncesiyle eş ve çocuklarını geride bırakarak göç ediyorlardı. Zamanla bu kalışlar uzamaya başladı. Geride kalan eşler bir yandan gurbetteki eşinin gönderileriyle iktisadi olarak güçleniyor, diğer yandan evin dışındaki sorumlulukları da yerine getirmesi gerektiğini için toplumsal cinsiyet rollerinde önemli dönüşümler yaşanıyordu.

Aileler iktisadi sorunlarını aştıkça (kızlar dâhil) çocukların eğitime katılması yönünde toplumsal bir kabul de gelişti. Bir durak sonra gurbetteki eşin gönderileri köyün sınırları aşmaya başladı. Yatırım amaçlı yakın il/ilçe merkezlerinde satın alınan ev ya da dükkânlar gurbetçilerin kendi aileleri başta olmak üzere yakın akrabalarının da kırdan kentte göç sürecini hızlandırdı. Bugün hâlen Türkiye’den dört bir yanındaki köylerde atıl durumda bulunan traktörler bu sürecin arkeolojik bir kalıntısıdır adeta. Gurbette kazanılan paraların ilk yatırım karşılığı olan traktörleri kullanmaya pek gerek kalmamış ve birkaç yıl içinde yatırımların il/ilçe merkezlerine yönelmesiyle göçmen aileleri hızla kırdan bağımsızlaşmıştır.

Kuşkusuz bu toplumsal dönüşümler bedelsiz değildir. Edebiyatımızdan doğru Gülten Dayıoğlu’nun Geride Kalanlar (1975) öykü kitabı ve Tarık Dursun K.’nın Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü (1980) hicivli romanı oldukça erken bir dönemde göçle birlikte gelenekselden moderne doğru savrulan toplulukların yaşadığı kırılmaları betimler. Göçün etkileri bugün hâlen hissediliyor. 2010’lardan bu yana “ulus-aşırı dönüş” (transnational return) kavramına işaretle ikinci ve dahi üçüncü kuşak göçmenlerin, doğup büyüdükleri toplumlardaki iktisadi ve siyasi krizlerin derinleşmesine karşı bir güvence olarak ebeveynlerinin anavatanlarıyla olan ilişkilerini korumaya ya da yeniden kurmaya çalıştığına dair önemli araştırmalar yapılıyor. Fakat diğer yandan,  Fatih Akın’ın Kısa ve Acısız (1998) ve Duvara Karşı (2004) filmlerinin görkemli kaybedenleri Cebrail ve Cahit karakterlerinin de bize anlattığı üzere gidişler kadar dönüşlerin de sancısız olmadığı bu araştırmalarda görülüyor. Kuşaklar geçiyor fakat keşkelerimiz havada asılı durmaya devam ediyor.

Besim Can Zırh

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Dr. Besim Can Zırh’ın ağırlıklı çalışma alanları göç, sosyal antropoloji, din antropolojisi, Alevilik ve şehir çalışmalarıdır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#1

*Tüm alanları doldurunuz

  • aysegul yesildaglar
    2020-06-04 10:18:06

    Cok guzel bir yazi. Kaleminize saglik

Son Yüklenenler