'Orta Doğu '

“Orta Doğu’da İran’ın Etkisi Azalıyor”

Orta Doğu Araştırmacısı Mehmet Akif Koç ile Orta Doğu'daki güç merkezlerini ve Gazze'de süren savaşın bölgeye yansıyan jeopolitik etkilerini konuştuk.

Gazze’den yola çıkarak 7 Ekim 2023’te başlayan sürecin Orta Doğu ve bölgedeki dengeler üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu sormak istiyorum. 7 Ekim’den sonraki süreçte bölgede ciddi anlamda gerginliğin yükseldiğini görüyoruz. Özellikle İran ve İsrail’in bu kadar net karşı karşıya geldiği ve sıcak çatışma ihtimalinin bu kadar yükseldiği bir dönem ben pek hatırlamıyorum. Gazze’de başlayan süreç sizce neyi tetikledi ve İran-İsrail gerilimini nasıl bu kadar tırmandırdı?

Buna cevaben ikili bir analiz yapmak istiyorum. Öncelikle 2003 Irak Savaşı, 21. yüzyılda Orta Doğu’daki dengeler açısından çok belirleyici bir faktördü. İran İslam Cumhuriyeti 1979’da kurulmuştu ama kendi çeperi içerisinde kalmıştı; Lübnan Şiileri dışında bölgeye çok büyük bir erişim yoktu. Fakat 2003’te ABD, sahadaki sosyolojiyi yönetemeyeceğini bile bile “demokrasi götürme” iddiasıyla ve 11 Eylül’ün intikamını almak saikiyle Irak’ı işgal etti. Ülkenin yarısından fazlasını Şiilerin oluşturduğu bir yapıda seçim yaptığınızda ve Şiiler yan yana geldikleri zaman zaten ülke Şiilerin kontrolünde olacak, yani bu çok şaşırtıcı değil. Burada mesele Şiilik – Sünnilikten ziyade şu; Irak’taki yapılar üzerinde Ayetullah Humeyni’nin 60’larda ve 70’lerdeki Necef sürgününden beri var olan networkler var. Sonuçta 1979 devriminden sonra Irak Şiileri de bundan etkilendi ve Irak’ın işgalinin hemen sonrasında, 1-2 yıl yani fazla değil, İran çok hızlı bir şekilde ülkedeki en büyük aktör hâline geldi. ABD’nin ise herkese erişimi yoktu; Sünni Araplar nezdinde zaten problemli bir itibarı vardı; Kürtlerin ve Şiilerin ise sadece bir kısmıyla çalışabiliyordu. Fakat İran’ın bu grupların hepsine erişimi vardı. Dolayısıyla İran, Irak’ta en büyük aktör hâline geldi ve 2003’ten beri de Irak’taki  nüfuzu her geçen yıl hızla artıyor.

Suriye’deki İran nüfuzuna baktığımızda 2010 yılı sonunda başlayan Arap ayaklanmaları sürecinde de özellikle Eylül 2015’ten itibaren İran’ın Suriye’de sahaya çok sert bir şekilde müdahale ederek Beşar Esad’ı koltuğunda tuttuğunu görüyoruz. Böylece İran Hizbullah, Şii milisler ve Kudüs Gücü Devrim Muhafızları yoluyla Suriye’de de en büyük aktör hâline geldi.

Yemen’e baktığımızda, İran’ın 1980’lerden beri Yemen’deki Şiilerle de temasları olduğunu görüyoruz ve bunun sonucunda Yemen’deki Şiiler içinde 12 İmam Şiiliği hızlı bir şekilde zemin kazandı. Ayrıca Hizbullah benzeri bir yapı olan Ensarullah kuruldu ve şu an Yemen’de İran destekli Şiiler en büyük güç hâline geldi.

Aynı şekilde 1979 devriminden sonra Lübnan Şiileri içerisinde bir ayrışma meydana geldi. Orada seküler ve dindar Şiiler vardı ama Emel Hareketi’nin (Ḥarakat Amal) içindeydiler. 1980’lerle birlikte Emel Hareketi’nin içerisinde iki yapı ortaya çıktı: Emel ve İslami Emel. İslami Emel zamanla Hizbullah’a dönüştü. Yani daha dindar olan Şiiler, seküler olan Şiilerden kendilerini ayrıştırdılar ve günün sonunda İran, Hizbullah üzerinden 1980’lerin başından itibaren Lübnan Şiileri üzerindeki en etkili aktör hâline geldi. Günümüzde İranlı yetkililerin de kendi ifadeleriyle, İran bugün Orta Doğu’da 4 başkenti doğrudan kontrol ediyor: Bağdat’ı, Şam’ı, Beyrut‘u ve Yemen’i. Buna aslında Hamas ve İslami Cihat üzerinden bilhassa Gazze’yi de eklemek lazım, 4 buçuk başkent diyebiliriz. 2003 Irak işgalinden beri böyle bir trend vardı ve elbette bunun bir sınırı olacaktı. 7 Ekim 2023’te başlayan Gazze Savaşı ile birlikte İran’ın aslında o sınırlara çok çabuk bir şekilde varacağı anlaşıldı.

Şimdi Hamas ile İslami Cihat büyük oranda tasfiye edilmese de yer altına indi. Lübnan’da Hizbullah, Nasrallah suikasti ile ciddi kan kaybetti. Suriye’de ciddi bir İsrail baskısı var. İran on yıl önceki kadar rahat hareket edemiyor Suriye’de. Yani kendi konsoloslukları, büyükelçilik binaları dahi hava bombardımanında hedef alınabiliyor. Suriye’deki İran askeri, lojistik, istihbarat üsleri de her an hedef oluyor. Yani normalde bu 2 buçuk başkent, Şam, Beyrut ve Gazze 7 Ekim’in ardından hızlı bir şekilde İran etkisinden çıkmıyorsa da, İran’ın buralarda etkisinin zayıfladığını bunu görebiliyoruz. Bu analizin bir tarafı.

Peki analizin diğer tarafında ne var?

Diğer tarafı da şu; Orta Doğu’nun genelinde dört tane temel güç merkezinden söz edebiliriz. Bunlar İran, Araplar, Türkiye ve İsrail. Burada savaş da barış da bu dört aktör üzerinden oluyor. Diğer aktörler bu dört aktörle olan ilişkileri üzerinden eklemleniyorlar var olan bir çatışma dinamiğinde. Dolayısıyla şimdi bu dörtlü yapıya baktığımız zaman İsrail çok hızlı bir şekildi yükseldi, İran hızlı bir şekilde saha kontrolünü kendi bölgelerinde kaybediyor, Türkiye’nin sahaya erişimi zayıf, yani bilhassa Suriye ve Irak’la olan sorunlu ilişkilerden dolayı Türkiye’nin sahadaki etki alanı sınırlı. Sünni Arapların da nüfuzu az. Araplara baktığımız zaman, Arapların bir geleneksel güç merkezleri var Şam ve Kahire gibi, bir de modern dönem güç merkezleri var Doha, Abu Dabi ve Riyad gibi. Geleneksel güç merkezleri çöktü. Yani Nasır, Enver Sedat, Hafız Esad gibi isimlerin ölümüyle birlikte Şam, Kahire ve Bağdat çöktü diyebiliriz. Bunun arkasından da Körfez’deki Arap networkleri, Arap monarşileri, emirlikleri hızlı bir şekilde yükselmeye başladı. Son 20 yılda gördüğümüz bu. Bu Araplar da kendi içinde ikiye hatta üçe bölünmüş durumda. Böyle bir zeminde İsrail’in lehine geniş bir hareket alanı çıkıyor.

7 Ekim öncesinde özellikle 2020-22 yılları arasında şöyle bir tablo vardı: Orta Doğu’da bahsettiğiniz bu Abu Dabi ve Riyad hattıyla ilişkilerini güçlendiren bir İsrail görüyorduk, bir “normalleşme” süreci vardı. 7 Ekim sonrası bu ilişkilerde bir değişiklik oldu mu, dengeler değişti mi? İsrail’le bahsettiğimiz Riyad, Abu Dabi hattı arasındaki normalleşme hikâyesi bitti mi yoksa devam ediyor mu?

Bu sadece Tel Aviv ile Arap başkentleri arasındaki bir dinamik değildi. Daha ziyade Washington’un müdahil olduğu ve Amerikan dış politikasının bölgedeki askerî güçle Orta Doğu’daki dengeleri değiştirme politikasından vazgeçerek diplomatik manevralara yöneldiği Trump dönemiydi. O sürecin iki özelliği vardı. Bunlardan biri, bölgedeki yönetimlerle İsrail arasında Amerika’nın arabuluculuğunu yaptığı bir yan yana gelmeydi. Diğeri ise bu girişim söz konusu ülkelerdeki halkların iradesini temsil etmiyordu, yani halklar nezdinde bu “normalleşme” ile ilgili soru işaretleri ve tedirginlikler vardı. Körfez ülkelerinde ve Arap dünyasında halklar şöyle düşünüyor: “Filistinliler Arap”. Yani her şeyden önce etnik bir dayanışma var, Araplar arası dayanışma bu. Günün sonunda aynı dili konuşuyorlar, aynı dine inanıyorlar.

Bölgedeki halklar nezdinde İsrail’e karşı antipati olduğu için bu “normalleşme”nin da belli sınırları var. Bu girişimin tabii ekonomik ve politik bir boyutu vardı. Körfez sermayesi ile mesela Filistin’de şehirler kurulacaktı, birtakım fantastik projeler vardı, fakat Trump seçimleri Biden’a karşı kaybedince bu realitenin soğuk duvarına gelip çarptı. Dolayısıyla mevcut şartlar altında “Araplar şöyle olur” “İsrail böyle olur” demek çok mümkün değil ama 2020 Eylül’deki nispi yumuşama havasının şu an olmadığı çok açık. Suudi Arabistan da, Birleşik Arap Emirlikleri de açıktan İsrail’le ilgili destekleyici bir tavır takınamıyor. Yani hem Lübnan’da hem Gazze’de katliam devam ederken Arap ülkelerinin İsrail yanlısı bir söylem içine girmeleri mümkün değil. Dolayısıyla bu yan yana gelmenin başından beri sınırları vardı.

Peki İsrail iç siyaseti bu duruma nasıl bir tepki veriyor?

İsrail iç siyasette hızlı bir şekilde sağa kaydı. 1976’dan beri zaten kayıyor ama Netanyahu ile birlikte son 10-12 yıldır hızlı bir şekilde milliyetçileşiyor. İsrail’deki sol hareketin, İşçi Partisi türevlerinin halk nezdindeki karşılığı hızla zayıflıyor. Bu frenleyici mekanizma zayıflayınca İsrail siyaseti de çok süratli bir şekilde sağa kaymaya başladı. Yani Netanyahu gitse onun gibi başka birisi gelecek, İsrail siyaseti Netanyahu’dan sonra da sağa doğru kaymayı sürdürecek.

Bundan sonra neler olabilir?

Çok fazla parametre var, çok fazla dinamik var. Bu dinamiklerin hepsinde bir hareketlenme gerekiyor. Yeni ABD hükûmeti bir dinamik, Avrupa Birliği’nin yeni dönem dış politikası ayrı bir dinamik… Çin veya Rusya’nın zaten öteden beri bu bölgedeki çatışmalara müdahil olma eğilimleri yok; 1970’lerden sonra Sovyetler zaten bölgeden büyük oranda çekildi. Ama bunların her birinin sahada bir karşılığı oluyor ve olacak. Dolayısıyla analize dâhil etmek gerekiyor bunları. İran içine kapanacak mı açılacak mı? Yemen’de neler olacak? Hamas ne yapacak? Hizbullah ne yapacak? Bunların hepsine tek tek bakmak lazım. Genel itibarıyla bölgeye bakınca ben çok iyimser bir bahar havası görmüyorum; İsrail açısından da, İran açısından da, Türkiye açısından da iyimser bir bahar havası yok. Çatışmaların artacağını ve tarafların nihai bir karşılaşmaya hazırlandığını düşünüyorum. İsrail’in İran’ı hem nükleer enerji bahsinde hem de Şii jeopolitiğinin mobilizasyonu bahsinde bir “erken doğuma” zorladığını düşünüyorum. İsrail bu erken doğumla askerî ve istihbari olarak İran’ın belini kırmaya çalışıyor. Dolayısıyla böyle çok komplike bir denklem var karşımızda. Bunun nereye gideceği de üç aşağı beş yukarı belli; bir toplu savaş.

Perspektif’le Avrupa gündemini günlük takip etmek ister misiniz? Perspektif bültenine kaydolun, Avrupa'daki gelişmeler e-posta kutunuza gelsin.

Ebubekir Tavacı

Lisans derecesini Istanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden 2016 yılında alan Tavacı, Fransa’da Université Paris 1 Panthéon Sorbonne’da Siyaset Bilimi yüksek lisans programından 2021 yılında mezun olmuş ve aynı üniversitede aynı alanda doktora araştırmasına devam etmektedir. Avrupa Birliği göç politikaları, Türk diasporası ve Fransa’da göç gibi konular üzerine çalışmalar yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler