Melikşah Utku: “Katılım Bankacılığı Kârın Paylaşılmasına Yönelik Bir Sistem”
Melikşah Utku, İslami bankacılık yahut diğer bir ifadeyle katılım bankacılığı alanında uzun yıllardır yer alıyor. Bu alanda yönetici olarak uzun yıllar çalışan Utku, çeyrek asırlık bir deneyime sahip. Utku, katılım bankacılığına dair engin bilgisini, Perspektif okurlarıyla paylaşıyor.
Geleneksel bankacılık ile İslami bankacılık/katılım bankacılığı arasındaki farklar nelerdir? Bize biraz bahsedebilir misiniz?
İslami bankacılık veya Türkiye’deki ismiyle katılım bankacılığının, aslında dünyada 20. yüzyılın ortalarından itibaren yavaş yavaş denenmeye başlanan, Türkiye’de 1984 yılında çıkarılan kanun hükmünde kararname, daha sonra 1999’da bankacılık kanunu altına alınan mevzuat ile ve 2000’lerin başında yeni bankacılık kanunu ile ismi özel finans kurumundan katılım bankacılığına dönüştürülen bir hikâyesi var. Tabii başlardaki hâliyle şimdiki hâli arasında çok ciddi farklılıklar var. Öncelikle bir deneme yanılma yöntemiyle ilerledi bu sistem. Yapılan her işlem, her mekanizma bu alanda uzmanlığı olan fıkıh hocaları tarafından değerlendirilse de işin pratiği açısından zaman içerisinde belli bazı ürünler, belli bazı işlemler ön plana çıkıyor. Ve onlarla alakalı yenilikler de oluyor hâliyle, hem mevzuat değişiyor hem dünya değişiyor.
Bildiğimiz gibi dünya çeşitli krizlerden geçiyor ve her defasında bütün dünyada hem geleneksel bankaları hem katılım bankalarını yani İslami bankaları kapsayan yeni mevzuatlar ortaya çıkıyor. Bu çerçevede yeni ürünler, yeni süreçler bu yeni mevzuata uyum gibi konularda sürekli değişen bir atmosferde çalışıyoruz. Türkiye özelinde konuştuğumuzda geleneksel bankalar ile katılım bankaları arasında, önemli farklılıklar var. Ben yurt dışında finans alanıyla ilgilenen fonlara, bankalara bu farkı anlattığım zaman, katılım bankalarının daha ziyade fon yönettiklerini söylüyorum. Yani normal bankalar ne yapıyorlar: Halkın tasarruflarını alıp, belli bir nema ile, belli bir getiri vaadiyle borçlanıyorlar, onlar artık bankanın kendi yükümlülüğü oluyor, kendi parası oluyor borç aldıkları için. Onu kredi olarak kullandırıyorlar ve oradan elde ettikleri geliri mevduat sahibine ödedikleri parayı düşerek bankanın kârı olarak yazıyorlar.
Katılım Bankacılığı Karın Paylaşımını Öngörüyor
Katılım bankaları ise tasarruf sahiplerinin fonlarını havuzlara koyup aslında fonu yönetiyorlar. Halktan topladıkları paraları mesela altındır, dövizdir, borsadır vesaire alanlarda değerlendirip ondan oluşan kârı dağıtıyorlar. Biz de aslında fon yönetiyoruz. Bu katılım havuzlarında toplanan tasarrufları fon yönetimlerinden farklı olarak borsaya, dövize veya diğer yatırım araçlarına yatırmak yerine ihtiyacı olan şirketlere, bireylere kredi şeklinde kullandırarak, ki bu krediler de normal bankacılık kredilerinden farklı şekillerde kullandırılıyor, oradan elde edilen geliri katılım hesabı sahipleriyle paylaşıyoruz. Başlangıçta belirlenen oranla… Söz gelimi 100 bin avronuz var. 100 bin avronuzu katılım hesabına veriyorsunuz, daha doğrusu emanet ediyorsunuz. Bu borç değil. Katılım bankası bunu kredi olarak kullandırıyor. Diyelim ki 10 bin avro gelir elde edildi. Bu 10 bin avroyu başlangıçta 80’e 20 şeklinde anlaşmışsanız %80’i yani 8 bin avrosu katılım havuzlarına dağıtıyor, 20 bin de katılım bankasına kalmış oluyor. Bu mekanizma aslında temeli itibarıyla normal bildiğimiz bankacılık değil, tamamen fon yönetimi, kârın paylaşılmasına yönelik bir şey.
Tabii ki verdiğiniz kredilerin hepsi zamanında geri ödenmiyor, bazen hiç ödenmiyor. Bunlar da zarar olarak yazılıyor. Az önce verdiğim örneğe göre mesela 10 bin gelmesi gerekirken 9 bin avro geliyor, o bin avro aslında zarar oluyor; fakat toplamda bir kâr oluştuğu için havuzlara daha düşük kâr yazılmış oluyor ve zararlar da aslında bu çerçevede paylaşılmış oluyor. En temel fark bu. Fakat dediğim gibi kredi tarafında da normal banka size parayı verir, sizin kendi hesabınıza o parayı yatırır, siz bunu istediğiniz şekilde kullanabilirsiniz.
Katılım bankası üç temel yöntemle kredi veriyor. Bunlardan en yaygın olarak kullanılan sistem, murabaha dediğimiz sistemdir. Burada sizin gerçek bir ticari işleminiz var, yani bir mal alacaksınız, katılım bankası bunu sizin yerinize alıp, size vadeli bir şekilde satıyor. Siz de belli taksitlerle geri ödüyorsunuz. Bu birçok alanda kullanıldığı için en yaygın kullanılan kredi yöntemi oluyor.
Diğer bir yöntem ise finansal kiralama. Bu yöntemde malı yine katılım bankası alıyor ve size kiralıyor. Siz belli bir dönem, mesela dört yıl boyunca kira ödüyorsunuz, vade sonunda siz malı belli bir meblağ ile satın alıyorsunuz.
Üçüncü yöntem ise kâr zarar ortaklığı. Örneğin bir projeniz var: Bir inşaat yapacaksınız ya da bir mal ithal edip satacaksınız… Banka burada sizin ortağınız oluyor yani sermayenize ortak oluyor. Burada oluşan kâr ve zararı da yine katılım bankası ile iş sahibi paylaşıyor.
Bu üç temel yöntem diğer bankların verdiği kredi yöntemine göre ciddi anlamda farklılık arz ediyor. Bütün bankalarda olduğu gibi katılım bankalarında da bütün paralar tabii kredi olarak kullandırılmıyor, elinizde belli bir miktarda likit para tutmanız lazım. Kasalarda para olması lazım. Bunları da değerlendirmek zorundasınız. Bunları da uygun enstrümanlara yatırıyor olmanız lazım.
Katılım bankaları faiz ödeyen tahvil almıyor. Bunun yerine sukuk gibi, kira sertifikası gibi caiz olan yatırım araçlarına yönlendiriyor. Ayrıca mevzuat itibarıyla faizli herhangi bir işlem yapmıyorlar. Tabii ki içinde bulunduğunuz koşullar itibarıyla ülke mevzuatı gereği Merkez Bankaları ile belli bazı faizli işlemler yapmak durumunda kalabiliyorsunuz emrivaki olarak. Veya geç ödemeler söz konusu olduğu zaman burada da bir gecikme cezası oluyor. Bunlar ayrı bir hesapta toplanıyor. Bunlar caiz olmayan gelirler olarak toplanıyor ve havuzlara dağıtılmıyor. Bunlar bankaya da kalmıyor, tamamen sosyal sorumluluk projelerine giden paralar oluyor. Yani sisteme uygun olmayan gelirler de ayrı bir şekilde toplanıp diğer gelirlerden farklı bir şekilde tamamen hayır işlerine yönlendirilecek şekilde kullanılıyor. Bu şekilde bir temel farklılık söz konusu.
Bu sistem içinde faizsiz finansman tam olarak nasıl bir rol oynuyor, nasıl işliyor?
İki boyutu var. Bir tanesi mikro düzeyde. İnsanlar, borcunu ödemek için veya harcamak için para alamıyorlar katılım bankalarından. Yani biz müşterinin cebine o anlamda para koymuyoruz. Bunun yerine ne yapıyoruz? Mesela işletmesinin satın aldığı ürünlerin finansmanını yapıyoruz, başka bir şirket satın alacaksa onun finansmanını yapıyoruz, yani ortada gerçek bir alım satım işleminin olması lazım. Mikro düzeydeki en temel farklılık bu. Bu ne demektir? Normal ticari bankalardan farklı olarak spekülatif amaçlı veya nereye kullanıldığı belli olmayan kredilerin verilmesi yerine doğrudan adrese teslim ve reel sektöre fayda sağlayacak, gerçekten ihtiyacı karşılayan finansman sağlamış oluyoruz. Bu anlamda katılım bankaları makro düzeyde, kuruluşlarından bu yana hep reel sektöre odaklanmışlar, gerçekten ekonomik ihtiyacı olan finansmanı sağlamakla uğraşmışlardır. Bu çerçevede katılım bankaları örneğin kobi kredilerinde, reel sektör kredilerinde, diğer bankalardan çok daha büyük bir paya sahiptir.
Örneğin bir banka mevduat toplayıp bununla çok rahatlıkla hiç kredi vermeden devlet tahvili alabilir, 90’lı yıllarda bunu Türkiye’de çok gördük, veya repo yapabilir. Katılım bankaları bu işlere girmiyor. Toplanan paraların hemen hepsi yeniden reel sektöre dönüyor. Bu anlamda ekonominin dönmesini sağlayan bir aracılık faaliyeti yapıyorlar. Yani hem mikro düzeyde daha sağlıklı, kişilerin ve şirketlerin ihtiyacına binaen işlemlerin finansmanı sağlanmış oluyor; hem de makro düzeyde ekonominin gerçek anlamda dönmesi, reel sektörde çarkların dönmesi için uygun bir finansman modeli oluşuyor.
Sizin deneyimlerinize göre insanların İslami bankacılığa olan ilgisi nasıl?
Aslında birkaç boyutu var bunun. Türkiye’de ve Müslüman çoğunluğun olduğu, faiz hassasiyeti olan ülkelerde bugüne kadar tasarruflar, yani insanların biriktirdiği paraların önemli bir kısmı ekonominin dışında, ekonomiye katkı sağlamayan yastık altı dediğimiz altın, döviz gayrimenkul gibi kıymetlere yönlendiriliyordu. İnsanlar faiz hassasiyetinden dolayı bunları bankalara yatırmak istemiyorlardı. Katılım bankaları öncelikle bu birikimleri ekonomiye yeniden kazandırmış oluyor, bir devridaimin sağlanmasına imkân oluşturuyor. Bu önemli bir katkı. İkincisi bunun sadece Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu yerlerde değil; aslında Batı’da da bir karşılığının olduğunu gördük. Biz 2008 küresel finans krizi sonrasında katılım bankacılığını Rusya’dan Çek Cumhuriyeti’ne, İngiltere’den Almanya’ya kadar birçok yerde anlattık. Biliyorsunuz kriz orada büyük ölçüde bankaların spekülatif yatırımlara yönelmesi sebebiyle çıkmıştı. Oradaki otoriteler, adına İslami bankacılık demek yerine farklı isimler kullansalar da, bu modelleri geliştirmeye yönelik çalışmalar başlatmışlardı o dönemde. Bugün özellikle İngiltere’de, hatta Rusya’da, bu alanda mevzuatların çıktığını ve uygulamaların olduğunu biliyoruz. Bu anlamda dediğim gibi sadece İslam coğrafyasında değil; aynı zamanda bütün dünyada alternatif bir finans mekanizması olarak uygulanabilirliğini göstermiş oldu.
Bu durumda katılım bankacılığı başta yalnızca Müslüman müşteriyi hedeflese de zaman içinde bir evrim geçirdiğini söyleyebilir miyiz?
Türkiye’deki uygulamaya baktığınız zaman tabii ki öncelikli olarak faiz hassasiyeti olan kitlelere yönelik kendimizi tanıtmış olduk. Özellikle tasarruf sahipleri, yani bankaya parasını getirip fonlara devreden kitleler, başlarda büyük ölçüde bankaya gitmeyecek olan, yastık altındaki paralardı. Yani hassasiyeti olan kişilerdi. Bununla birlikte kredi anlamında baktığımız zaman orada hiçbir zaman belli bir kitle oluşmadı. Neden, çünkü adamın faiz hassasiyeti olmasa bile, bu sisteme inanmıyorsa bile neticede, finansmana bakıyor. Finansman kendisi için uygun şartlarda ise yani katılım bankasından murabaha ile bir mal alacaksa, bir araç alacaksa vesaire, o zaman bankaya gitmek yerine uygun şartlarda biz de sağlıyorduk.
Özellikle 90’lı yıllarda birçok şirket, bankalardan kredi bulamadığı için, ki o zamanlar bankalar Türkiye’de büyük ölçüde devlet tahvili ve repo ile uğraşıyorlardı, kredi pek fazla vermiyorlardı, o dönemde bizim kredi tarafında her tür inanıştan insanla çalıştığımız oldu. Tabii biliyorsunuz 2008’den sonra Türkiye’de faizler aşağıya çekildi. Hep bir eleştiri vardır, faizlerle katılım bankalarının verdiği kâr payları birbirine yakın oluyor diye, işte onun öyle olmadığını gördük.
Özellikle piyasa faizlerinin çok hızlı değiştiği dönemde katılım bankaları ile faizli bankalar arasındaki fark çok net bir şekilde ortaya çıkıyor. Çünkü ticari bankalar geleceği fiyatlıyorlar. Yani siz paranızı getiriyorsunuz, o size diyor ki “Biz size bir ay sonra ya da bir sene sonra şu kadar faiz vereceğiz”. Oysa katılım bankası paranızı alıyor, işletiyor ve o işlettiğinin getirisini veriyor. Faizler bir anda arttığı zaman ya da düştüğü zaman bankalar mevduat faizlerini hızlıca değiştiriyorlar; ama katılım bankaları hâlâ geçmişte kullandırdıkları kredilerin gelirlerini paylaştıkları için altta ya da üstte kalabiliyor.
Mesela 2009’da faizler Türkiye’de aşağıya geldiği zaman katılım bankalarının katılım hesaplarına verdikleri getiriler çok daha yüksekte kaldı. Niye, çünkü geçmişte verdiğimiz kredilerin kârlarını paylaşıyoruz hâlâ. O sebeple mevduat tarafında yani tasarruf sahibi tarafında da aslında bankalarla çalışan birçok şirket ve birey katılım bankalarına geldi. O dönemde çok hızlı bir şekilde katılım bankaları büyüdü. Tam tersine 2018’de faizlerin yükseldiği dönemde de geride kaldı katılım bankaları ve o kadar hızlı büyüyemedi. Artık eskisi gibi sadece faiz hassasiyeti olanlar değil, toplumun her kesimiyle çalışır hâle geldi katılım bankaları. Şube ağının genişlemesi ile ilgisi var tabii, 90’lı yıllarda katılım bankalarının toplam 300 tane şubesi vardı, şimdi asgari her birinin 300’er şubesi var. Bu bakımdan çok daha geniş bir coğrafyaya hitap eder oldular, bunun da müşteri kitlesinin büyümesinde etkisi var.
Biraz değindiniz ama katılım bankalarının dünyadaki durumu ile ilgili daha detaylı bilgi verebilir misiniz? Mevcut durum nasıl?
Dünya olarak baktığınız zaman, neredeyse 2010’ların başına kadar ürün çeşitliliği ve ülkenin finansman altyapısı açısından oldukça erken bir dönemdi. Her ülkenin kendi uygulaması farklıydı. Yani Malezya’daki İslami bankacılık, Arap ülkelerindeki İslami bankacılık ve Türkiye’deki İslami bankacılık, uygulamalar açısından, verilen fetvalar açısından, ürünlerin çeşitliliği açısından oldukça farklılıklar arz ediyordu. Mevzuat da oldukça farklıydı bu anlamda.
2000’lerden itibaren ve özellikle 2010’dan itibaren bu anlamda çok ciddi bir yakınsama oluştuğunu görüyoruz. Yani mevzuatlar çok ciddi anlamda birbiri ile benzeşmeye başladı. Bu çerçevede söz gelimi artık Türkiye’deki uygulamaların Arap ülkelerindeki uygulamalardan çok fazla bir farkı kalmadı. Ortak bir noktaya gelindi. Aynı şeri kurallar geçerli olmaya başladı, aynı denetleme mekanizmaları geçerli olmaya başladı ve ülkelerin mevzuatları da benzeşmeye başladı. Bu anlamda önemli bir gelişme oldu.
Dünyadaki bankacılık mevzuatının belli ortak standartları var. Basel kuralları söz konusu örneğin. Bu çerçevede de bütün dünyada İslami bankacılık geliştiği için artık onlar da İslami bankacılığın özel, kendilerine has ihtiyaçlarını dikkate almaya başladılar. Örneğin Basel III ile birlikte likidite yönetimiyle alakalı çok ciddi belli bazı şartlar getirildi. Bunlar İslami bankalara uymuyordu. Mesela belli oranda devlet tahvili almazsanız likidite rasyolarınızı tutturamıyordunuz. Biz devlet tahvili almıyorduk o vakte kadar. Devletler de örneğin sukuk gibi bizim alabileceğimiz enstrümanlar çıkarmıyorlardı pek. Ama uluslararası ortak çalışma ile Basel, İslami bankaların kendi özel şartlarını dikkate alarak, kendi mevzuatının içerisine bize has, özel mevzuat maddeleri yerleştirdi. Keza ülkeler de, özellikle kamu yönetimleri, hükümetler, devletler de bu bankaların kullanabileceği likidite enstrümanlar çıkarmaya başladılar.
Merkez Bankaları uygun yeni enstrümanlar çıkardı. Devletler sadece tahvil değil; aynı zamanda kira sertifikası ve sukuk ihraçlarına başladılar. Uluslararası piyasalar bu anlamda ciddi olarak gelişti. İngiltere gibi ülkeler, uluslararası piyasalardan sukuk yoluyla para toplamaya başladı bu dönemde. O anlamda gerçek bir uluslararası standartlaşma ve genişleme söz konusu oldu. Tabii hâlâ eksiklikler var, bu anlamda çalışmalar sürüyor; ama her ülke kendi özelinde yapmaktan ziyade artık birlikte yapılmaya başlandı bu değişiklikler. Bu çok önemli bir gelişme. Ülkelerde katılım bankacılığının ve katılım ekosisteminin gelişmesi anlamında çok ciddi çalışmalar başlamış oldu. Ekosistem büyüyor. Bunlar hep önemli gelişmeler. Hâlâ yeterli düzeyde mi, tabii ki değil. Arzumuz çok daha hızlı gelişmesiydi; ama ben hep şunu derim, finans sistemi çok hızlı büyüdüğü zaman maalesef çok ciddi sıkıntılar olabiliyor. O yüzden temkinli büyümekte fayda var. Çünkü risk yönetiyorsunuz, hızlı büyüdüğünüz zaman o riskleri yönetmek de çok kolay olmuyor.
Bu sistemin sürdürülebilirliği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Burada birkaç tane önemli husus var. Tüm dünyada sürdürülebilirlikle alakalı çok ciddi gelişmeler var. Sürdürülebilirlikten kastımız şirketlerin faaliyetlerinin çevreye, topluma katkı sağlaması, bu katkının pozitif olması… Örneğin belli bazı sektörleri finanse ederek kobilerin gelişmesine engel olabiliyorsunuz. Fakat sürdürülebilirlik yalnızca sadece çevre için değil; aynı zamanda toplumun gelişmesi için de önemlidir. Aslında bunlar katılım bankacılığının temel prensipleri. Bu konuda çok ciddi çalışmalar var. Örneğin yeşil sukuklar konusunda, topluma katkı sağlayacak finansman konusunda… Mesela mültecilerin kuracağı işlerin finansmanı gibi… Biliyorsunuz, onları çok daha riskli gördüğü için bankalar biraz uzak durmaya çalışıyorlar. Veya mikro finansman mekanizmaları, kadın girişimciler, genç girişimciler gibi alanlarda katılım bankaları önemli mesafeler kaydetmeye başladılar. Eskiden bu konular prensip olarak olmasına rağmen çok fazla dikkat edilmiyordu; ama şimdi bu konuda çok ciddi bir bilinç gelişmeye başladı.
İkincisi tabii katılım bankacılığı ya da İslami finansman prensiplerine uyum. Bu da çok önemli. Burada standartların oluşması yetmiyor. Yani siz bir kural koyabilirsiniz, şu şekilde yapın diye bir fetva alabilirsiniz; ama ona herhangi bir denenden ötürü uymazsanız, örneğin piyasa rekabetinden dolayı ya da daha fazla müşteri kazanmak için vesaire ve sadece kâr hedefli olursanız, o prensiplerden pratikte kaçma imkânı bulursunuz. Fakat zaman içerisinde halkta bu konuda çok ciddi bir tepki oluşmaya başlayabiliyor. Bunu hem bazı ülkelerde hem Türkiye özelinde görmüş olduk. Bu çerçevede kamuoyu tepkisinin, akademi camiasının eleştirileri ve yönlendirmelerinin, mevzuat yapıcının yönlendirmeleri ve bankaların kendi iş sistemlerinin çok önemli görevler ve sorumlulukları bulunuyor.
Kısa vadeli kâr ister istemez insanların aklını çelebiliyor. Bazı konularda daha rahat düşünmelerine sebep olabiliyor. O anlamda bu prensiplere sadakat ve uyum, en temel unsurlardan biri olması lazım. Tabii ki yeni enstrümanlar yeni ürünler çıkacaktır, hayat değişiyor, dünya değişiyor, dijitalleşme söz konusu mesela. Bu alanda fetva heyetlerinin de bu gelişmelere ayak uydurması, prensiplere uygunluğunu tartması çok önemli olmaya başladı. En son bildiğiniz gibi alternatif paralar çıkmaya başladı. Sadece Bitcoin vesaireden bahsetmiyorum. Gelecekte devletlerin belli bazı amaçlara yönelik çıkaracağı, paranın dışında özel nitelikli token paraları da çıkabilir. Bunları doğru anlayıp bunlarla ilgili doğru ve sıhhatli kararlar verilebilmesi lazım ve bunlara da katılımcı bankalarının uyması lazım ki bu iş sürdürülebilir olsun. Aksi takdirde ticari bankalara benzemeye başladığımız ölçüde de farklılığınız kalmamaya başlıyor. Önemli olan A bankasının veya B bankasının ayakta kalması değil, sistemin ayakta kalması. O bakımdan sürdürülebilirlik de katılım bankacılığı ekosisteminin en önemli unsurlarından biri oldu artık.
İslami finansmanı benimsemek devlet ekonomisine nasıl katkı sağlıyor?
Daha önce de belirttiğim gibi niteliği itibarıyla İslami bankacılık, katılım bankacılığı reel sektöre çok daha yakın çalışıyor, reel sektördeki işlemlerle birlikte gelişiyor. Yani bir ekonomi büyüyorsa o ekonomi ile birlikte katılım bankacılığı da büyüyor. Eğer ülkedeki mal alım satımı yavaşlamışsa katılım bankacılığı ellerindeki fonlarda yine ancak bu alanda kullandırılabileceği için spekülatif alanlara gidemeyeceği için atıl kalacaktır. Bu çerçevede katılım bankacılığı sektörü, ekonomilerin hızlı büyümesi veya spekülatif alanlara yoğunlaşıp ileride balonların oluşması veya bunların patlaması konusunda ciddi bir tampon oluşturuyor. Bunu küresel krizde gerçekten gördük, dünyada birçok büyük banka batarken katılım bankaları neredeyse hiç zarar görmediler. Yine mahiyeti itibarıyla katılım bankaları hakikaten krizlere karşı dirençli olduğunu defalarca ortaya koymuş oldu. Tabii bu hiç batmayacak anlamına veya bu sistemle ilgili hiçbir sorun çıkmayacağı anlamına da gelmiyor. Ama direnç itibarıyla, mekanizmalar itibarıyla çok daha belirgin bir şekilde direnç oluşturdukları ve ekonominin sıhhatine katkı sağladıkları açık ve net bir şekilde ortaya konmuş durumda. Devletler için de alternatif finansman imkânları oluşturuyor. Örneğin sukuk, o anlamda normal bir borç enstrümanı gibi değil. Varlığa dayalı olduğu için ve o varlıklar üzerinden kira mekanizması işlediği için belli ölçüde hem devletlerin elindeki atıl varlıkları kullanmaya imkân sağlıyor, hem de devletler tamamen bu alana yoğunlaşsalar bile aşırı borçlanmalarını engelliyor. Hâliyle karşılıksız borçlanma söz konusu olmuyor, elindeki varlık kadar borçlanabiliyorsun. O anlamda piyasaları ve ekonomileri dengeleyen bir temel unsur olmaya başlıyor. Bunun dışında da prensipleri itibarıyla topluma katkı sağlıyor. Belli bazı sektörleri finanse edemiyorsunuz mesela, alkol tüketimi, sigara tüketimi gibi… Bu da yatırımların veya finansmanların ülkeye daha çok katkı sağlayacak alanlara gitmesine imkân sağlıyor.
İslami bankacılık söz konusu olduğunda insanların en çok merak ettiği hususlar neler oluyor?
Sistemi anlamaya çalışıyorlar tabii ki. Herkes ticari bankaların nasıl çalıştığını üç aşağı beş yukarı biliyor. Yani paramı yatırıyorum, banka bana borçlanmış oluyor, getirisi belli. Katılım bankacılığında bilinmeyen şeyler daha fazla. Hem mekanizma bilinmiyor, hem de tasarruf sahibi katılım bankasına parasını yatırdığı zaman ne zaman alacağını biliyor ama ne alacağını bilmiyor. Baştan takdir etmesi çok kolay olmuyor, o anlamda daha risk paylaşımını esas alan bir sistem. Ve bu anlamda bireylerin, şirketlerin ve hatta profesyonellerin bile bazen sistemin nasıl çalıştığına dair ciddi merakları oluyor.
Bir de bazı şehir efsaneleri var. Mesela siz normal bankalara benziyorsunuz diyenler çok oluyor. Bu anlamda mekanizmaları anlatıyoruz. Bazı mekanizmalar zaman zaman birbiri ile benzer gibi gözüküyor. Neticede özellikle herhangi bir şirket bankadan alacağı bir kredi yerine katılım bankasından benzer nitelikte bir kredi aldığı zaman işlem benzermiş gibi duruyor; ama aslında mekanizma çok daha farklı. Borcunu ödemek için, yani A bankasına borcu var, B bankasından kredi alıp o borcu ödeyecek mesela, bunu normal bir banka ile yaparken katılım bankası ile yapamıyor mesela. Bu farklılıkları anlattığınız zaman o meraklar da büyük ölçüde ortadan kalkıyor. Zaten müşteri kitlesinin genişlemesinin temel sebeplerinden biri de bu aslında. Ekosistemin bu anlamda gelişmesi lazım.
Ekosistemle alakalı sorular çok artıyor. Örneğin sigortacılık çok daha farklı bir mekanizma ile çalışıyor katılım finansman ekosisteminde. Bunlar özellikle daha yeni alanlar olduğu için buralarla ilgili merak söz konusu olabiliyor. Bu soruları ve eleştirileri de her zaman önemli buluyoruz. Bizim sektörün hizada yani o parametreler ve prensipler çerçevesinde hareket ediyor olması lazım her zaman. Bu eleştiriler ve sorular bizi o hizada tutan şeyler, bu bakımdan önemsiyorum ben. Ne kadar sıklıkla cevaplıyor olsak da yeniden cevaplamaya hazırız.
Halkın bu konuda daha çok bilgilenmesi için ya da kafalardaki soru işaretlerinin giderilmesi için hazırladığınız özel programlar oluyor mu?
Her şeyden önce finansal okuryazarlık ile alakalı bir şey bu. Yani genel kitlenin finansal okuryazarlığı ne kadar yüksekse sorulara verilen cevapların da anlaşılması daha kolay oluyor. Öbür türlü cevap verilince cevabın anlaşılmaması da söz konusu oluyor. Bu bakımdan finansal okuryazarlık konusunun genel olarak yaygınlaşması önemli. O çerçevede katılım bankaları hem diğer ülkelerde hem Türkiye’de finansal okuryazarlığa önem veriyor, finans okuryazarlık konusundaki çalışmalara ciddi destek veriyor.
Türkiye özelinde Türkiye Katılım Bankaları Birliği bu konuda çalışmalar yapıyor. Hem yayınlar yapıyor, hem televizyon programları yapıyor, hem de sosyal medya üzerinden ürünleri ve sistemi anlatan içerikler yayınlıyor. Bazen televizyon programlarına sponsor oluyoruz ki bu konular özellikle anlatılsın diye… Gazeteler de bazen belli günlerde katılım bankacılığını anlatan haberler yapılıyor. Daha iyisi yapılabilir tabii; ama bu konuyla alakalı, insanların ihtiyaçları arttıkça yani finansman sistemine girdikçe soracakları sorular oluyor. Yani eğer bugüne kadar finansmanla ilgili herhangi bir işiniz olmadıysa soru da sormuyorsunuz, soruya verilen cevapları da dinlemiyorsunuz veya algılamıyorsunuz. Fakat işiniz olduğu zaman hem sorunuz anlamlı oluyor, hem verilen cevaplar sizin için daha anlamlı oluyor. Sistem geliştikçe bu sorulara verilen cevaplar ve yaygınlık ve bu işin nasıl işlediği ile alakalı şeyler daha gelişecektir diye düşünüyorum.