'Virüs ve Terör'

Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı: Milliyetçilik

Stefan Weidner, “Virüs ve Terör: Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı” başlıklı serisinin üçüncü yazısında 11 Eylül’den sonra yeniden revaçta olan milliyetçilik ile ülkelerin virüs krizi yönetimlerini ele aldı.

Fotoğraf: Shutterstock / Fotomay

11 Eylül’ü ve mülteci krizlerini müteakiben yeniden revaçta olan milliyetçilik, kendini beğenmiş  bir “splendid isolation”, yani muhteşem yalnızlık ve tecrit hayaliyle, virüs krizini de artık ulusal bir mesele olarak algılama ve çözmeye çabalama eğiliminde küçümsenmeyecek bir sorumluluğa sahip. Sınırların kapatılmasının altında yatan sebeplerden hangilerinin sağlık açısından gerekli, hangilerinin ise ideolojik açıdan kasıtlı olduğunu anlamak birçok ülkede zor hale geldi. Virüs krizinden en ağır şekilde etkilenenlere yardım edip onları daha sonra diğerlerine yardım etmeye hazırlamak yerine, vaziyet şirazesinden kaydı ve anlamsız tıbbi, ekonomik ve siyasi bir sistem yarışına dönüştü. Avrupa Birliği, Hollandalıların ve Almanların protestan ticaret ahlakı sebebiyle parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya. Johns Hopkins Üniversitesi ve diğerleri tarafından verilen günlük Korona sayıları spor müsabakalarının puan cetvellerini hatırlatıyor ve sistem rekabeti fikrini ateşliyor. Tüm dünyanın birbiriyle sarmalanmışlığına baktığımızda anlamsız görünse de, hakim olan ruh hali, krizden en sağlam, en dirençli çıkanın galip gelmiş olacağını söylüyor.

Buradaki sorunlardan bir tanesi belki de tam olarak şu: Devletin kontrol faaliyetlerindeki artış her ne kadar teskin edici olsa da, kontrol edenin genelinde ulusdevlet olduğunu, sınırları vurguladığını ve de koordine çözümlerden ziyade münferit yaklaşımlar sunduğunu unutmayalım. Lakin bu tutum çözülmesi hedeflenen sorunu büyütüyor. Sağlık krizi başından beri sadece ulusal düzlemde çözülmeye çalışıldığı için çok sayıda ülkede bir sistem krizine, varoluşsal bir meseleye dönüştü.

 

Virüs Krizindeki Zaman Faktörü

Virüs krizinin sunduğu iş birliği imkanlarını anlamak için virüsün yayılmasındaki zaman faktörünü dikkate almak gerekiyor. Virüs her yerde eş zamanlı olarak bulunmuyor, daha ziyade dalgalar halinde dünyayı dolaşıyor. Bu da herkesin aynı anda aynı ölçüde etkilenmediği anlamına geliyor. Demek ki, daha az etkilenen ülkelerin sağlık sistemlerinin kapasitesi esasen daha çok etkilenen ülkere destek verip, dalga kendilerine ulaştığında bu sefer diğer ülkelerden yardım alarak ayakta kalabilecek durumda. Bu şekilde uluslararası bir tıbbi iş birliği hayata geçirilebilse, tüm sağlık sistemlerinin üzerindeki yük enfeksiyon dalgası doruk noktasına ulaştığında hafifletilebilir. Aynısı tıbbi korunma malzemeleri için de geçerli, hatta tıbbi personel, test kapasiteleri, solunum cihazları ve benzerleri için; hiçbirisine hiçbir yerde aynı anda eşit derecede ihtiyaç duyulmuyor.

Elbette ki devletler arasında daha yoğun bir iş birliği, daha büyük bir dayanışma olması halinde de virüsün denetimsiz bir şekilde frenlenmeden yayılmasını engellemek gerekir. Muhtemelen yine hareket özgürlüğüne kısıtlamalar getirmek kaçınılmaz  olacaktır, tabii ki sınır ötesi hareketlere de. Ancak örneğin Polonya, Almanya ve Fransa’da kısıtlamaların büyük ölçüde birbiriyle aynı olması durumunda, bu ülkelerin sınırlarının neden aşılmaması gerektiğini anlamak pek mümkün değil.

Buna karşın sınırları kale duvarlarına çevirdiğimiz takdirde, ister istemez Polonyalıların veya Fransızların veya herhangi başka birilerinin tehlike arzettiğini, bulaşıcı olduklarını, onlarla temastan kaçınmamız gerektiğini ima etmiş oluyoruz. Burada da, orada da, sınırların kapatılması bir hülyayı besliyor, kültürel veya ulusal olarak klinik bir arılık kavramı geliştiriyor, kendi kendimize yetebileceğimiz ve bağımsız olabileceğimiz fikrini ileri sürüyor. Ancak tüm bu kavramlar varlığını yitireli çok oldu; en geç virüsle beraber, hatta öncesinde uluslararası terörizm ve ekonomik küreselleşmeyle birlikte, tüm bu kavramların kurmaca oldukları görüldü, deşifre oldular, maskeleri düştü.

 

“Bu Tedbirleri Ulusal Tedbirler Olarak Göstermeye Gerek Yok”

Peki o halde virüsün yayılması ne şekilde kontrol altına alınmalı? Bu sorunun basit bir cevabı var: Esasen şu anda yapılanlara epey benzer bir şekilde; fakat farklı hedeflerle ilişkilendirilerek, başka türlü etiketlenerek, farklı bir iletişimle anlatılarak, açıklanarak. Dediğim gibi, hareketliliği, seyahat faaliyetlerini azaltmak gerçekten de anlamlı. Ancak bunu yaparken  trafik, özellikle de hava trafiği kısıtlanabilir veya durdurulabilir. Bunun için bu tedbirleri ulusal tedbirler olarak göstermeye, onların belirleyici işareti veya ölçütü ulusal sınırlarmış gibi davranmaya gerek yok. Bu tedbirlere, virüs ve terör karşısında hayali kalmaya mahkum olan veya ipe sapa gelmez aşırılıkta masraflar doğuracak olan bir anlam, bir önem atfetmek sadece daha fazla zarara yol açar.

Kendini dünyadan soyutlayıp tek başına hareket etme fikri yalnızca ahlaken sakıncalı, ekonomi ve sağlık açısından tehlikeli ve de çok pahalı olmakla kalmıyor, aynı zamanda hala virüsü dinlemediğimizi, ondan ders çıkarmaya hazır olmadığımızı, ona ayak uydurmadığımızı gösteriyor. Daha az hareket ettiğimiz takdirde yayılma hızını azaltacağımızı biliyoruz, ancak aynı zamanda virüsün sınırları çok umursamadığını, sınırlarda durmadığını da biliyoruz. Bunu amaçlayan bir tecrit, hiç bir mültecinin aşamayacağı bir sınır inşa etmekten bile masraflı olur.

Çoğu ülkenin yaptığı gibi, insanların sınırları geçmesini tümüyle engellemek denetim siyasetinin yaptığı bir makyajdır; sadece etkili bir faaliyette bulunuyormuş görüntüsü verir, ideolojik, etnik, kimliksel ve milliyetçi ön yargılara hizmet eder. Daha kötüsü, böyle bir siyaset mevzubahis ön yargılara adeta teslim oluyor, onların tuzağına düşüyor, ön yargıları yüceltiyor, onlara –virüsün bulaşıcılığı ve görünmezliğiyle karşılaştıracak olursak- sahip olmadıkları bir etki, bir güç veriyor. Böyle bir düşünce şekli en önemli aktör olan devletin hareket alanını daraltıp seçeneklerini salt ulusdevlet meselelerine indirgiyor; tüm devletler için varoluşsal önem taşıyan uluslararası etkileşim ve sarmalanmalarını yok sayıyor, ve de artık hiçbir ülkede sınırlar aşılmadan sağlanamayan tedarik zinciri güvenliğini ve ekonomiyi tehlikeye atıyor.

 

Turizm: Ülkeler Sınırlarını Kapatarak Kendi Ekonomik Temellerini Baltalıyor

Turizm bu durum için basit bir örnek teşkil ediyor. Milliyetçi bir zihniyetle hareket eden çok sayıda ülke –turizme bel bağlamış olmaları halinde- sınırlarını kapatarak kendi ekonomik temellerini baltalıyor. Esnek bir yaklaşım bu bağlamda çok daha yararlı olabilir. Örneğin virüsün kontrol altına alınmış olduğu ülkelerden veya bölgelerden gelen turistlerin yine az sayıda vaka görülen seçilmiş kırsal bölgelere –mesela bazı sahil şeritlerine veya adalara- seyahat etmelerine izin verilebilir. Aynı zamanda büyük şehirler ve insan yoğunluğuna sahip başka merkezler karşılıklı enfeksiyon tehlikesinin fazla yüksek olması sebebiyle turistlere kapalı olmaya devam edebilir.

Ulusal çözüm arayışlarındaki ironiyi ve aptallığı, Korona şüphesi duyulan yolcu gemilerinin limanlara yanaşmasına izin verilmediğinde görebiliriz. Halbuki çoğu durumda karada karantina imkanlarının bulunduğundan yola çıkabiliriz. Bu yolcu gemilerini denizde bırakmak imünolojik popülizmden fazlası değil, medeniyetin tüm değerlerine ihanet ediyor – özellikle de sokağa çıkma yasakları gibi rağbet görmeyen tedbirleri savunmak için faydalanılan değerlere, örneğin insan hayatının kurtarılmasına da ihanet ediyor.

11 Eylül Siyaseti İle Yolcu Gemilerin Bağlantısı

Yolcu gemileri meselesinin bu şekilde ele alınmasındaki sapık ironi ve 11 Eylül siyasetiyle olan ürkütücü bağlantı, dünya nüfusunun en zengin kısmının (ki onlardan başkasının böyle bir gemi seyahatine maddi gücü yetmez herhalde) cüzzamlı gibi dışlanmasıdır. Korunmaya ve yardıma muhtaç insanlara böyle davranılmasını şimdiye dek sadece en yoksullarda, mültecileri kurtarmaya çalışan gemilerin yanaşacak liman bulamadıkları için bitmek bilmeyen yolculuklarında görüyorduk.

Lüks yolcu gemileriyle mülteci tekneleri arasındaki fark büyük olsa da, iki tarafta da yardıma muhtaç insanlara karşı sergilenen davranış aynı saçma mantığı barındırıyor: Birinde virüsün, diğerinde ise yoksulluğun, sefaletin, zulmün, savaşın bulaşıcılığının ilkel ve topluma zararlı bir siyasal tedbirle, sınırları kapatarak engellenebileceğine inanılıyor. Dünyanın en yoksullarını dışarıda tutup, onlarla her türlü irtibatı, kesişme noktasını engellemeyi amaçlayan tedbir, şimdilerde sanki gerçekte kendisi virüsmüşçesine dünyanın en zenginlerine bulaşıyor, aynı öncesinde mülteciler gibi onları da hayati tehlikeye sokuyor, damgalıyor, onları dışlıyor. Lüks gemi seyahatlerine yetecek kadar parası olup muhtemelen güvenlikli sitelerde yaşayanlar, normalde dünyayı olabildiğince dışarıda bırakırken şimdi dünya tarafından dışarıda bırakılıyorlar.

“Bu Zihniyet Her Daim Terse Dönme Riskini Barındırıyor

Ancak onların düştüğü bu hale sevinmek için bir sebep yok, çünkü her iki durumda da zihniyet aynı; ve bu zihniyet kötü. Bu zihniyet sadece ölümcül olmakla kalmıyor, aynı zamanda her daim rüzgarın terse dönme riskini, yani bu zihniyeti kendi emelleri için kullanıp manipüle eden, onu kullanarak kendileri içerideyken ve de yoksulluk, terör, zorbalık, savaş, virüs onlara dokunmazken, ötekileri dışlayabileceklerine, kenara itebileceklerine inananların aleyhine gelişme tehlikesini barındırıyor.

Böyle bir zihniyet ve siyasetin herkese karşı, zenginlerin bile aleyhine yönelebileceği gözle görülür bir şekilde farkedilebildiğine göre, bu düşünce tarzını imünolojik siyasetin temel prensibi haline getirmek ve tam da bu düşünce tarzının bizi koruyabileceğine inanmak daha da ahmakça gözüküyor. Dediğimiz gibi, temas ve hareketliliği kısa süreliğine kısıtlamak doğru ve anlamlı. Ancak yolcu gemilerinin veya mülteci teknelerinin limanlara yanaşmasına izin vermenin, asgari sınır trafiğini mümkün kılmanın, mültecileri ülkeye kabul ederek veya farklı ülkelere pay ederek  tıklım tıklım olan kampları boşaltmanın (çoktan içinde bulunduğumuz) felaketi artırmayacağı da aşikar. Böyle bir davranış uluslararası dayanışmanın güçlü bir işareti olurdu; ki böyle bir dayanışmaya mülteci krizinde de ihtiyacımız var. Ulusal düzlemde dillerden düşmeyerek savunulan evrensel değerler de böylelikle güçlendirilmiş olur. Fakat onları sadece ulusal bağlamda kabul ettiğimizde, evrensel değerlerin doğaları itibariyle herkes için geçerli olması gerektiği gerçeğiyle çelişkiye düşüyoruz.

Sonuç itibariyle virüse karşı verilen mücadelede insanları bölen, ayrıştıran bir siyasetten daha aptalcası düşünülemez Teröre karşı mücadele esnasında başarısızlığını zaten kanıtladı. Sadece başarısızlığını kanıtlamakla da kalmadı. Aynı zamanda yeni terör de doğurdu. Bunu IŞİD ve yine küresel ölçekte hareket eden sağ kökenli terörizm örneklerinde görebiliriz. Güncel Korona siyasetinin benzer bir şey doğurmakta olduğunu söyleyebiliriz: Çok eskiden beri toplumlarımızın derinliklerinde varlığını sürdüren bir virüs; tecrit virüsü. 20. yüzyılın savaşları bize bu virüsün Korona’dan çok daha tehlikeli olduğunu öğretti. Önümüzdeki yıllarda, belki onyıllar boyunca herşeyden önce bu virüse karşı mücadele vermemiz gerekecek. Bunu başaramazsak, Korona aramıza katıldığından beri, hatta belki de 11 Eylül 2001’den beri içinde yaşadığımız tersine dünya kalıcı bir hal alacak.

(Stefan Weidner’in “Virüs ve Terör: Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı” başlıklı serisinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.)

 

Stefan Weidner

İslam bilimci, yazar ve tercüman olan Weidner’in en son yayınlanan eseri “Ground Zero. 9/11 und die Geburt der Gegenwart.”dır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler