Gurbet Türkülerinden Rap’e: Müziğin Evrimi
1970’lerden itibaren göçmenler ve göçmen kökenliler, sokağın ve göçün gerçekliğini farklı müzik türleri aracılığıyla yoğun bir biçimde ifade etmeye başladılar. Gökhan Duman, Göçün Bilinmeyen Hikâyeleri Serisi’nin yedinci yazısında misafir işçiliğin ardından gelen kimlik inşasını dinledi.
“…çocuklar bu topluma girmeye bir bakıma zorlanmışlardı. Normal bir Alman okuluna gitmek, yoksul proleter evlerinden çıkıp zengin ve özgür görünen bir dünyanın insanı olmak, onlar için küçümsenmeyecek bir şanstı. Her sabah kalktıklarında soğuk bir evdeydiler. Boyunlarında o evin anahtarı asılı olarak okula geliyorlardı. Bu proleter durumu, Kreuzberg’teki Alman çocuklar için de söz konusuydu. Fakat yine bir fark vardı arada. Türk çocukları, bir de Alman-Türk diye sınıflara ayrılıyorlardı…”
Füruzan, 1977 yılında yayınlanan “Yeni Konuklar” isimli kitabında, Kreuzberg’teki sınıfsal ayrımın çocuklara kadar indiğini, bunun göçmen çocuklar üzerinde ise daha fazla hissedildiğini anlatıyordu. Nitekim kitabın yayınlanmasından birkaç yıl sonra Almanya’da ırkçı çeteler çağı başladı ve bu ayrım çok daha derinleşti. Kreuzberg’in göçmen kökenli çocukları önce kendi kurdukları çetelerle ardından da rap müzik aracılığıyla bu çağın karşı cephesinde yer aldılar. Peki ne olmuştu da 1961 yılında Türkiye ve Almanya arasında imzalanan işgücü anlaşmasıyla başlayan göç süreci, üzerinden 20 yıl geçtikten sonra yeni nesil gençlerin müziği kullanarak bir kimlik inşasına giriştikleri sıra dışı bir sürece evrilmişti?
Ortak Hafıza: Gurbet Müziği
İlk nesil işçilerin Almanya’ya gitmesinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, Akşam Gazetesi onların peşinden Duisburg’a gitmiş ve Türk işçilerin kaldığı işçi yurtlarının (Alm. Heim) bulunduğu semtlerde Alman komşularla röportaj yapmıştı. İçlerinden bir tanesi Türk işçiler için, “Ne zaman canları bir şeye sıkılsa hemen şarkı söylüyorlar” demişti. Şarkılar, türküler, bozlaklar, uzun havalar… Göçün başladığı ilk yıllardan itibaren işçi bavullarının içerisinde Almanya’ya taşınan kültürel zenginliklerden biri de müzikti. O dönem iletişim imkanlarının kısıtlı olması nedeniyle gurbette yaşayan işçiler, şarkılar ve türküler aracılığıyla memlekete olan özlemlerini gidermeye çalışıyor, Anadolu’dan süzülüp gelen gurbet ezgileri sılaya olan hasreti bir nebze olsun dindiriyordu.
1970’lerden itibaren başta Almanya olmak üzere Türk işçilerin yaşadığı Avrupa şehirlerinde bir müzik furyası başladı. Hemen her yerde üzerinde “Minareci”, “Uzelli”, “Türkola” yazan plak ve kasetler dinleniyor, her geçen gün içerisinde gurbet teması işlenen yeni şarkı ve türküler piyasaya çıkıyordu. Kimler kimler yoktu ki? Ruhi Su, Cem Karaca, Neşet Ertaş, Abdullah Papur, Yüksel Özkasap, Ferdi Tayfur, Metin Türköz, Nurcan Opel ve daha niceleri gurbete yakılan şarkıları, türküleri seslendiriyordu.
“Köln Bülbülü”
6 çocuklu Malatyalı bir ailenin kızı olan Yüksel Özkasap, 1966 yılında fabrika işçisi olarak Köln’e gitmişti. Almanya’daki üçüncü ayında dönemin meşhur sanatçılarından Ali Ekber Çiçek konser için Köln’e gelmişti. Birçok işçi gibi Yüksel Özkasap da konserdeki yerini aldı. Konser bittiğinde sanatçıyı ziyaret etmek ve imza almak için kulise kabul edilenler arasında o da vardı. Arkadaşlarının ısrarıyla orada bir türkü okudu. Ali Ekber Çiçek, Yüksel Özkasap’ın sesini ve yorumunu çok beğenmişti. Onu hemen Köln’de export dükkanı olan Yılmaz Asöcal’la tanıştırdı. Böylece Yüksel Özkasap müzik dünyasına ilk adımını atmış oldu.
Türkiye’den Almanya’ya göçün üzerinden geçen 60 yıl, çok fazla insanın hayatında iz bıraktı. Göçün Bilinmeyen Hikâyelerinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
TIKLAİlk 45’liği olan “Gülom” birkaç ay içinde 150 bin adet satınca Yüksel Özkasap’ın ismi hem Almanya’da hem Türkiye’de konuşulmaya başlandı. Ardı ardına 45’likler çıkarıyor, konserleri dolup taşıyordu. Şarkı ve türkülerinde çoğunlukla memlekete ve aileye olan özlemi dile getiren Yüksel Özkasap’ın posterleri yurtlarda kalan işçilerin duvarlarını süslüyor, plakları ve bantları yok satıyordu. O artık “Köln Bülbülü”ydü. Bir süre sonra müziğe adım atmasını sağlayan Yılmaz Asöcal ile evlendi. Ardından Türkola müzik şirketini kurdular. 1978 yılına gelindiğinde Yüksel Özkasap, 500’den fazla eser seslendirmiş ve satışları 3 milyona ulaşmıştı. Almanya, İtalya, Macaristan gibi birçok ülkede eserleri çalınıyordu. Altın Plak, Almanya’da onur ödülü, sanat nişanı, Cannes’da Long Play ödülü aldı. Werner Müller Orkestrası’yla seslendirdiği “Zindan Oldu Sensiz”deki gibi birçok performansı hafızalara kazındı.
Bozkırın Tezenesi
Gurbet türküleri denilince akla gelen ilk isimlerden biri de hiç şüphesiz Neşet Ertaş’tı. 1970’li yılların sonunda, sahne aldığı bir gün parmaklarında uyuşma hissedince tedavi olmak istemiş, ancak Türkiye’de şifa bulamayınca soluğu Almanya’daki kardeşinin yanında almıştı. Orada gördüğü tedavi sonuç verince, bir süreliğine uzak kaldığı sazına geri dönebilmişti. Ancak oturum izni olmadığı için Türkiye’ye geri dönmesi gerekiyordu. İşçi ya da turist olarak değil müzisyen olarak vizeye başvurursa işlemlerinin kolayca halledileceğini öğrenmişti. Gerçekten de öyle oldu, müzisyen vizesiyle Almanya’da yaşamaya başladı. Neşet Ertaş’ın 27 yıl sürecek gurbet hayatı Almanya’nın Köln şehrine 17 km uzaklıktaki Bergheim kasabasında başlamış oldu. O dönem türkü ve türkücülere yönelik TRT’nin uyguladığı ambargodan Neşet Ertaş da nasibini almıştı. Ona ait türküler ya anonim olarak anons ediliyor ya da “rahmetli türkücünün eseri” diye seslendiriliyordu. Olup biten karşısında kimseye küsüp darılmayan Neşet Ertaş’ın tek ilacı çalıp söylemekti. O da öyle yaptı. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’da yaşayan Türkler arasında ismi artık efsaneleşmişti. Avrupa’nın birçok şehrinde konserler veriyor, küçük bir düğün daveti olsa bile kimseyi kırmadan gidip türkülerini havalandırıyordu. Gurbet ona yeni yeni türküler de yazdıracaktı…
Türkiye’ye gelirken kendi kullandığı araçla kaza yaparak 3 ay boyunca Yugoslavya’da hapis yatacak, içeride kalem bulamadığı için sigara kağıdının arkasına, kibrit çöpünün barutlu kısmını ıslatarak yazdığı türkü ise yıllarca dillerden düşmeyecekti.
Şu garip halimden bilen şiveli nazlım
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Ben ağlarsam ağlayıp gülersem gülen
Bütün dertlerimi anlayıp gönlümü bilen
Sanki kalbimi bilerek yüzüme gülen
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor
Hiçbir tabip yarama merhem olmuyor
Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
“Es Kamen Menschen An”
Almanya’daki Türk müzik sektörüne damga vuran isimlerden biri de Cem Karaca’ydı. 1979’da bir konser için Almanya’ya giden sanatçı, bir yandan Alman müzisyenlerle ortak çalışmalar yaparken bir yandan da Almanya’da çalışan işçilerin orada yaşadıkları sıkıntıları gözlemliyor, onların hayatına girmeye çalışıyordu. Türklerin yaşadığı mahalleleri, çalıştığı iş yerlerini ziyaret edip onlarla sohbet ediyordu. Şahit olduğu gerçekliğe seyirci kalamadı ve işçiler için şarkılar söylemeye başladı. Kısa zamanda Almanya’da Türklere yönelik olumsuz bakış açısını ve yapılan haksızlıkları dile getiren, “Willkommen” ve “Es kamen Menschen an” isimli Almanca şarkılarla hayranlarının karşısına çıktı. Cem Karaca’nın şarkıları Almanya’daki müzik sektöründe yeni bir alanın açılmasına da katkı sağlayacaktı. Göçmenlere yönelik yapılan haksızlıkların popüler kültür içerisinde eleştirel bir dille ifade edilmesi özellikle gençler arasında büyük karşılık bulacak, Kreuzberg gibi göçmen yoğun mahallelerde yaşayan müzik severlere ilham kaynağı olacaktı.
Rap’in İcadı
Göçün ilk yıllarında gurbeti ve sılaya olan hasreti anlatan şarkı ve türküler, yeni nesillerin yetişmesiyle birlikte toplumsal eşitsizlikleri, göçmenlere yönelik uygulanan ayrımcı ve ırkçı tavırları eleştiren bir müzik diline evriliyordu. Islamic Force (sonradan KanAk), White Nigga Posse, Karakan, Cartel, Mic Force, Massaka gibi rap grupları, Münih’in export dükkanlarında başlayan Türk müzik sektörünü, Almanya’nın getto diye anılan sokaklarına taşıyan “sivri dilli” temsilcileri olacaktı. Gurbet müziğinin, zaman içerisinde yurt odalarından ve fabrikalardan çıkarak Almanya’da büyük bir sektöre dönüşeceğini ve kimlik inşasının bir parçası olarak kullanılacağını kimse tahmin edemezdi.
80’li yıllarda Amerika’da popüler olan hiphop kültürünün Avrupa’da ilk karşılık bulduğu şehirlerden birinin Batı Berlin olması ise pek şaşırtıcı değildi. Toplum dışına itilen siyahi gençlerin Amerika’da protesto etme, eleştirme ve kimlik oluşturma dürtüsüyle özgün olarak geliştirdiği hiphop kültürü, Batı Berlin’de rap müzik, grafiti ve breakdance ile yayıldı. Tahmin edileceği üzere göçmen kökenli gençler arasında çok hızlı karşılık buldu. Ayrımcılık, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının iyiden iyiye kendi hissettirdiği, sokak çetelerinin birbiriyle mücadele ettiği yıllarda gençler için özellikle rap müzik güçlü bir alternatif alan yarattı.
Cartel
Cartel, 1995 yılında Almanya’daki Türk hiphop ve rap gruplarından Karakan ve Cinai Şebeke ile solo Erci E’nin birleşmesiyle kuruldu. Grupta Türklerle birlikte bir Alman, bir de Kübalı bulunuyordu. Grubun üyeleri Erci E, Alper Aga, Kabus Kerim, Emali, Babalu, Olcay ve İnceefe’ydi. Cartel kurulmadan önce gruptaki herkesin kendi bireysel albüm çalışmaları olmuş ancak istedikleri kadar ses getirememişlerdi. Şarkılarını Türkçe, Almanca, İngilizce ve İspanyolca söylüyorlardı. Hepsinin birleştiği nokta, köken ayırmaksızın ırkçılığa karşı olmalarıydı. Grubun üyeleri özellikle o dönem göçmenlerin maruz kaldığı ırkçı saldırılara karşı daha güçlü bir ses çıkarmak için birleştiklerini söylüyordu.
“İşimizi kavgayla değil, müzikle halledeceğiz, müzik daha fazla kişiye ulaşıyor, daha çok üyemiz, daha çok gücümüz oluyor.”
Cartel çıkardığı ilk albümle kısa zamanda büyük ilgi topladı. İlk önce Almanya ve Avrupa’da dikkat çektiler. Kasetlerinin Türkiye’de basılacağından henüz haberleri yoktu. MTV’de röportajları ve klipleri yayınlandı. Time’da haber oldular. Albüm Almanya’da 29 bin, Türkiye’de 543 bin sattı. Sonradan milyonlu rakamlara ulaştı. “Altın Kaset” ve “Çifte Platin” ödüllerini aldılar. Cartel, Türkiye’de stat konseri veren ilk rap grubuydu. İnönü Stadyumunda Michael Jackson konserinden sonra en çok bilet satılan konser oldu. Haftalarca müzik listelerinde üst sıralarda yer aldılar. Cartel logolu tişörtler kasetten çok satıyordu. Rap’in sevilmesine ve rap gruplarının kurulmasına vesile oldular. Dünün işçi çocukları dünya çapında bir başarıya ulaşmıştı.
Dönüşüm
İşçi çocuklarının müzik aracılığıyla anlatmaya çalıştığı şey, notaların ve sözlerin ötesinde anlamlar barındırıyordu. Sirkeci’de tahta bavullarla başlayan göçün dinamiklerinin değişip dönüştüğünü, “gurbetçiliğin” bittiğini ilan ediyorlardı. Ancak ne Almanya’da ne de Türkiye’de yeterince anlaşılabildiler. Popüler kültür, onların ne anlatmaya çalıştığıyla değil ne kadar “magazin” olabilecekleriyle ilgilendi. Oysa şarkılarında anlattıkları şey, sokağın ve göçmenliğin gerçekliğiydi. Tıpkı yıllar sonra Kabus Kerim’in söyleyecek olduğu gibi: “Cartel bugün hala bir efsane olarak anılıyorsa bizim tek sırrımız şu olabilir: Hepimiz gerçektik.”
Bir hırsız doğarken hırsız değildir
Bir zenci kendi kendine rengini seçmedi
İnsan yanlışsa yanlış haklıysa haklı
İnsanların farkı malı mülkü yoksa ‘Hepsi Aynı’
Hemşerim memleket nere
Yanlışsın bütün dünya memleketimdir
Hemşerim memleket nere
Anlatamadım galiba dünya benim semtimdir
Nerde doğduğun önemsiz
Bütün dünya dünyamdır
Nerden geldiğin önemsiz
Bütün dünya dünyamdır*
*Islamic Force-Bütün Dünya