Lotus Yaprağı Karahindiba Çiçeğine Karşı: Expat-Gurbetçi Farkı
Göçmen karahindiba çiçeği ile su yüzeyinde kök salmadan yaşayan lotus: Bu ikili metafor, "gurbetçi" nesillerle oluşmuş Türk diasporasından günümüzde nitelikli işçi göçü deyince akla gelen "expat"lara uzanan sosyokültürel farkları tahayyül etmek için kullanılabilir olsa da iki grup arasındaki ilişki ne durumda? Gökhan Duman, "Kurulu Düzen" serisi için ayrışmalar ve potansiyel köprüler üzerine yazdı.
“Sınır kavramının, özellikle kalifiye insanlar için tamamen ortadan kalktığını düşünüyorum. Hepimiz bir noktada ekonomik göçmenleriz. Biz lotus yaprağı gibiyiz, sabit bir kökü yok ve su sizi nereye götürürse oraya gidiyorsunuz. Yani evet, böyle bakınca kendimi küresel bir vatandaş olarak tanımlıyorum.”
Utrecht Üniversitesi tarafından 2017 yılında yapılan, Hollanda’da yaşayan yeni nesil yabancılarla ilgili yaptığı araştırmaya katılan bir “Expat”, kendisini lotus yaprağına benzettiğini söylemişti. Suyun yüzeyinde yaşayan, toprağa bağlı olmayan, özgürce dolaşan, ancak suyun sınırları içerisinde var olabilen bir yaprak… Ana vatanı dışında yaşayan insanların ve toplulukların çiçeklerle olan metaforik bağı yeni değil. Diaspora toplumlarını tanımlarken sıklıkla kullanılan bir çiçek daha var. Onu bahar aylarında, beyaz ve hafif tüyleriyle her yerde uçuşup dururken görürüz genellikle. Karahindiba… Hemen her toprakta yaşayabilen, onlarca farklı çeşidi olan, çoğalması ve yaşaması için tüylerinin rüzgarla dağılması gereken ve uçup gittiği yerde yeniden filizlenebilen göçmen ruhlu bir çiçek. Karahindiba çiçeğine yüklenen bu anlam diasporanın ruhuyla örtüşüyor. Diasporaların ana vatandan göç etmelerini ve gittikleri yerlerde çoğalmalarını simgeliyor.
Karahindiba ve lotusu kıyaslarsak: Biri kökleri toprakta olan, yaşamak için yeniden sürekli göç eden ve göç ettiği yerde yeniden filizlenen bir çiçekken diğeri ise bir toprağa ihtiyaç duymadan belirli sınırlar içerisinde bir suyun yüzeyinde özgürce yaşayabiliyor. Lotus yaprağının sıra dışılığı, bir köke bağlı kalmadan hareket edebilmesinden geliyor. Özgürce dolaşabiliyor fakat yine de gidebileceği yerin suyun sınırları kadar olduğunu biliyor.
Metaforun Ötesinde Öne Çıkan Sosyokültürel Farklar
Metaforlar bir yere kadar zihin açıcı olabilir elbette. “Expat” kelimesinin toplumdaki karşılığının ne olduğuna biraz açmak gerek. Kavramın, sosyoloji, siyaset bilimi, çalışma ekonomisi gibi pek çok disiplinde karşılığı olsa da Türkiye’de özellikle son yıllarda, üniversite mezunu olup iş hayatında tecrübe edinmiş, “beyaz yakalıların” başka ülkelere profesyonel saiklerle göç etmesi şeklinde ele alınıyor. “Gurbetçi”lerden farklı bir topluluk olduğunu kabul ediliyor. Hollanda’daki araştırmada “ekonomik göçmen” ve “küresel vatandaş” kavramlarını kullanan expatın, iş gücü göçüyle göç edip uzunca bir süre “gurbetçi” olarak tanımlanan ve zamanla “diasporaya” dönüşen nesillerden ayrıştırarak kendisini farklı bir zeminde konumlandırması esasında meselenin genel tartışma hatlarıyla oldukça uyumlu.
“Gurbetçi” ve “Expat” denildiğinde zihinlerimizde farklı insan tipleri, farklı bir sosyolojik zemin, tarih ve bakış açısı beliriyor. Bir süredir adı konulmamış olsa da pek çok kişi bu iki topluluk arasındaki ayrışmanın ve mesafenin farkında.
1961 yılında Almanya ile yapılan iş gücü anlaşmasıyla başlayıp ardından Avusturya, Belçika, Hollanda ve Fransa gibi ülkelerle devam eden misafir işçi hareketiyle ivme kazandı Avrupa’ya göç trendi. Bir süreliğine çalışıp memleketlerine geri dönmesi beklenen misafir işçiler, zamanla gittikleri ülkelere yerleştiler. “Gurbetçi” olarak anılan bu nesil, Avrupa ülkelerinde kök salarak üçüncü ve dördünce nesle ulaştı ve bugün artık “diaspora” olarak tanımlanıyor.
Son yıllarda ise özellikle Türkiye’deki tıp, mühendislik, bilgisayar ve yazılım yoğun meslek gruplarından Avrupa ülkelerine bir göç trendi oluştu. 1964 yılında Nermin Abadan Unat’ın Almanya’da çalışan 494 ilk nesil işçiyle yaptığı ankette görüleceği üzere, işçilerin temel motivasyonu ekonomik nedenler ve ailelerine daha iyi bir gelecek sunmaktı. Expatların göç motivasyonları da bu beklentilerden uzak görünmüyor. Çok uluslu firmaların sağladığı imkanlar, kariyer planlaması, kişisel nedenler, ekonomik saikler, eğitim ve aile refahı gibi temel motivasyonlar söz konusu.
Yaşam pratiklerine bakılırsa ilk nesil işçilerin çoğunlukla fabrika, maden ve “heim”lar (işçi yurdu) arasında bir hayat kurduğu, geri dönüş tahayyülünün çok canlı olması nedeniyle dil öğrenme, ötekinin yaşam becerilerini ve kültürünü tanıma gibi gayelerin en temel gayeleri olmadığını görüyoruz. Ancak ailelerin gelişi ve yeni neslin doğmasıyla birlikte hem dil hem de kültürel tanışma tecrübesi hız kazanıyor.
Expatların büyük bir kısmı belirli seviyede dil gereksinimlerini belgeyerek gelebiliyor Avrupa ülkelerine. Almanca, Fransızca ya da Hollandaca… Ancak uluslararası şirketlerin lokasyon değişikliği konusunda sağladığı imkanlarla ülke değiştiren önemli bir kısım ise İngilizceye yaslanıyor: Almanya, Hollanda ya da Belçika’da çalışsalar da iş ortamında İngilizce kullanıyorlar. Sosyal çevre konusu ise görece sınırlı. Genellikle diğer expatlarla küçük gruplar hâlinde sosyalleşiyorlar.
Mekân inşası ise çoktan tamamlanmış bir konu. Üstelik bu konuda oldukça yaygın bir ağa sahibiz. Türk diasporasının yıllar içerisinde kurduğu binlerce işletme, dernek, merkez, ibadethane, market, kasap, mağaza ve dükkânın oluşturduğu kültürel ortam ve sağladığı kolaylıklar hem expatların hem diğer göçmen kökenli yabancıların hem de diasporadaki yeni neslin, inşası için bir kez daha uğraşmak zorunda olmadıkları bir dünyanın içerisine girmelerine olanak sağlıyor. Şüphesiz bu önemli bir imkân. Artık kimse ilk nesil işçiler gibi en temel ihtiyaçları aramak zorunda değil. Belediyede, bankada, kasada, okulda ya da diğer kamu yerlerinde “Anmeldung” için yol gösterecek onlarca kapı, yüzlerce kişi hâlihazırda mevcut. Expatların mekân inşası ise şimdilik birkaç mesleki dernek ve tüzel kişiliği olmayan topluluklar şeklinde yürüyor. “Burada ne kadar kalacağım ve biz artık buralı mıyız?” sorularına kesin bir cevap verilebilirse belki mekanların sayısı ve teması da artabilir.
Eski filmlerin zihnimize bir komedi unsuru olarak nakşettiği “gurbetçi” karakteri, son yıllarda nefret duygusuyla yaklaşılan bir simgeye dönüştü. Türkiye’deki “gurbetçi” ve Almanya’da yaşam algısını şekillendiren eski ve yeni birçok klişe ve basmakalıp fikirler, yayılmaya devam ediyor. “Misafir işçi” neslinin yaşanmışlıklarını dokümante eden DiasporaTürk’ün kurucusu Gökhan Duman, bu seride Türkiye ve diasporası arasındaki anlam farklarını inceliyor. Serinin diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.
TIKLA“Expat” ve “Gurbetçi”ler Arasında Kurulamayan Köprüler
Böyle bakınca 63 yıldır Avrupa’nın farklı ülke ve şehirlerinde büyük bir nüfusa ulaşıp, önemli bir yaşam tecrübesi edinmiş, sosyal, kültürel ve ekonomik pratikler elde etmiş, hemen her alanda organizasyon kabiliyeti ve kazanımları olan, yaygın diasporik mekanlar inşa etmiş köklü bir toplumun varlığı, expatların Avrupa’daki yaşamları için önemli kolaylıklar ve fırsatlar sunmalı diye düşünebiliriz.
Peki, Mercedes Fabrikası’nda 30 yıldır çalışan emektar Türk işçisi ile aynı departmanda ara yönetici olarak çalışmaya başlayan kariyerli Türk mühendis arasında ne türden bir ilişki tesis ediliyor? Tamamen profesyonel mi? Yoksa karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve yeri geldiğinde memleketçiliğin de söz konusu olduğu sempatik bir ilişki mi? Charité Hastanesi’nde çalışmaya başlayan Türk doktor ve hemşireler, Almanya’nın fabrika ve madenlerinden emekli olmuş “Gurbetçi” nesille muayene esnasında karşılaştıklarında aralarında nasıl bir etkileşim oluyor, hangi dilde?
Elimizde henüz akademik bir araştırma ya da genel hatlarıyla meseleyi anlayabileceğimiz bir anket yok. Ancak kişisel anlatılar ve gözlemler gösteriyor ki diaspora ile expatlar arasında bir mesafe var. Belki en fazla alışveriş esnasında bir ilişki tesis ediliyor, ardından herkes mahallesine dönüyor. Mahalle derken gerçek manasıyla bir ayrışma söz konusu. Diasporanın yoğun olarak yaşadığı yerler ile expatların mahalleleri büyük oranda farklı. Bunun gelir ve sosyoekonomik şartlardan daha çok “statü” ve “sterilizasyon”la ilgili olduğu düşünülebilir. Expatlar nezdinde zihinsel arka planda “Gurbetçi” retoriği işliyor olabilir mi? Hani şu “Kurulu Düzen” söyleminin altına sıkıştırılan ne oralı ne buralı, kendini geliştirmemiş, mavi yakalı topluluk… Türkiye’den taşınan bu algı mirası, belki diasporaya uzak durmaya ve fazla ilişki kurmamaya aracılık ediyor.
Diaspora içinse durum daha karmaşık. Expatların gelişi “hoş geldin” (Wilkommenskultur) kültürüyle karşılanmıyor. Memleketi bırakıp gelen, ülkesinin emeğini boşa çıkartan kişiler olarak görülüyorlar. “Türkiye bir mühendis kaybetti, Almanya bir kurye kazandı.” gibi söylemler klişe üretmekle birlikte mesafenin açılmasına da neden oluyor. Böyle olunca iki tarafın da zihinsel ön kabulleri geçişkenliğe ve eklemlenmeye mâni oluyor. Oysa beyaz yakalı profesyonellerin diasporaya eklemlendiği bir model oldukça sıra dışı ve ilginç sonuçlar doğuran bir pratik olabilir.
Ancak yine de çerçeveyi doğru çizmek ve mevcudun hakkını vermek gerekir. Diasporanın mekânsal varlığını “Türk peyniri”ne kolay ulaşım olarak ele almak sığlık olur. Tıpkı expatların varlığını kolayca reçete yazdırmaya indirmek gibi.
Bugün pek çok şehirde polis memurundan zabıta görevlisine, bankacıdan belediye personeline varıncaya kadar Türklerin kamu görevlerindeki varlığı, resmî kurumların ve köklü firmaların Türkçe hizmet verme kapasitesi, Alman kurumları ile diaspora derneklerinin ortak çalışma kültürü, expatların belki de farkında olmadıkları bir oranda bürokratik ve gündelik işlerini kolaylaştırıyor. Expatların varlığının -bilinçli veya dolaylı şekilde- diasporaya sağlayacağı katkıları saymaya başladığımızda ise mesele çok başka zeminlere oturmuş olacak. Türkiye’den gelen çoğu expatın mesleki olarak iyi bir performans sergilediği, tıp ve mühendislik başta olmak üzere işlerinde oldukça tecrübeli ve uzman oldukları yurt dışındaki insan kaynakları departmanları için bir sır değil.
Öyleyse ilk adımı kim atmalı? Göçmen ruhlu karahindiba çiçeği mi, yoksa suyun sınırları içerisinde özgürce dolaşabilen lotus yaprağı mı? Belki doğanın da bir planı vardır.
Yazıyı severek ve büyük bir ilgiyle okudum. En nihayetinde hem lotus yaprağı ve hem de karahindiba çiçeği aynı ailenin (bitki) mensupları. İnsan türü çeşitliliği ile dünyasını zenginleştirme kapasitesine sahip yeter ki sevgi, empati ve saygı olsun aralarında.