Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı: Küreselleşme, Karşıtlık
Stefan Weidner, “Virüs ve Terör: Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı” başlıklı serisinin dördüncü yazısında, küreselleşme ve karşıtlık çerçevesinde verilen tepkileri ele aldı.
11 Eylül ile Koronavirüs krizi arasında belagattan, kelimelerden, savaş dilinden öteye giden, daha derin bağlantılar ve müştereklikler var. Virüsün tüm dünyaya yayılması da uluslararası terörizm de, her ikisi de, küreselleşmenin olumsuz birer sonucu. Hem küreselleşmenin ürünü hem de aynı zamanda karşıtı. Veya şöyle de ifade edebiliriz: Küreselleşme, yani toplumlarımızın sınırsız uluslararası sarmalanmışlığı bu gelişmeye karşı direnen güçler doğuruyor. Virüs ve terör, küreselleşmeyi kendisine karşı gelecek şekilde çevirip sorguluyorlar, küreselleşmenin risklerini ve tehlikelerini gözler önüne seriyorlar: Küreselleşmeyi güvenilir bir şekilde yönetmek, ona hakim olmak mümkün değil.
Korona krizini müteakiben, küreselleşmeyle ilgili yeni tartışmaların bizi beklediği aşikar. Elbette ki gönüllü tartışmalar olmayacak bunlar, bizi bekleyen küresel siyasal ve ekonomik krizler buna zorlayacak. Garip olan, bu tartışmaların aslında 11 Eylül öncesi dönemin tartışmalarının daha kızıştırılmış şartlardaki devamı niteliğinde olması. Bu bağlamda Demokrat Parti başkan adayı Al Gore’un 2000 yılındaki çevreci gündemini veya 1999 yılında Dünya Ticaret Örgütünün Seattle zirvesindeki küreselleşme karşıtı protestoları hatırlayabiliriz. 11 Eylül 2001 terör saldırılarıyla birlikte bu tartışmalar son bulmuştu. Esasen daha o zamandan ivedi olan iklim tartışmaları on beş yıldan fazla ertelendi ve bu esnada ekonomi, siyasetin teröre odaklanmasından istifade ederek küreselleşmeyi çevreye karşı kayıtsız kalarak geri dönüşü olmayacakmışçasına tamamladı.
Daha önce de ifade ettiğim gibi, günümüzün karşımıza çıkardığı zorlu görevleri ve sorunları çözebilecek kavramlardan ve fikirlerden yoksunuz. Bu yoksunluğun altında yatan neden önemli derecede alternatif tartışmaların 11 Eylül sonrası durdurulması ve “teröre karşı savaş”ın başlamasıyla ilintili. Başkan Bush’un o günlerdeki “bizim tarafımızda olmayan bize karşıdır” söylemi esnek cevaplara alan tanımıyor, ne terörizmle ilgili olarak ne de Koronavirüs veya ekonomik küreselleşme alanında. Koronavirüs öncesinde “biz” ve varsayılan “ötekiler” arasında bir fark vardı. Şimdilerde ise herkes virüse karşı mücadele veriyor, yani herkes “biz”den yana. Virüs insanlığı birleştirip insanlar arasında fark gözetmediği için çoğu insan tarafından olumlu bir haber olarak yorumlanan bu durumun kötü bir haber olma ihtimali de bulunuyor.
Kendini İnsanlıkla Kısıtlayan Bir “Biz” Kavramı
İnsanlığı mutlak “biz”, virüsü mutlak “öteki” olarak algıladığımız bir dünyada ikisinin arasında köprü olabilen üçüncü bir şeyin, ortak bir paydanın bulunmaması gerçekten iyi olur mu? Tüm insanlar “biz”i temsil ettiği takdirde bize karşı olan ve bizim de mantıken ona karşı olmamız gereken şey nedir? Korkarım ki, bu ancak gezegenin insan olmayan kısmı olabilir, yani doğa, çevre, biyolojik çeşitlilik. İnsanın onlarca yıldır sürdürdüğü vahşi çevre tahribatını göz önünde bulunduracak olursak bu yorum mantıklı gözüküyor.
Tabii şöyle de düşünebiliriz: Bu durumda doğanın intikam alması ve onun tarafında olmayanın ona karşı olduğu prensibiyle hareket etmesine şaşırmamak gerek. Böyle davransa haksız olacağını da söyleyemeyiz herhalde. Ancak insani özelliklere sahip olan bir aktörden bahsetmediğimiz için kendisiyle müzakereler başlatamayız, uzlaşamayız, barış antlaşması imzalayamayız. Dolayısıyla karşımızda iki seçenek bulunuyor: Ya gitgide ona uyum sağlayıp suyuna gideceğiz, ya da teknoloji ve bilim yardımıyla doğaya karşı sürdürdüğümüz savaşı kazanabileceğimize dair geliştirdiğimiz kibirli umudu inatla sürdüreceğiz.
Kendini insanlıkla kısıtlayan bir “Biz” kavramı, yani tamamıyla insan merkezli bir hümanizm başarısızlığa uğramaya mahkum. Bunu bugün idrak edebiliyoruz – aslında 11 Eylül öncesinde de etmiş olabilirdik, 11 Eylül olmasaydı belki de çok daha erken etmiş olacaktık. Şu anda aceleyle, hazırlıksız olarak ve dramatik şartlarda yapmak zorunda olduklarımızı doğaya daha ılımlı ve yapıcı yaklaşıp, adım adım ve gönüllü olarak gerçekleştirme fırsatına sahip olamadan terör ve onu takip eden yanlış siyaset doğanın bugün çok ciddi ölçüde maddi ve insani kayıplara yol açmasına, bizi “yenmesine” neden oldu. Yeni “düşmana” karşı başarılı bir savunma geliştirebilmek için mecburen taviz veriyoruz, örneğin uçağa binmiyoruz, daha az tüketiyoruz.
İlginç olan, 11 Eylül sonrası sürecin de pek farklı olmaması. Kullanılan tüm özgürlük söylemlerinin aksine, teröre karşı alınan tedbirler o güne dek muhayyel Batılı bir “Biz” kavramının temel taşlarını oluşturduğuna inanılan özgürlüklerin kısıtlanmasını içeriyordu. Siyasal ve toplumsal aktörlerin daha akıllı olanları Müslümanlara yanaştı, iletişim kurdu, onlarla konuşmaya, onlara ilgi duymaya başladı.
“Yabancı Düşmanlığını Önce Terörizm, Sonra Göç Körükledi”
Bu tür olumlu etkileri ve o etkilerin 11 Eylül’le olan bağlantılarını kabullenmekten pek hoşnut olmuyoruz. Öte yandan çok sayıda insan, Korona’nın yaşam alışkanlıklarımızı uzun vadede olumlu olarak değiştirebileceğini veya belirgin bir şekilde azalan karbondioksit emisyonu, insanların arasında yeni, şaşırtıcı dayanışma, farklı öncelikler ve benzeri olgularla farklı alanlarda olumlu etkiler doğurabileceğini kabul ediyor.
Bundan on veya yirmi yıl önce çevresel meselelere daha duyarlı bir siyaset sayesinde kendimizi daha az yayılmacı bir yaşam tarzına alıştırabilseydik (kulağa çok ütopik gelse de), şu anda uygulanan kısıtlamaları bu kadar zorlayıcı, bu kadar keskin olarak algılamazdık. Bu o kadar bariz bir şey ki, insan telaffuz etmeye cesaret edemiyor. Fakat telaffuz etmek önemli. Çünkü telaffuz ederek kriz sona erdikten sonra ne yapılması gerektiğini de söylemiş oluyoruz.
Bambaşka bir bağlamda da “post-11 Eylül” siyasetinin Koronavirüs’e verilen siyasi tepki üzerindeki doğrudan etkilerini görmek mümkün: 11 Eylül’e bakmadan sağ popülizmin Batı demokrasilerindeki yükselişini tam olarak anlayamayız. Popülistlerin yabancı düşmanı söylemini ateşleyen şey, önce terörizm sonra da artan göç oldu. Mülteci krizleri ise yine teröre karşı verilen savaşların Yakın ve Orta Doğu’yu istikrarsızlaştırmasının doğrudan bir sonucu. Ancak Korona göz önüne alınacak olursa, popülizmin, abartıya ve komplo teorilerine olan meylinin, bilimi küçümseyen tavrının, aşırı siyasi tepkilerinin ve telaşlı panik hallerinin halkların sağlığını ve hayatını tehdit eden unsurlar olduğunu görebiliyoruz.
Buna örnek gösterebileceğimiz siyasetçilerin isimlerine yabancı değiliz. Hepsinin ortak noktası, virüsü ciddiye almayıp masumlaştırmaları, etkili karşı tedbirleri ya hiç önermemiş ya da (yanlış tedbirleri) geç önermiş olmaları ve de bilimle olan ilişkilerinin sorunlu olması. Farklı ülkelerin Korona kriziyle başa çıkma yöntemleri ve bu ülkelerde hangi siyasetçilerin ölüm kalım kararlarını veriyor olmaları, 11 Eylül sonrası parçalanan siyasetin güçlü bir sonucu. Sadece bağlantıları görmeyi istemek gerekiyor.
Küreselleşmeye Karşı Tepki
Zamanında “İslami terör”, 1989 sonrası gelen yeni küreselleşme dalgasına özel bir tepkiydi. Daha derin bir tarihsel katmanda böylelikle sömürgeci dönemin küreselleşmesiyle ve sömürgecilik karşıtı bir tepkiyle bağlantılı olduğu söylenebilir. Sömürgecilik ise zamanında viral küreselleşmenin öncülüğünü yaptı, ondan yararlandı, bulaşıcılığı kendisi için kullandı. İki Amerika’nın Kızılderililerinin neredeyse tamamen kökünün kurutulmasında sömürgecilik zorbalığının, şiddetin istatistiksel olarak Amerikan halklarının o güne dek tanımadıkları ve karşısında hiçbir bağışıklığa sahip olmadıkları virüs ve bakterilerle karşılaşmaları kadar büyük bir rol oynamadığını görebiliyoruz.
Nasıl sömürgecilik döneminin şiddetine sömürgecilik karşıtı meşru kurtuluş söylemlerine de dayandırılan bir terörle cevap verildiyse, günümüzde de viral bir intikamla, bir Nemesis’le karşı karşıya olduğumuz, bu Nemesis’in de terör olarak algılandığı, terörle karşılaştırıldığı söylenebilir. Bu viral Nemesis karşısında Kuzey Yarımküre ülkeleri siyasal ve ekonomik bağışıklıklar oluşturmadıkları gibi, o ülkelerde yaşayan insanların da psikolojik bağışıklıkları yoktur. Onlar artık böyle şartlara, uzun süredir baskılar, sokağa çıkma yasakları ve özgürlüklerin kısıtlanmasına aşina olan Güney Yarımküre insanlarının; Çin’de, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da veya Gazze Şeridi’nde yaşayanların, sömürgecilik ve küreselleşme mağdurlarının aksine, alışık değiller.
Demek ki, virüs nasıl küreselleşmeye karşı biyolojik bir tepki ise, uluslararası terör de benzer şekilde küreselleşmeye verilen siyasal bir karşı tepki olarak değerlendirilebilir. Terör karşısındaki davranış tarihimizin bize öğrettiği şey, sormamız gereken doğru sorunun virüsü veya terörü nasıl tamamen imha edeceğimiz olmadığıdır; terör karşısında deneyimlediğimiz gibi, bunun bedeli çok ağır olur. Vereceğimiz cevap, saldırılabilecek açık askeri veya tıbbi hedeflerin eksikliği sebebiyle nihai olarak kazanılamayacak bir savaşın ilanı olamaz. Sormamız gereken soru ancak şu olabilir: Bulaşıcı özelliklerini yeteri kadar kanıtlamış olan virüs veya terörün yankılanma alanını, gelişme ve genişleme imkanlarını nasıl elinden alabiliriz?
“Kaybedecek Çok Şeyimiz Var”
11 Eylül’ü Korona kriziyle karşılaştırdığımızda çıkan diğer bir sonuç da, siyaset ve biyoloji, yani terör ve virüs arasında ayrım yapmanın çok da önemli olmadığı, hatta aldatıcı olabileceği. Böyle bir ayrım şu anda olanları anlamamızı engelleyip, birinden diğeri için dersler çıkarma imkanını elimizden alır.
Korona krizinin uzun vadeli çözümü için dönüp 11 Eylül’e bakarak çıkarılacak derslerden biri de karşı tarafın bize ne dediğine, ne söylemek istediğine kulak vermek; karşıtımız ister bir terörist ister bir virüs olsun ve de iletmek istediği mesaj ne kadar rahatsız edici olursa olsun, hatta ne kadar kabul edilemeyecek gibi gözükürse gözüksün.
11 Eylül sonrası sergilenen sözde üstün ve kibirli tavır tekrar edilmemeli. Bir krizden çıkardığımız ders eğer şimdiye kadar yaptıklarımızı aynen yapmaya devam etmekten ibaret ise, hatta artarak yapmaya devam etmek ise, o kriz adına layık değil demektir. Tehlikede olan şey toplumların öğrenme becerisinden azı değil, özellikle de liberal demokrasilerin. Eğer bu öğrenme becerisine sahip olmazlarsa otokratik zorbalık eğilimleri karşısında ayakta kalamazlar. Kaybedecek çok şeyimiz var.