'Virüs ve Terör'

Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı: Savaşın Dili

Stefan Weidner, 11 Eylül ile koronavirüs krizi arasındaki benzerliklere işaret ediyor: “Tedbiren toplu hâlde mahpusluk yaşıyoruz, bize potansiyel tehlike gibi davranılıyor. Bu kez 'İslamist' değil 'virolojik' bir tehlikeyiz.”

Fotoğraf: Shutterstock.com | Değişiklikler: Perspektif

11 Eylül ile koronavirüs krizinin bağlantıları hakkındaki yazımıza devam edelim.

Korona kriziyle 2001’de ABD’deki terör saldırılarını takip eden süreç arasında dikkat çekici bir benzerlik, kullanılan dilde, tercih edilen belagatta mevcut. İçinde bulunduğumuz durumun ehemmiyetini vurgulamak için savaş dili tercih ediliyor. Nasıl o zaman teröristleri yenmemiz gerektiyse, bugün de aynı şekilde virüse karşı galip gelinmesi gerekiyor. Çok sayıda başkentte, ABD haricinde de, “Savaştayız” denildi. New York Belediye Başkanı Bill de Blasio attığı bir tweette, içinde bulunduğumuz savaşın “silahlarını” solunum cihazlarının oluşturduğunu ifade etti. Solunum cihazlarıyla silahları eşitleyen denklem, ikisinin arasındaki can alıcı farkı göz ardı ediyor; solunum cihazları hayat kurtarırken silahlar hayatları sonlandırıyor.

Bu denklem sadece silahları masumlaştırmakla kalmıyor; aynı zamanda derin bir suskunluğu, büyük bir ifade yoksunluğunu kanıtlar nitelikte. Mevzubahis ifade yoksunluğunun altında yatan şey ise fikir yoksunluğu, seçenek eksikliği. Aynı fikir yoksunluğu teröre verilen çaresiz cevapların da altında yatıyordu: Anlaşılan o ki, akıllara asker ve polis eliyle üretilen çözümlerden başka bir şey gelmemişti. Bu da Afganistan ve Irak’ta büyük yıkımları, sonunda da yenilgileri beraberinde getiren savaşlara yol açmıştı.

Bugün de hükümetlerin koronavirüse karşı verilen savaştan bahsetmesi, onların savaş tedbirleri almalarına imkân tanıyor. Bunun benzerini 19 yıl önce “teröre karşı verilen savaş” esnasında kapsamlı gözetim ve denetim faaliyetleriyle ve de temel hakların kısıtlanmasıyla yaşamıştık. O günlerde alınan tedbirler az sayıda insanı etkiliyordu (örneğin bazı işkence tekniklerinin kullanımı yasallaştırıldığında); bugün ise herkesi etkiliyor. Savaşın dili kullanılmadan, evlerimizin “kendin pişir kendin ye” hapishane hücrelerine, cep telefonlarımızın ise elektronik kelepçelere dönüşmesini, öte yandan hapishanelerden çok sayıda mahkumun enfeksiyon riski sebebiyle tahliye edilmesini kabul etmemiz pek mümkün olmazdı herhalde. Tersine dünya!

Elbette ki tüm bunlar iyi bir amaca hizmet ediyor ve hayat kurtarmak için yapılıyor. Ancak bu tür kriz durumlarında her daim böyle olmuyor mu? Amerikan hükûmeti de “ağırlaştırılmış sorgulama yöntemlerini” sadece hayat kurtarmak ve yeni terör saldırılarını engellemek için kullandığını söylüyordu. Benzerlikler endişelendirici olsalar da, önemli farklılıkların altını çizmemek de doğru olmaz: Kuvvetle muhtemel uygulanan işkenceler ne hayat kurtardı ne de herhangi bir terör saldırısını engelledi. Kuvvetle muhtemel evlerde uygulanan karantina hayat kurtarıyor.

Virüs ve Terör: Elle Tutulamaz ve Her Yerde

Belki de savaş dilinin günümüzde gerçek bir savaşın habercisi olmaktan ziyade, mecazi olarak kullanıldığını ve içinde bulunulan durumun ivediliğini vurgulamakta yardımcı olduğunu söylemek mümkün. Ancak unutmamak lazım ki, “teröre karşı savaş” kavramı da baslangıçta yalnızca bir mecazdı. Mecazlar kendi dinamiklerini beraberinde getirir. Kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibidirler: Kelimelerden oluşan bir tasvir birden bire gerçekliğe dönüşür. Virüse karşı verilen savaş da böyle bir dinamiğin tehlikesini barındırıyor ve mecazın kendi kendini gerçekleştirme ihtimalini içeriyor.

Bu tehlikenin oluşmasındaki sebeplerden biri de, virüsün tıpkı 11 Eylül sonrası terörde olduğu gibi görünmez, elle tutulamaz ve her yerde olmasında saklı. O dönemde bu tehlikenin simgesi “uyuyan terörist” idi; dikkat çekmeden aramızda yaşayan ama her an beklenmedik bir şekilde saldırabilecek biri. Bu simge genellikle Müslümanlarla bağdaştırıldığı için “uyuyan terörist” kavramı Müslüman karşıtı ırkçılığı tetikledi. 2001 ile 2020 yılları arasında bu temeller üzerine küresel çapta faaliyet gösteren sağ kökenli beyaz bir terörizm inşa edildi. Bu gelişme Almanya’da korona krizinin başlamasından hemen önce Hanau katliamı ile üzücü bir şekilde doruk noktasına ulaştı. Öyle gözüküyor ki, terör de sadece Müslümanların sorunu değildi. Tıpkı sadece Çinlilerin sorunu olmayan virüs gibi bulaşıcıydı o da.

11 Eylül’ün Ardından Başka Bir Tehlikeyi Yayan “Biz”

Virüs ve terör benzer şekilde bulaşıcılar; fakat aralarında ilginç bir fark var: Terör tehlikesi uzun bir süre “öteki” olandan, “yabancı”dan kaynaklanan, hiçbir zaman “biz”den (kimse o artık), “ben”den kaynaklanmayan bir tehlike olarak algılandı; çünkü kendimizi tanıdığımızı düşünüyoruz, öyle bir suç işlemeyeceğimiz konusunda kendimize güveniyoruz. Ancak gerçek virüs hepimizi, yani “biz”i de irademiz, kontrolümüz ve bilgimiz dışında tehlikeyi taşıyana, yayana çevirebiliyor.

Şu anki durumda hepimiz olası “uyuyan teröristleriz”, virüs terörüne karşı sürdürülen savaşın hedef tahtasında olan tehdit unsurlarıyız. Psikanalizin mucidi Sigmund Freud’un “Ben” ile ilgili söylediği hepimiz için geçerli: Kendi evinin iktidarı onda değil. Narsistik ve megaloman karakterler bunu kabullenmekte özellikle zorlanıyorlar. Kendilerinin “uyuyan terörist” olabileceklerine, başkalarına virüs, hatta megalomanlık ve narsizm bulaştırabileceklerine inanmak istemiyorlar. Böyle insanlar liderlik üstlendiklerinde içlerinde bulundukları toplumlar için terörizm kadar büyük bir tehlike oluşturuyorlar. ABD’de Trump, İngiltere’de Johnson, Brezilya’da Bolsonaro gibi siyasetçiler bunu bize her hafta yeniden gösteriyorlar.

İşin doğası, sadece özgüvenli siyasetçilerin değil, halk arasında insanların da kendilerini suçsuz ve tehlikesiz görmeleri sebebiyle virüs taşıyıcı olarak zan altında bırakılmaya, böylelikle rencide edilmeye karşı kendilerini savunma ihtiyacı geliştirdiklerini gösteriyor. Bu da 11 Eylül sonrası süreçle dikkat çekici bir paralellik doğuruyor: Terör saldırılarından sonra Müslümanların fark gözetilmeden sempatizan, destekçi veya “uyuyan terörist” olmakla zan altında bırakılmasının doğurduğu duyguya benziyor. Bugün ise hepimiz fark gözetilmeksizin zan altında bırakılan Müslümanların durumundayız ve tehlikesiz olduğumuza, “normal” olduğumuza dikkat çekmek istiyoruz. Öte yandan bizden şüphe duyuluyor, tedbiren toplu hâlde mahpusluk yaşıyoruz, bize potansiyel tehlike gibi davranılıyor; “islamist” değil “virolojik” bir tehlikeyiz. Hepimiz için ilginç bir deneyim.

Virüs Gerçekten Yenilebilir Mi?

Dönüp geriye baktığımızda, terör çağı, virüsü yakında yenmiş olacağımız inancının ihmalkarlık olacağını öğretiyor. Şimdiden birden fazla dalgayla karşı karşıya kalabileceğimizi görmek mümkün. Zaman zaman farklı yerlerde orman yangınlarına benzercesine virüs ateşleriyle karşılaşabiliriz. Önümüzdeki yıl bir aşı bulunmuş olsa bile kendimizi fazla güvende hissetmemeliyiz. 2002’de Taliban yenilmiş gibi duruyordu. Geri geldiler, yeniden güçlendiler ve Amerikalıları barış görüşmeleri için masaya oturmaya zorladılar. Bin Ladin öldürüldü, Bin Ladin’in terör örgütü El-Kaide önemsiz hâle geldi. Yerine daha zalim, daha vahşi hareket eden IŞİD isimli terör örgütü ortaya çıktı. Sonunda da terör Batı’yla İslam arasındaki varsayılan kültürel sınırı aştı, tıpkı virüsün insanla hayvan arasındaki biyolojik sınırı aştığı gibi.

Sonradan Müslüman teröristler tarafından devralınan modern terörün kökleri elbette ki 19. yüzyıl Avrupa’sına dayanıyor. Terörün bu modern şeklinin mucitleri, meselelerini gündeme taşımak ve egemen düzenin kırılganlığını göstermek isteyen milli kurtuluşçu ve anarşist hareketlerdi. Bu hareketler ise sömürgeciliğe karşı direniş hareketleri için ilham kaynağı oldu; örneğin Fransızlara karşı mücadele eden Cezayirli kurtuluş hareketi FLN, Filistin’deki İngiliz Mandası döneminde Yahudi Hagana örgütü, sonrasında İsrail’e karşı Filistinlilerin mücadelesi ve benzerlerinde olduğu gibi. Akabinde virüs tekrardan ithal edildi, yani terör yeniden Batılı hareketlere bulaştı, daha doğrusu ilham verdi. Beyazların üstünlüğünü savunan White Supremacy hareketi gibi hareketler aynı 2020’de Hanau’da veya 2011’de Utoya’daki suikastçıların bulanık bildirgelerinde açıklamaya çalıştıkları gibi, “korumacı”, “savunmacı” bir terörle toplumlarını sözde yabancı unsurlara veya despot hükümetlere karşı korumak zorunda olduklarına inanıyorlar.

Virüsle Birlikte Geleceğe Bakmak

Güncel duruma uyarladığımızda ortaya çıkan tablo şu: Başka virüsler de gelecek ve koronavirüs de birkaç dalga hâlinde boy gösterecek. Belki de mutasyona uğrayacak ve aşılara yanıt vermeyecek ve de farklı noktalarda yerel düzeyde yeniden harlanacak, böylelikle kısa süre önce alınan tedbirler süreklilik kazanacak.

11 Eylül sonrasında nasıl sürekli terör tehlikesi gündemimize oturduysa, aralıksız olarak (anlamlı veya anlamsız olmasına bakılmaksızın) tedbirler alarak itinalı olduğumuzu gösterip, igili olduğumuzun, elimizden bir şeyler geldiğinin sinyallerini verdiysek, korona krizini müteakiben de toplumlarımızın viral kırılganlığı gündemimizde kalmaya devam edecek. Bazı siyasetçiler virüs fırsatından istifade ederek popülist gösterilerle eylemciliklerini kanıtlayacaklar (örneğin sınırları kapatarak, göçü durdurarak, çok sıkı sokağa çıkma yasakları uygulayarak). Bazı siyasetçiler ise geleceklerini korona tedbirlerine karşı özgürlük propagandası yapıp normale dönüş için çabalayarak inşa edecek, durumun anlatıldığı kadar vahim olmadığını söyleyecekler.

İki eğilimi de şimdiden gözlemlemek mümkün. Bazı durumlarda mevzubahis iki birbiriyle bağdaşmayan siyasal yanıt tek bir siyasetçide de birleşebilecek. Bunu şu aralar Trump’ta gözlemleyebiliyor gibiyiz. Trump, popülizmin bu iki farklı şeklini de kullanmaya çalışıyor; hem sağlık popülizmi hem açılım ve normalleşme popülizmini (“opening up America”) söylemlerine dahil ediyor. Buradaki ortak payda ise bir yandan Trump’ın kendisi, diğer yandan popülizm olgusu olarak görülebilir. Malum, popülizm, söylemlerinin çelişkisiz olup olmamasını kendine pek de dert etmez.

“Yeni Kavramlara İhtiyacımız Var”

Bu örnekler terörle virüs arasındaki paralellikleri daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bu paralelliklerin altında yatan sebep yalnızca terörle virüsün varlığında değil, aynı zamanda bizim iki meseleyi de ele alma şeklimizde gizli; yani istihbarat teşkilatları, güvenlik politikaları ve kolluk güçleri eliyle, askerî bir belagat, etkili gösteri unsurları ve popülizmle. Bu paralellikleri özellikle demokrasilerde de oluşturan şey, meseleyi akılcı analizlerle ele alıp, sebeplerini anlamaya çalışıp, o sebepleri ciddiye alıp onlardan ders çıkarmaktan ziyade, terörün engellenmesini ve virüsün kontrol altına alınmasını, savaşın, mücadelenin, husumetin belli bir biçimi üzerine inşa edip, böylece duygusal tepkiler ve siyasal atmosferler yaratarak seçmen oyları tedarik etmek. “Teröre karşı savaş”ın başarısızlıkla sonuçlandığını ve feci gelişmelere yol açtığını bugün biliyoruz. Terörden çıkarılabilecek derslere kulak vermemiz, alışılmadık mesajlar ve nahoş siyasal sonuçlarla bile karşılaşsaydık, herhalde daha yararlı olurdu.

Bu tür krizlerin içerdiği mesajları daha iyi anlayabilmek, onlara kulak verip daha akıllı tepkiler verebilmek için salt çatışma, savaş ve husumetten farklı fikirlere, kavramlara ihtiyacımız var. Peki nasıl kavramlar olmalı bunlar? New York Belediye Başkanıyla aynı açmaz içindeyiz: Dilimiz yetersiz kalıyor, seçeneklerimiz eksik. Mücadele, husumet ve savaşın çare olmadığını idrak ettiğimizde, verilecek doğru cevabın savaşın ve çatışmanın tam tersi olduğunu anlayabiliyoruz: İletişim, müzakere, uzlaşma, koordinasyon, dayanışma, empati.

11 Eylül’deki “Savaş” Mecazı Koronavirüs İçin Tutmuyor

Bunu göz önünde bulundurduğumuzda virüse karşı savaş kavramının ne kadar yalnış olduğu anlaşılıyor. Yalnızca vefat sayılarını azaltmayı amaçlayan bir savaş kahramanca verilen bir savaş değildir; merhametten ibarettir, dolayısıyla savaşın tersidir. Kahramanlık içermeyen savaş savaş değildir. Düşman başka bir insan olmadığında suçlanabilecek, nefret edilebilecek, öfkenin merkezine oturtulabilecek şey eksik kalır. Hâlbuki teröristler ve kimileri için de İslam bu bağlamda ne kadar işe yarıyordu. Virüse karşı savaş sadece kelimelerden ve belagattan ibaret, bu sebeple de çaresiz ve güçsüz, âdeta bir “gölge dövüşü” gibi. Halkın bu savaşta verdiği maddesel kayıplar insan kayıplarının sayısını azaltıyor. Öte yandan kurtarılanlar da adsız kalıp soyut bir istatistik verisine dönüşürken, gündelik hayata getirilen kısıtlamalar herkes için çok somut bir hâl alıyor. Bu sebeple mevzubahis meseleyle özdeşleşme çabaları soyut kalıyor ve pek de duygusal etki gösteremiyor. Savaş benzetmeleri ne kadar yoğun olursa olsun, mecaz tutmuyor, toplumda karşılıksız kalıyor.

Virüsü kontrol altına alabilmek için savaş mantığını terk etmemiz gerekiyor. Bir sorunla karşı karşıya kaldığımızda çatışma mantığını terk edip karşı tarafla diyalog kurmamız gerekiyor. Virüsle müzakerede bulunmak terörle müzakerede bulunmaktan bir yandan daha kolay, diğer yandan daha zor. Daha kolay, çünkü bizden nefret eden ve bize saldıran biriyle müzakere etmek kadar rencide etmiyor. Daha zor, çünkü virüs bizimle konuşamıyor, derdini anlatamıyor, bir iradeye dahi sahip değil.

Buna rağmen virüsün bize bir mesajı var. Bu mesaj terörden çıkartabileceğimiz dersten farklı değil. Mesaj şu: Küreselleşmeye hâkim olamayız. Küreselleşme çok sayıda kayba yol açıyor, insanlar arasında da, çevrede ve doğada da. Virüsün ve terörün bize iletmek istediği mesaj, küreselleşmeyi daha farklı, daha iyi, daha mülayim hâle getirmemiz yönünde. Daha nazik ve diyalog hâlinde; aksi takdirde hepimizi bir çırpıda yutacak.

(Stefan Weidner’in “Virüs ve Terör: Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı” başlıklı serisinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.)

Stefan Weidner

İslam bilimci, yazar ve tercüman olan Weidner’in en son yayınlanan eseri “Ground Zero. 9/11 und die Geburt der Gegenwart.”dır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler