'NSU'

NSU Davasının Sonu Ya Da Sınıfta Kalan Mahkeme

6 Mayıs 2013 tarihinde başlayan NSU davası 21 Nisan 2020'de tamamlanan gerekçeli kararla şimdilik son buldu. Peki Almanya'yı derinden yaralayan terör örgütüne dair soruların ne kadarı yanıtlandı?

Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Irkçı terör örgütü Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) 4 Kasım 2011 tarihinde ortaya çıktığında Almanya’da adeta yer yerinden oynamıştı. Bu örgüt 2000-2007 yılları arasında 10 cana kıymış, bombalı saldırılar düzenlemiş, cinayet girişimlerinde bulunmuş ve bir çok soyguna girişmişti. İşin ilginci, tüm bu eylemlerini yakayı ele vermeden gerçekleştirebilmişti. Şayet örgütün üyeleri Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt 4 Kasım günü bir karavanda intihar etmeseydi ve Beate Zschäpe yaşadıkları evi ateşe vermeseydi, bir ihtimal hayatlarına ‘özgürce’ devam edebileceklerdi.

O gün sadece kendilerinin bildiği bir sebeple kendilerini sıradışı bir yöntemle ele vermişlerdi. Ülke daha önce yaşanmamış bir devlet skandalıyla karşı karşıya kalmıştı. Kamuoyunda cevaplanması gereken onlarca sorular sorulmuştu. Devlet yetkililerinden olayın vahameti karşısında sorumluluk anlayışıyla örtüşür bir şekilde açıklamalar gelmişti. Yaşananların utanç verici olduğu söylenmiş, kurbanlar için anma merasimi düzenlenmiş, olayların aydınlatılacağı sözü de verilmişti.

O günden bu yana devletin istihbarat kurumlarının NSU terör örgütüyle ilişkisi hakkında basında fazlasıyla haberler ve yorumlar yer aldı. Polisiye romanları veya filmleri aratmayacak ilişkiler ağı medyanın ve meclis araştırma komisyonlarının konusu oldu. Anayasayı Koruma Dairesi içerisinde NSU ile ilgili dosyaların imha edilmesi veya Münih’te başlayan dava sürecinde tanıkların şüpheli ölümleri skandallar zincirine eklenen halkalar arasında yer aldı. Kamuoyu, NSU’nun destekçilerinin ve istihbarat içindeki uzantılarının aydınlatılacağı ve böylelikle devletin aşırı sağ ve illegal unsurlardan arındırılacağı beklentisi içerisinde oldu.

Geçtiğimiz günlerde, 2011 yılının kasım ayında ülkeyi derinden yaralayan terör örgütüyle ilgili soruların aydınlatılabilmesi için son şans olarak değerlendirebileceğimiz bir gelişme yaşandı. O günlerden yaklaşık dokuz yıl sonra Münih Yüksek Eyalet Mahkemesi, NSU’nun üçüncü üyesi ve tek sanık Beate Zschäpe hakkında 10 Temmuz 2018 tarihinde verdiği müebbet hapis cezasının gerekçeli kararını açıkladı. Mahkeme, yaklaşık iki yıllık bir çalışma sonucunda 3025 sayfalık gerekçeli karar metnini 21 Nisan tarihinde tamamladı. Böylelikle, 6 Mayıs 2013 tarihinde başlayan NSU davası şimdilik son bulmuş oldu.

Gerekçeli Kararda Yer Bulamayan Noktalar

Bu final, yedi yıllık mahkeme sürecinde görülen diğer örneklerde yaşandığı gibi yine akıllara birden fazla soru getiriyor. Gerekçeli kararın açıklanmasının ardından müdahil avukatlar birtakım soruları gündeme getirdi. Örneğin cinayetlere kurban giden kişiler hakkında niçin bir şeyler yazılmamıştı? Avukat Seda Başay-Yıldız, Tagesspiegel gazetesiyle yaptığı söyleşide bu yaralayıcı eksikliğe dikkat çekerek, “Dokuzu göçmen, biri polis olmak üzere on cinayet yaşandı. Dokuz göçmen ırkçı sebeplerle ve bir polis memuru devlete karşı nefret nedeniyle vahşice öldürüldü. Yüksek Mahkeme’nin gerekçeli kararında öldürülenlerin sadece isimleri var. Bu da büyük ihtimalle sırf isimlerine yer vermek maksadıyla yapılmış. Kurban kaç yaşındaydı? Ailesi var mıydı? Cinayetlerin aileye ne gibi etkisi oldu? Bunlarla ilgili hiçbir şey yok. 3025 sayfalık kararda tek bir cümle yok. Bu tutum gerçekten çok utanç verici ve saygısızca.” yorumunda bulunuyor.

Gerekçeli kararla ilgili yapılan haberlerde bir başka çarpıcı eksikliğe de dikkat çekiliyor. Olayın patlak verdiği günden bu yana polis ve Anayasayı Koruma Dairesi ile ilintili olarak gündeme gelen ilişkiler de metinde yer bulmamış. Bu konularda basın tarafından adeta deşifre edilen suistimaller, ihmalkarlıklar, kayıtsızlıklar göz önünde bulundurulduğunda gelinen son nokta daha da hayret verici bir hâl alıyor. Nihayetinde terör örgütü NSU çölde oluşmamıştı.

Thüringen eyaletinde, bu eyaletin Anayasayı Koruma Dairesi tarafından muhbir aracılığıyla parasal olarak beslenen bir ortamda yeşermişti. Halit Yozgat’ın öldürüldüğü gün Anayasa Koruma Dairesi çalışanı Andreas Temme olay yerinde bulunmuştu. Bunlarla ilgili de herhangi bir cümle, ifade veya anekdot yer almıyor. Yani hakimler NSU terör örgütünün beslendiği ortamı ve destekçileri tarihi nitelik taşıyan bir karar metninde belirtmeye, kayıt altına almaya değer bulmuyor. Dolayısıyla bir bakıma da bu tiplerin yargı önünde hesap vermelerinin önü tıkanıyor.

Boşa Çıkan Beklentiler, Devlet Refleksi ve Sınıfta Kalan Mahkeme

Münih’teki mahkeme sürecinin bu son halkasını nasıl değerlendirmeli? Yargının eleştirilere maruz kalan körlüğünü nasıl açıklamalı? İlk olarak altı çizilmesi gereken nokta, olayların kapsamlı bir şekilde aydınlatılması yönündeki beklentilerin tamamen boşa çıktığıdır. 3025 sayfalık metinle mahkeme bir yandan çok şey söylüyor; ama diğer yandan aslında pek çok şeyi söylemiyor. Evet, mahkeme ırkçı terör örgütünün geride kalan bir üyesi hakkında niçin müebbet hapis cezası verdiğini izah ediyor. Bir bakıma sadece o bir kişiye yoğunlaşıyor. Ama bunu yaparken olaylar silsilesine at gözlüğüyle bakıyor.

Basında yer alan haberler ve iddialar üzerinde hiç durmuyor. Yedi yıllık mahkeme süreci analize tabi tutulduğunda bu sonuç aslında çok şaşılacak bir durum değil. Zira bu zaman zarfında da mahkeme tüm kamuoyu beklentisi ve baskısına rağmen sadece Beate Zschäpe’ye odaklanmış, diğer iddialarla ilgili olması gerektiği ölçüde kılını kıpırdatmamıştı. Buna rağmen davayı takip edenler açısından gerekçeli karar, meselenin sadece  Zschäpe’den ibaret olmadığının adını koymak açısından bir bakıma son ümit niteliği taşıyordu. Bu ümit de boşa çıkmış oldu.

Hukukçuların, hukuk sosyologlarının üzerinde durması gereken asıl noktaysa mahkemenin ve metni yazan yargıcın niçin böyle hareket ettiğidir. Hakim söz konusu metni yazarken bir tercihte bulunuyor; verilen kararı etkileyen bazı unsurları ele alırken olayın bütünlüğünde belirleyici olan diğer unsurları yok sayıyor. Bu açıdan baktığımızda metin, mahkemenin kurbanlara yönelik bakış açısını da ele veriyor. Avukat Seda Başay-Yıldız’ın işaret ettiği gibi cinayetlere kurban giden kişilere bir ‘insan’ olarak yer verilmiyor. Dolayısıyla gerekçeli kararı okuyan bir kişi isimlerin dışında başka herhangi bir bilgiye ulaşamıyor. Bu, kurbanların metin üzerinden kimliksizleştirildiği anlamına geliyor.

Her ne kadar kurumsal ırkçılık meselesi fazla gündeme gelmemiş olsa da, bu tablo kişinin aklına ister istemez bu sorunu getiriyor. Böyle bir sorunun olup olmadığını zihinde canlandırabilmek açısından şu soru sorulabilir: Cinayete kurban giden kişiler mahkeme tarafından ‘daha değerli’ kabul edilen vasıflara sahip olsaydı acaba nasıl bir tablo ortaya çıkardı?

Mahkemenin tutumunu izah etmeye yarayan bir diğer yaklaşım, benzer davalarda diğer ülkelerden de bildiğimiz tipik devlet refleksinin sergilenmesidir. Düşünsenize, güvenlik ve istihbarat birimlerinin rolü medyada yer alan haberlerde açıkça yer alıyor; ama mahkeme karar metninde bile üç maymunu oynayabiliyor. Sanki ırkçı teröristlerle Anayasayı Koruma Dairesi’nin hiçbir ilişkisi olmamış gibi davranıyor. Devletin yargı kanadındaki bir mahkeme, yürütme kanadındaki bir kuruluşun hatalarını, çarpıklığını zikretmiyor. Yani Türkçe’deki bir atasözle yorumlamak gerekirse, kol kırılıyor yen içinde kalıyor.

NSU davası Alman devleti için toplum ve devletteki ırkçı unsurlarla hesaplaşmak adına ciddi bir fırsattı. Bu fırsat değerlendirilmiş olsaydı, çarpıklığın ve illegalliğin üzerine tam anlamıyla gidilmiş olurdu. Irkçı kişilerin hem kamuda hem de toplumda hayat alanının daraltılmasına katkıda bulunurdu. Bugün bizler de gerekçeli karar metnini yorumlarken çok farklı, ümit verici değerlendirmelerde bulunmuş olurduk. Belki de NSU davasında yer alan Türk kökenli Avukat Seda Başay-Yıldız polis menşeli tehdit mektupları almazdı. Bu ihtimaller ıskalanmış oldu. Medya, özgürlüğün ve çeşitliliğin verdiği imkânla iddiaların üzerine gitme noktasında iyi bir sınav verdi diyebiliriz. Aynı durumu sivil toplum kanadında da gözlemlemek mümkün. Ancak mahkeme sınıfta kaldı.

Ünal Koyuncu

Siegen Üniversitesi siyaset bilimi, sosyoloji, tarih dallarında yüksek lisans eğitimini tamamlayan Koyuncu’nun uzmanlık alanları göç, entegrasyon, diaspora politikaları ve Avrupa ülkelerinde Müslümanlar gibi konulardır. Koyuncu, İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) bünyesinde Ülke Masaları’nı koordine etmektedir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler