'Terörizm ve Korona Krizi'

Korona Krizinin 11 Eylül ile Bağlantısı: Meşruiyet Meselesi

Terörizm ve korona krizi, ortaya çıkış şekillerine baktığımızda birtakım benzerlikler barındırıyor. Meşruiyeti yetersiz olan siyasi iktidar, bunlardan biri.

Fotoğraf: Shutterstock.com

Terörizm, korona kriziyle oluşabilmeleri için gerekli olan bir koşulu daha paylaşıyor, en azından bu kadar sert ve etkili bir biçimde oluşabilmeleri için gerekli olan. Kastettiğim şey siyasi bir çıkmaz, meşruiyeti yetersiz olan siyasi iktidar. Kulağa çok soyut geliyor, fakat çok basit bir şekilde açıklanabilir: Çin makamları doktorların virüsle ilgili verdikleri ilk haberleri sansürlememiş olsalardı, koronavirüs büyük olasılıkla hızlıca durdurulabilirdi. Sansür, meşruiyeti yetersiz olan otokratik iktidarların hem simgesi hem de sevilen bir yöntemidir. Aslında şöyle diyebiliriz: Sonrasında Çinlilerin virüse karşı etkili bir mücadele vermelerine izin veren şey, yani toplumun otoriter denetimi (ne gariptir ki, Çinliler bunun için çokça övüldüler), diğer taraftan doktorların erken dönem raporlarını sansürleyerek, virüsün yayılmasını da mümkün kılan şey oldu.

İslamist terörün ortaya çıkması da Müslüman dünyanın despot ve meşruiyeti yetersiz rejimleriyle çok açık bir şekilde ilintili. Batı hedef haline gelmeden çok önce bu rejimler İslami terörün başlangıçtaki hedef tahtasındaydı. Bu durum, hem seküler hem İslami rejimler için eşit derecede geçerliydi, özellikle de (Bin Ladin ve IŞİD’in ana rakiplerinden biri olan) Suudi Arabistan için. Terörün uluslararasılaşmasına da, virüsün uluslararası yayılımına benzer olarak meşruiyeti ve onayı yetersiz hükümranlıklar ışığında bakmak gerekiyor: Muhalif hareketlerin ülkedeki gidişata odaklanabilmelerini engellemek için İslamist ideoloji (en başta Birleşik Emirlikler ve Basra Körfezi monarşileri gibi) ateş hattındaki devletlerin desteğiyle ihraç edildi ve şiddet kullanmaya hazır temsilcileri yeraltına, yurtdışına veya Afganistan ve Irak gibi savaş bölgelerine itilip, oradan -Bin Ladin örneğinde olduğu gibi- yeni hedefler aramaya başladılar. Aşırılığın ve terörün ihracatı, yani kökleri yurtiçinde olan terörün yurtdışına itilmesi bu tür rejimlerin bekası, eleştirilere karşı savunulabilirliği ve de itibarsızlıklarının ve yetersiz meşruiyetlerinin kamufle edilebilmesi için hayati önem taşıyordu.

Bu açıdan baktığımızda, Çin’in verdiği tepki değerlendirilirken ender idrak edilen bir şey net olarak beliriyor: Virüsün ihracatı ve artık tüm dünyada yarattığı sorunlar, Çin’in otoriter tepkisine sonradan -krizin ihracatı olmadan sahip olamayacağı- bir meşruiyet kazandırıyor. Virüsün etki alanı Çin’le kısıtlı kalsaydı korona krizi Çin’e ait bir skandal olarak yorumlanacaktı, yani açık ve demokratik toplumların kendilerini muaf zannettikleri nahoş bir gelişme olarak algılanacaktı. Ancak artık herkes Çin benzeri tedbirler uygulamak zorunda kaldığı için, Çin’in yaptıkları örnek niteliğinde algılanıyor. Virüsün bu süreçte artık dünyadaki tüm siyasal sistemlerin sınavı haline gelmesiyle Çin başarılı bir şekilde kendi hatalarını unutturdu.

Benzer şekilde, terörü başlangıçta kendi himayelerinde geliştiren ve ihraç eden despot rejimler, krallıklar ve emirlikler aynı teröre karşı sert ve kararlı bir mücadele sürdürdükleri için övüldüler ve övülüyorlar; mücadele araçları başarılı göründüğü takdirde demokrasiler tarafından devralındılar. Terörün bu despot devletlerde despotluğa cevaben ortaya çıkmış olduğu gerçeği, terör uluslararası bir boyut kazanıp açık toplumları da kendisine karşı mücadeleye mecbur bıraktığı anda unutuluyor. Bir kere ihraç edilmeye görsünler, terör de virüs de varlıklarını borçlu oldukları araçları günahlarından arındırıp, rejimlere onlar olmadan sahip olamayacakları bir meşruiyet kazandırıyorlar.

Devletlerle Olan İlişkilerde Sosyal Mesafe

Korona krizinin terör çağından alacağı derslerden bir tanesi de sosyal mesafe ilkesini meşruiyeti yetersiz rejimlerle sürdürülen ilişkilere de aktarma gerekliliği, lakin onlara fazla yaklaştığımızda kendi meşruiyet eksikliklerini adeta virüsü andıran bir şekilde ihraç ediyorlar. Bu devletlerle olan ilişkilerde sosyal mesafe, tıpkı gerçek sosyal mesafede olduğu gibi her türlü sohbeti, ticareti, insani iletişimi sonlandırmak anlamına gelmiyor. Fakat bağımlılıkların azaltılması, karşılıklı yapısal sarmalanmaların üstesinden gelinebilir düzeyde tutulması ve de karantina işlevi gören siyasal ve ekonomik emniyet sistemlerinin geliştirilmesi anlamını taşıyor, yani irtibatlara koruyucu tamponlar dahil etmek, tıbbi malzeme, gıda ve enerji üretiminde kendi kendine yetebilmek demek. Demek ki gerçek tehlikeyi, insanların değil malların ve para akışının hareketliliği ile haddinden fazla serbest olan ticaret anlaşmaları oluşturuyor.

Böyle bir yola başvurmaya karar verilse, sorunun altında yatan sebebi yalnızca liberal olmayan devletlerin ve toplumların yetersiz meşruiyetinde görmenin kolaya kaçmaktan ve de kendini beğenmiş liberal bir dünya görüşü paradigmasından öteye geçmediği fazla uzun sürmeden anlaşılmış olur. Bundan ziyade, siyasal sistemlerin meşruiyetinin ve gayri meşruluğunun sembiotik, daha doğrusu asalaksal bir ilişki içinde olduğunu, ikisinin de birbirine ihtiyaç duyduğunu ve de virüsün ve terörün bu ortaklıktan istifade ettiğini idrak etmemiz gerekiyor; virüsle terör bu durumu idrak etmemizde bize yardımcı oluyor.

Liberal toplumların insanlar tarafından kabul görmesini ve böylece meşruiyetinin temel taşlarından bir tanesini oluşturan şey refahtır. Çok sayıda toplumun bugünkü refah seviyesini mümkün kılan ise küreselleşme olmuştur – bununla birlikte de tabii ki başka ülkelerde ödenen düşük ücretler. Bu ülkeler ise mukayese kabul edebilecek bir refah vaadi sunamamaktalar, böylelikle bunun üzerinden meşruiyet tedarik edememekteler, en azından toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan katmanlar göz önünde bulundurulduğunda. Basitleştirip biraz da polemik yaratarak şöyle de ifade edebiliriz: Batı’nın liberal toplumları meşruiyetlerini başka yerlerin otoriter sistemlerine borçlular.

Halk arasındaki meşruiyet veya kabul görme, demokratik olmayan veya daha az demokratik olan toplumlarda ise farklı bir yoldan tedarik ediliyor: Bir söz vererek. Bu söz, gerekli güvenliği ve düzeni sağlamayı, böylelikle varolabilmek için gerekli temel şartları yerine getirmeyi içeriyor; bundan fazlasını da içermiyor. Ancak bu temel vaat, açık toplumların tüm insanlara olabildiğince geniş bir gelişim ve ifade alanı yaratmaya yönelik benimsedikleri daha geniş kapsamlı, daha büyük vaatleriyle gerilim yaratan bir çelişki içerisinde. İkisini birleştirebilmek için, yani istikrarlı bir düzenle azami özgürlüğü aynı anda sağlayabilmek için, halkın büyük çoğunluğuna düzene ve güvenlik önlemlerine rağmen dilediği gibi yaşayabileceği hissini verecek kadar yüksek bir refah seviyesine ihtiyaç var. Bunun için gerekli olan kapsamlı harcamalar ve tüketim sebebiyle az sayıda toplum veya ülkede mümkün olduğunu söyleyebiliriz.

Özgürlüğün ve de kendini geliştirebilmek ve ifade edebilmek için gerekli olan artı değerin tedarik edilebilmesi için, refah toplumlarının şüphesiz bunu yapamayan başkalarına ihtiyacı var. Tam da bu noktayı virüs ve terörün, farklı, liberal ve liberal olmayan toplum biçimleri arasında geçişkenlik sağlayabilmeleri için istifade ettikleri mafsal, arayüz, sorunlu karşılıklı bağımlılık ilişkisi olarak değerlendirebiliriz. Terörü ve virüsü de aralarına dahil edebileceğimiz herhangi bir güvensizlik belirtisi, her türlü kontrol kaybı emaresi, düzeni, güvenliği ve asgari varoluş şartlarını sağlamaktan öteye geçmeyen rejimlerin ve sistemlerin meşruiyetini baltalıyor.

Liberal Toplumlar ve Korona Krizi

Liberal toplumların refahı, bu sistemlerin istikrarına, yani böylelikle de baskılarına ve denetim mekanizmalarına ihtiyaç duyduğuna göre, zengin toplumların refah seviyesinin  otokrasi ve sansürle –yani virüs ve terörün küresel yayılımının çıkış noktalarıyla- suç ortaklığını andıran bir ilişki içinde olduğunu söyleyebiliriz. Cevabını henüz bilmediğimiz soru ise şu: Açık toplumlar refah seviyeleriyle satın aldıkları meşruiyetlerini tavsiye olunan ekonomik ayrıştırma şartları altında da, yani küresel bir “ekonomik mesafe” uygulandığı takdirde de koruyabilecekler mi?

Çoğu insan için 11 Eylül’de yaşadığımız son çağ değişimine kıyasla tespit edilebilecek en belirgin ve hissedilebilir benzerlik, devletin aniden her yerde, hayatın her alanında karşımıza çıkıyor olması. Kısa bir zaman öncesine kadar geri çekilme ve savunma yolunda olan ve de devlet eliyle yapılan düzenlemelerden kurtulmanın dünyanın tüm dertlerine deva olduğunu iddia eden ideolojilerin baskısı altında kalan devlet, içinde bulunduğumuz kriz sayesinde tekrar belirleyici bir aktör ve orkestra şefi haline geliyor.

Korona krizinin beraberinde getirdiği yenilik, devletin kendi halkıyla muhafız bir vesayet iliskisi kurması, yani liberal devlet anlayışına göre karşıtı haline gelmesi oldu; daha önemli menfaatleri savunmak için halkı disipline etmek, belli bir ölçüde haklarından mahrum bırakmak, muhtemelen gönüllü olarak kabul etmeyecekleri davranış biçimlerini dayatmak zorunda. 11 Eylül’den sonra, devletle halk arsında bu denli bir karşıtlığın hemen hemen oluşmadığını söyleyebiliriz. O dönemde uygulanan bazı temel hak kısıtlamaları çoğu insan tarafından farkedilmedi ve de bugün yaşadıklarımızın aksine çok az insan tarafından temel varoluşsal bir mesele olarak algılandı, çok sayıda insan tarafından memnuniyetle dahi karşılandı.

Dünyanın çoğu yerinde sağlık sistemine (şimdilik) tüm diğer önemli toplumsal alanlara kıyasla belirgin bir öncelik tanındığını görüyoruz. Bu öncelik, virüsün beraberinde getirdiği manzara karşısında kararlı ve tutarlı olduğu kadar, siyasetin uzun yıllardır ekonomiye ve kemerleri sıkmaya odaklanmış olmasını göz önünde bulundurduğumuzda şaşırtıcı gözüküyor. Ölüm tehlikesinin devleti sahneye davet etmiş olması şaşırtıcı değil. Esasen sadece ilk bakışta şaşırtıcı değil. Lakin devletin halkı için oluşabilecek hayati tehlikeyi her halükarda önlediğini söyleyemeyiz; ki böyle bir şey zaten mümkün olamazdı. Mümkün olabileceği durumlarda dahi çoğu devlet –şayet harekete geçerse- çekingen davranıyor. Bunu örneğin iklim ve çevre meselelerinde görebiliyoruz.

11 Eylül’ün Işığında Korona Krizi

Anlaşılacağı üzere ölüm kalım meselesinden daha önemli olan, devletin belli bir kontrol şekli oluşturup oluşturamaması, böylece meşruiyetini koruyup koruyamaması. 11 Eylül’ü mercek altına aldığımızda şunu açık bir şekilde görebiliyoruz: Terör saldırıları ABD’nin kurumlarında, yani Amerikan devletinde herkesin görebildiği esaslı bir kontrol kaybı doğurdu. Saldırıların tün dünyada naklen yayınlanması sebebiyle bu kontrol kaybı neredeyse müstehcen bir şekilde ve tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildi. Doğurduğu sonuç popülizmin yükselişiydi, “Amerika’yı yeniden büyük yapma” arzusuydu. Günümüzde ise -gerek ABD’de, gerek başka yerlerde- toplumsal olarak bölünmüş bir hakikat kavramında ifade buluyor.

11 Eylül’ün ışığında korona krizi devletin egemenliği ve kontrol yetisi açısından sınav niteliği taşıyor. Devlet virüsü kontrol altına alamadığında ve alamadığı için ve de virüs ve doğurduğu sonuçlar gündemi ve medya algısını belirledikleri için, farklı, belki sadece sembolik bir şekilde kontrol yetisini sergilemek zorunda kalıyor, örneğin olağanüstü hal ilanlarının yardımıyla. Bu açıdan değerlendirildiğinde şöyle bir tehlikenin boy gösterme ihtimali var: Bazı tedbirler, virüse karşı mücadelede çok tesirli oldukları için değil, kontrol yetisi ve müdahale gücü izlenimi uyandırarak meşruiyetin ve de devlete ve toplumsal düzene duyulan güvenin yıkılmasını engelledikleri için alınıyor olabilirler. Ancak bu yüzden, devlete duyulan güven daha da sarsılabilir. 

Stefan Weidner

İslam bilimci, yazar ve tercüman olan Weidner’in en son yayınlanan eseri “Ground Zero. 9/11 und die Geburt der Gegenwart.”dır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler