Ulusaşırı Evlilikler: Sıla ile Gurbetin Düğünü Dernek Olur mu?
Göç sürecinin bir aşaması, hatta bir göç stratejisi olarak karşımıza çıkan “ulusaşırı evlilikler”, aynı zamanda küresel ölçekte bir pazara da sahip. Bu alanda birçok soru da tartışılmayı bekliyor.
Doktora tezimin saha araştırması için bir Kuzey Avrupa ülkesinde tanıştım Sıla Hanım’la. Kendisi göç derneklerinde pek sık karşılaşmadığımız kadın yöneticilerden biriydi. Bu nedenle ikinci kuşaktan olduğunu düşünmüş; bazı sorularımı bu varsayıma göre yöneltmiştim. Sıla Hanım bu hatamı düzeltti ve 1990’ların ortasında Gurbet Bey’le evlenerek bu ülkeye geldiğini söyledi. Tam olarak bir görücü usulü sayılmasa da, aileleri aynı ilçenin insanlarıydı ve bir aracı, annelerini evlilik çağında “uygun” çocukları olduğu konusunda bilgilendirmişti.
Bu Kuzey Avrupa ülkesinde Türkiye’nin en büyük şehri sanılan, fakat İç Anadolu illerinden birinin ilçesi olan bu küçük “memleket”, o yıllarda nice gencin bahtını bağlayan mahir bir görücü kadın gibiydi. Gençler liseden sonra okumaya istekli olmuyor, yaz aylarında düzenlenen düğünlerde kısmetlerini bulup Avrupa’ya gitme hayali kuruyorlardı. Sıla Hanım, Avrupa’ya “ithal gelin” olarak gitmeye hevesli değildi; okumaya devam etmek istiyordu. Fakat Gurbet Bey’le tanışıp gönlünü kaptırınca “Evet” demişti. Hem Gurbet Bey dilerse eğitimine orada devam edebileceğini de söylemişti.
“Başkalarının Eskittiği Tabaktan mı Yiyeceğiz?”
Sıla Hanım bir sonraki yaza kadar hem gerekli kâğıt işlemleri hem de isteme, söz, nişan ve düğün hazırlıklarıyla yoğun bir yıl geçirmişti. Kuzey Ülkesine artık eşi olan Gurbet Bey’le birlikte önce en yakında havaalanına gelin arabasıyla, sonra uçakla İstanbul’a, oradan da Münih üzerinden aktarmayla gitmişti. Tüm göçmenler gibi yeni memleketine vardığı tarihi gün ve ay olarak söylüyordu hâlâ. Önce kayınvalidelerinin evinde kalmışlardı. Uygun bir eve beraber bakmak istemişlerdi.
Evi bulduktan sonra sıra eşya almaya geldiğinde ise Sıla Hanım ilk hayal kırıklığını yaşadı. Gurbet Bey, Sıla Hanım’ı ikinci el eşyaların satıldığı bir loppmarknad’a götürmüştü. Avrupa, yaşamak için değil çalışmak ve biriktirmek içindi. Öyle olmasa memlekette o kadar mal-mülk nasıl alınırdı? Hem Türkiye’de “bitpazarı” dendiğine bakmamak lazımdı. Buralarda doktorlar, avukatlar bile bu pazarlardan eşya alırdı. Gurbet Bey ne kadar dil dökse de Sıla Hanım’ın ağzından tek bir cümle çıktı: “Başkalarının eskittiği tabaktan mı yiyeceğiz?” Bugün en sevdiği hafta sonu etkinliği ikinci el pazarları gezmek olan Sıla Hanım, gurbete gelin gitmenin ilk hayal kırıklığının o zamanlar kendisine ağır geldiğini ve evliliğinin ayrılıkla sonuçlandığını söylemişti.
Ulusaşırı Evlilikler Neticesinde Oluşan Pazar
Asıl konum göçmen dernekleşmesi olmasına karşın bu anekdot, araştırmam boyunca kulağımda küpe olarak kalmış, başka görüşmelerde anlatılan benzeri deneyimlerle birikmiş ve Türkiye’de ya da Avrupa’da katıldığım düğünlerdeki gözlemlerime kılavuz olmuştu. 2013 yılında ise bir başka Kuzey Avrupa ülkesinde çeşitli nedenlerle gündem olan “Türkiye’den evlilik yoluyla göç” konusunda kısa bir araştırma yapmak istediğimde, yollara düşüp Sıla Hanım’ın memleketini de ziyaret etmiştim. Sıla Hanım’ın gençliğinden o günlere çok şey değişmişti.
Türkiye ve Avrupa arasında göç çalışmalarında “ulusaşırı evlilikler” (İng. “transnational marriages”) olarak anılan ilişkilerin hacmi yoğunlaştıkça ve ikinci kuşaklar artık hayatın merkezi olarak göç edilen ülkelerde “yaşamaya” başladıkça ihtiyaçlar da çeşitlenmiş ve bu ihtiyaçları karşılamak üzere özgün bir pazar oluşmuştu. Söz gelimi, kayıtlı toplam nüfusu 50 bin olan bu ilçenin ana caddesi boyunca sıra sıra dizili kuyumcu ve banka şubeleri vardı. Birçok büyük mobilya markasının ışıltılı camekânlarında o Kuzey Avrupa ülkesine mobilya nakliyesi yapıldığını söyleyen ilanlar asılıydı. O pek de uzun olmayan ana cadde üzerinde yürürken Sıla Hanım’ın anlattığı deneyimle, yeni kurulacak evi memleketin bir replikası ya da minyatürü olarak tahayyül etme arzusunun nasıl bir pazar oluşturduğunu anlamaya çalışıyordum.
Gelinlikçiler Sokağı’na Hoşgeldiniz
Bu araştırmadan iki yıl sonra yolum göç üzerine bir yaz okulunda ders vermek üzere Duisburg’a düştü. Dersi alan öğrencilerle, Avrupa’daki (başka bir yapıdan dönüştürülen değil) ilk inşa edilenlerden biri olan ve çokça tartışılan Marxloh Merkez Camisi’ne ziyaret gerçekleştirmeyi düşünmüştüm. Ruhr Bölgesinin önemli endüstri alanlarından biri olan Marxloh, çok sayıda Türkiyeli göçmene de ev sahipliği yapan bir ilçeydi. Fakat endüstrileşmenin sonlanmasıyla birlikte kentsel aşınma yaşamış, yoksullaşmış ve Almanya gündeminde pek de ziyaret edilmemesi gereken bir muhit olarak anılmaya başlanmıştı.
Mahalleye ilk adım attığınızda böylesi bir sınırı ardınızda bıraktığınızı kolayca anlıyordunuz. Küçük bakkaliyeler ve önlerinde işsiz olduğunu tahmin etmenin çok güç olmadığı göçmen genç erkeklerin oturduğu kahvehaneler açık olan yegâne dükkânlardı. Fakat Weseler Caddesi’ne çıktığınızda bu manzara bir anda değişiyor, camekânları oldukça süslü ve ışıltılı onlarca dükkân sizi çevreliyordu: Avrupa’nın “gelinlikçiler sokağı”na hoş geldiniz. Bu sokakta bulunan 80 kadar mağaza, sadece Almanya’da değil Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşayan Balkanlar, Türkiye, Orta Doğu ve Kuzey Afrikalı göçmenlere de hizmet veriyor. Her ne kadar “gelinlikçi” olarak anılıyor olsalar da bu mağazalarda evlilik töreninin bütün aşamaları için ihtiyaç duyulan kına tepsisi gibi eşyalara ve gelin başı yapacak kuaförlere ulaşmak mümkün. Türkiye dışındaki ülkelerden gelenlerin kendi kültürlerine has bir ihtiyaçları olduğunda temin edilmesi ve hatta yeni bir moda olarak diğer göçmen topluluklar arasında yaygınlaşması da söz konusu olabiliyor.
Aile Oluşturan Göçler
Sıla Hanım’ın memleketi gibi, yoğun olarak göç vermiş kasabalardan Duisburg’un sanayi sonrası yoksullaşmış bu küçük mahallesine kadar küresel ölçekte bir pazar oluşturan ulusaşırı evlilikleri nasıl anlamak gerekir? Türkiye’nin dış göç deneyiminden baktığımızda ulusaşırı evlilikler, göç sürecinin bir aşaması ve hatta göç etme stratejisi olarak karşımıza çıkıyor. Bildiğimiz üzere göç başladığında evli olan erkekler ailelerini memlekette (ve çoğunlukla kendi baba evlerine emanet olarak) bırakarak göç ettiler. Bunun en temel nedeni göçün belirli bir süreyle sınırlı kalacağını düşünmeleriydi. Diğer yandan eşlerin ve çocukların gurbet ellerde inançsal ve kültürel nedenlerle zorlanacağı düşüncesi sıkça ifade edilen bir diğer neden olsa da gerçekte babalar; gelinler ve torunları da giderse göçmen oğullarıyla bağların tümüyle zayıflayacağından endişe ederek buna müsaade etmemişlerdi. Bugün Türkiyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı tüm yerellerde, ailesini ilk kimin getirdiği, topluluğa dair önemli bir tarihsel dönüm noktası olarak hâlen anımsanır.
Evlilik yoluyla göçler ilk defa Türkiye’den göçün ağırlıklı olarak erkek işçilerden oluşması nedeniyle bir dönem kadın işçilere öncelik tanınmasıyla yaşanmaya başladı. Bekâr kızlar ailelerin kararıyla işçi olarak yazılarak kısa sürede gurbete çıkabildiler ve akraba ailelerin göç etmek için sıra bekleyen erkek çocuklarıyla evlenerek onların da gurbet kervanına katılmasını sağladılar. Göç kapılarının kapanmaya başladığı 1970’lerin başından itibaren ise “bir daha gelmek mümkün olmayacak” düşüncesiyle kalışlar uzamış ve böylece “aile birleşimiyle” evlilik kurumu göçün konusu olmuştu.
1970’lerin sonlarından itibaren ise babalarıyla birlikte gurbete çıkmış genç erkekler yaşları geldikçe memleketten evlenmeye başladığında “aile oluşturan göçler” gündeme gelmişti. Bu durum, 1980’lerin sonunda artık ikinci kuşağın genellikle akraba ilişkileri üzerinden görücülükle gerçekleşen evlilikleriyle yoğunlaşmıştı. 1990’ların sonunda ise artık bir göç etme stratejisi olarak ilticanın da imkânı daralınca “anlaşmalı evlilikler” gündeme geldi. Bu sonuncusu tümüyle başka bir konu. Biz Sıla ve Gurbet’in evliliğine dönersek; “nasıl oluyor da birbirini hiç tanımadan büyümüş iki insan evlenebiliyor” sorusu, kuşkusuz entegrasyonla ilgili olarak göçmenlere yöneltilen güç soruların başında geliyor.
İthal Gelinler ve Damatlar
Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu, İsveç Diyanet Vakfı’nda görevliyken yaptığı iki ayrı sözlü tarih çalışmasında bu konuya dair oldukça açık bir cevap veriyor. Öncelikle 1966’dan bu yana İsveç’te yaşayan ve üç çocuğunu da memleketten evlendirmiş Muttalip Akan’a kulak verelim: “Benim iki kız, iki de erkek çocuğum var, hepsini Kulu’dan evlendirdim. Bunun sebebi de şudur: Bizim çocuklarımızı evlendirdiğimiz sırada burada fazla gencimiz yoktu. Genelde akrabalar çocuklarını birbiriyle evlendirdiler. Böylece dışarıdan gelin ya da damat düşünmedik. Ancak şimdiki aklım olsaydı böyle yapmazdım. Gerçi hâlâ hepsi ilk evliliklerine devam ediyorlar, aralarında boşanan olmadı çok şükür” (2012: 145).
Diğer çalışmasında ise Baloğlu durumu kendisi değerlendiriyor: “Evlilik çağındaki çocuklara gelin veya damat Türkiye’den getirilecektir. Çünkü Türkiye’deki abinin, ablanın, amcanın halanın, teyzenin oğlu askerden dönmüştür, elinde bir mesleği yoktur veya işsizdir; buraya bir şekilde getirilip hayatının ‘kurtarılması’ şarttır. Yoksa abi, abla, amca, hala, teyze hakkını helal etmeyecektir. Aynı şekilde, evlilik çağı gelen oğlanın da istenmeyen bir şey yapmaması için bir an önce ‘başgöz’ edilmesi gerekmektedir. Bu durumda en uygun aday, helal süt emmiş, iffetli, namuslu biridir ve bu da köydeki abinin, ablanın, amcanın, dayının, halanın veya teyzenin kızından başkası olamaz. Sözün kısası, gelinler ve damatlar Türkiye’den ‘ithal’ edilir” (2013: 21).
Ulusaşırı Evliliklerin Kendi Düzeni
Gurbette kalışlar uzadıkça hayatın doğal akışının parçası olan evlilik kurumunun, göçün en temel amacı olan varsıllaşmayla birleşmesinin, göç politikalarının değişmesiyle beraber göçe dair bir strateji olarak karşımıza çıkması çok da şaşırtıcı değil. Bu faydacı yaklaşımın yanı sıra özellikle birinci kuşak ailelerin memleketten gelin/damat “ithal” ederek özgün kültürlerinin devamını sağlayabileceklerini düşündüklerini de not etmek gerekir. Birinci kuşağın çocukları birbirinden farklı beklentilerle bu dalganın içine savrulmuş, Sıla Hanım’ın örneğinde olduğu gibi evliliklerin bazıları çok kısada sürede ayrılıkla sonuçlanmış, kimi durumlarda akraba olan aileler arasında küslükler olmuştu. Tevfik Başer’in 40 Metrekare Almanya (1986) filmi ya da Metin Gür’ün Kına’nın Soluşu: Almanya’da Gelin Olmak (2006) sözlü tarih çalışmasına da konu olduğu üzere evlilik yoluyla göç etmek birçok kadın için derin acılara neden oldu.
Yaz ayları bugün Türkiye’nin birçok yöresinde hâlen “düğün sezonu” olarak geçiyor. Nice köy ve kasaba usta bir görücü olarak yeni evliliklerin çöpünü çatmaya devam ediyor. Fakat yeni kuşaklar önceki deneyimlere tanık oldukça ve düğünlerdeki ayak-üstü tanışıklıklarını sosyal medya üzerinden bir tanıma sürecine yaydıkça ulusaşırı evliliklerin de kendi düzenine kavuştuğunu görüyoruz. Çöpçatan olarak sosyal medyanın ulusaşırı evliliklerdeki rolü ve bu evliliklerle aile memleketine geri dönüşler henüz bir araştırmanın konusu olmadıysa da olgunun yeni yüzleri olarak tartışılmayı bekliyor.
Kaynaklar
- Baloğlu, Adnan Bülent. 2012. Stockholm Treni: Bir Neslin Göç Hikâyeleri. İsveç Diyanet Vakfı.
- Baloğlu, Adnan Bülent. 2013. Stockholm T-Santral: Hasret Çekenlerin Buluşma Noktası. İsveç Diyanet Vakfı.