Geçmişten Günümüze Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD)
Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), bir buçuk asırlık tarihiyle ülkenin en eski siyasi partisi. Peki SPD hangi siyasi çizgiyi temsil ediyor? Hangi krizlerden geçip bugüne geldi? Almanya tarihine damga vurmuş olan bu partiyi yakından tanıyalım.

Almanya’da bugün aktif olan neredeyse bütün siyasi akımların kökleri 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanır. Ülkenin siyasi tarihinde egemen olan dört temel akım, yani sosyal demokratlar, Katolikler, liberaller ve muhafazakârlar, bugünkü anaakım partilerin de temelini oluştururlar.
En eski parti olan Sosyal Demokrat Parti (SPD) de ülkenin modern siyasi tarihinin şekillenmesinde önemli roller oynadı. SPD’yi Almanya’da özellikle sermaye ile emek arasındaki tarihî çatışmanın ve bu çatışmanın doğurduğu işçi hareketinin bir sonucu olarak konumlandırabiliriz.
Peki tarih içerisinde Alman siyasetinin ayrılmaz bir parçasına dönüşen SPD, kurulduğu 1860’lı yıllardan bugüne dek hangi değişimlerden geçti? SPD geçmişte neydi, bugün ne? Bugün SPD hangi parti programına sahip ve tam olarak hangi kitleye hitap ediyor? Bu soruların cevaplarını, partinin kuruluşundan başlayarak birlikte inceleyelim.
Sosyal Demokrat Parti (SPD) Ne Zaman ve Nasıl Kuruldu?
Sosyal demokrasi, adının da çağrıştırdığı üzere sosyal adaleti, ekonomik eşitliği ve demokratik yönetimi birleştiren, bugün dünyanın her yerinde kökleşmiş siyasi hareketlere ilham olan bir ideoloji. Bu ideoloji bugün, serbest piyasa ekonomisini esas alan, kapitalist sistemin emekçiler lehine reforme edilmesini savunan, bu esnada da gelir dağılımını düzeltip sosyal hizmetleri genişletmeyi hedefleyen bir siyasi çizgiyi takip ediyor. Fakat sosyal demokrasi fikrinin gelişimi, Almanya’da özellikle SPD’nin kurulumundan bugüne kadar geçen sürede büyük değişimlerle de karşı karşıya kaldı.
SPD’nin temelleri, sosyal demokrasinin erken oluşum fikirleriyle atıldı. Bu bağlamda SPD’yi, önceden oluşmuş bir sosyal demokrasi fikrini alıp taşıyan bir parti olarak değil de Almanya’nın tarihi içerisinde sosyal demokrasi fikrini oluşturan, alıp dönüştüren, ondan kimi zaman uzaklaşıp kimi zaman bayraktarlığını yapan bir aktör olarak görmek daha isabetli olacaktır.
Önce SPD’nin kuruluşunu taşıyan dönemi kısaca hatırlayalım: 1848 Devrimleri tüm Avrupa’yı sarmış, sanayileşmenin başlangıcında olan Almanya’da kırsal alanlardan şehirlere göç artmış, işçi sınıfı hızla büyümüş, ancak bu süreç ağır çalışma koşulları, düşük ücretler ve kötü yaşam standartları gibi sorunları da beraberinde getirmişti. Bu karmaşık siyasi ortamda işçi sınıfı, sosyal ve ekonomik güvencelerden yoksundu. 19. yüzyılın ikinci yarısı bu açıdan, işçi sınıfının ücretlerin artırılması ve ekonomik adalet ile sosyal haklar konusundaki mücadelesine de yoğun bir şekilde sahne olmaya başladı.
Yükselen bu hak talepleri, işçi sınıfında örgütlenmeyi beraberinde getirdi. Bu anlamda Ferdinand Lassalle (1825-1864) liderliğinde kurulan ve Almanya’daki ilk sosyalist ve işçi partisi olarak kabul edilen Genel Alman İşçi Birliğini (“Allgemeiner Deutscher Arbeiterverein” – ADAV) anmak önemlidir. 23 Mayıs 1863’te[1] kurulan bu birlik, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarını savunmayı hedefliyordu. Bu dönemde ADAV’a benzer motivasyonlarla kurulan, ama siyasi çözüm teklifleri konusunda ayrışan irili ufaklı birçok işçi örgütlenmesi de kuruldu. 8 Ağustos 1869 yılında kurulan “Sosyal Demokrat İşçi Partisi” (“Sozialdemokratische Arbeiterpartei” – SDAP) bunlardan ikinci önemli oluşumdur. ADAV’dan farklı olarak SDAP, Marksist bir çizgide ilerledi ve işçi sınıfının devrimci mücadele yoluyla kurtuluşunu amaç edindi.
1875 yılında bu iki örgüt, yani devrimci olarak nitelendirilebilecek SDAP ile reformist olarak nitelendirilebilecek ADAV, bugünkü Thüringen eyaletindeki Gotha şehrinde birleşerek “Almanya Sosyalist İşçi Partisini (“Sozialistische Arbeiterpartei Deutschlands” – SAP) kurdu. 1890 yılında da bu parti isim değiştirerek bugünkü hâliyle Alman Sosyal Demokrat Partisine (“Sozialdemokratische Partei Deutschlands” – SPD) evrildi. Kısaca söyleyecek olursak; SPD’nin 23 Mayıs 1863 tarihinde kurulduğu kabul edilmektedir.
Peki sosyalist devrimci bakış açısından işçi sınıfının sosyal refahını iyileştirmek için anayasal reformlara odaklanan ve demokratik katılımı önceleyen bir sosyal demokrat çizgiye giden yolda, SPD’nin başından neler geçti? Şimdi biraz bunu inceleyelim.

Kuruluşunu 1863’e dayandıran SPD’nin ilk bayrağı: “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik! Birlikten kuvvet doğar!” Fotoğraf: Friedrich Ebert Vakfı.
SPD’nin Alman Siyasi Arenasındaki İlk Adımları
SPD’nin öncülü olan SAP’nin kuruluşunu sağlayan Gotha Programı, sosyal demokrasinin Almanya’daki inşasını anlayabilmek adına oldukça ilginç veriler sunar. “Emeğin tüm zenginliğin ve kültürün kaynağı olduğunu” söyleyen Gotha Programı, aynı zamanda dönemin Alman toplumunda “üretim araçlarının kapitalist sınıfın tekelinde olduğunu, bu durumun yarattığı işçi sınıfının bağımlılığının ise tüm sefaletin ve köleliğin kaynağı olduğunu” bildiriyordu.
Bu program işçi hareketinin “enternasyonal” karakterini de öne çıkardı, işçilerin yaşam ve sağlıklarını koruyan yasalar ile yoğun denetlemeler ve örneğin pazar günlerinde çalışmanın yasaklanması gibi bir talep kataloğu ortaya koydu.
Bu sosyalist parti programı, o dönemde yeni birleşen Alman İmparatorluğu’nun (1871-1918) ilk şansölyesi olan Otto von Bismarck tarafından devleti devirmeye yönelik bir program olarak görüldü. Bismarck, SAP’yi (yani bugünkü ismiyle SPD’yi) başından beri “imparatorluk düşmanı” bir yapı olarak yaftaladı ve 1878 yılı ekim ayında “Anti-Sosyalist Yasa” olarak isimlendirilen bir yasa çıkarttı. Sosyal demokrat emellerin kurumsal tehlikeleriyle mücadele etmeyi amaçlayan ve 1890 yılına kadar geçerli olan bu yasada sosyal demokrat, sosyalist ve komünist bütün örgütler, dernekler ve yayın organları yasaklandı. Toplu tutuklamalar ve sınır dışılar gerçekleştirildi. Bu yasadan üç ay önce gerçekleşen seçimlerde ise (Reichtagswahl) SAP, imparatorluk genelindeki oyların yüzde 7,6’sını elde etmiş ve mecliste 9 vekil kazandı.
1890 yılına gelindiğinde sosyalistlere yönelik baskılar devam etse de Bismarck’ın Anti-Sosyalist Yasası beklenen etkiyi doğurmadı. Zira 20 Şubat 1890’daki Reicshtag Seçimlerinde SAP tarihî bir başarı elde etti. 26 Şubat 1890’da Friedrich Engels, Karl Marx’ın kızı olan Laura’ya yazdığı mektupta bu zaferle ilgili şunu söyleyecekti: “Sevgili Laura, sürekli bir zafer sarhoşluğu içindeyiz. Bugün bu sarhoşluk zirveye ulaşmış durumda çünkü 1.341.500 oy aldık. Üç yıl önceye göre 587.000 daha fazla! 20 Şubat 1890, Alman devriminin başladığı gündür.”
SAP 1 milyon 300 biden fazla seçmenin oyunu almış olsa da “feodal ve burjuva” devletinin sosyalist SAP’ye nefreti devam ediyordu. Tam da burada, SPD’nin bu erken oluşum döneminde, işçi sınıfının devrim ile reform arasında gidip gelen mücadelesinin, devlet otoritesi karşısında nasıl “düşman”laştırıldığını da göz önüne almak gerekiyor.
Sosyal Demokrasi ve İşçi Sınıfının Mücadelesi
Kuruluş yıllarında durmaksızın artan sanayileşme ile birlikte bir yandan gerilimle dolan işçi sınıfı ve mücadelesi SPD’nin siyasi arayışının, dönemin baş döndürücü hızla gelişen krizlerine paralel bir şekilde gelgitlerle şekillenmesine yol açtı. Kimi zaman reformist çizgiye yaklaşan, kimi zaman Marx’ın devrimci teorik mirasına yönelen SPD kadrosu 1900’lü yıllara gelindiğinde, dünya siyasetini de tartışmaya başladı, sömürgeci politikalara kaşı çıktı ve “tüm halkların bağımsızlığı, özgürlüğü ve hakları için” mücadele edeceğini açıkladı.
SPD başta olmak üzere o dönem Alman İmparatorluğu’ndaki sosyal demokrasinin ve işçi sınıfı mücadelesinin, dünyadaki en gelişmiş sosyal demokrasi örneği olarak görüldüğünü belirtmekte fayda var.
O dönem, Almanya sosyal demokrasi konusunda diğer birçok ülkeye ilham veren bir konumdaydı. Zira bu coğrafyada neşet eden ve büyük çalkantılarla gelişen sosyal demokrasi, çok iyi organize olmuş bir siyasi akımdı ve bu nedenle de Batı dünyası için bir örnek olarak görülüyordu. Dolayısıyla SPD’nin özellikle kurulduğu dönemde sadece yıkımlardan, savaşlardan ve krizlerden geçen bir ülkenin iç sorunlarını çözme niyeti göstermediğini, aynı zamanda küresel anlamda sosyal demokrasinin ve işçi sınıfının mücadelesinin prototiplerinden birisi hâline de geldiğini de söylemek gerekir.
20. Yüzyıl Başlarken SPD
Bir sonraki yüzyıla geçerken SPD’nin izini sürmeye devam edelim: 1903 yılında SPD oyların yüzde 31,7’sini aldı ve 81 vekil çıkarttı. Bu seçimlerden kısa bir süre sonra SPD’nin 13-20 Eylül 1903 tarihinde Dresden’de toplanan kongresine başkanlık eden August Bebel, tüm revizyonist çabalara karşı çıkarak sosyal demokrasinin mevcut düzen karşısında “uzlaşmaz sınıf mücadelesi temelinde ilerleyeceğini” duyurmak için şöyle dedi: “’Nefes alıp yazabildiğim ve konuşabildiğim sürece burjuva toplumunun ve bu devlet düzeninin azılı bir düşmanı olmak istiyorum.” Bu sözler, aradan geçen 120 yılda partinin bugün savunduğu çizgiyle oluşturduğu tezatlık bakımından oldukça ilginçtir.
Bu dönemi şöyle tasavvur etmek doğru olacaktır: 1871 yılında Almanya’nın birleşmesinin ardından kurulan Alman İmparatorluğu, 1918’de Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup bir şekilde çıkıp yıkılana kadar Avrupa’daki kutuplaşma, II. Wilhelm’in otoriter yönetim tarzı ve agresif dış politikasının yol açtığı sorunlarla karşı karşıyaydı. Bütün bunların yanı sıra Polonyalılar, Danimarkalılar ve Alsaslılar gibi farklı etnik grupları barındıran ülkede“Alman kimliği” ve milliyetçilik gerilimlerine bir de yükselen sosyalist hareketler ekleniyordu. Sosyalist çevrelerden devrim sloganları yükseliyor, kitlesel protestolar organize ediliyordu.
Bu dönem SPD özelinde sosyal demokrasinin karşı karşıya kaldığı temel gerilim şuydu: İşçilerin durumları sistem içinde iyileştirilebilir mi? Yoksa emekçilerin haklarına kavuşabilmeleri için sistemin sosyalist devrimle yıkılıp kapitalizmin ortadan kaldırılması mı gerekir? Bu dönemde Alman İmparatorluğu’nun yasama organı olan Reichstag’taki SPD’nin içindeki kimi siyasetçiler parlamentoda işçi sınıfının temsiliyle bir dönüşümü savunurken, SPD’nin içindeki Rosa Luxemburg ve Karl Leibknecht gibi daha Marksist devrimci kesimler ise partinin yegâne mücadelesinin “proletaryanın iktidarı elde etmesi için çalışmak” olduğuna inanıyordu.
Dolayısıyla işçi sınıfını hâkim kılmak ile onların haklarını gözetmek, daha doğrusu “devrim” ile “reform” arasındaki gerilim SPD’nin gündemine 20. yüzyılın başlarında girmiş ve yüzyılın ortalarına kadar da partinin gündeminde kaldı.
İkinci Dünya Savaşına Giden Süreçte SPD
SPD’nin Alman tarihinde “kurucu unsur” konumuna gelmesini büyük oranda Friedrich Ebert’in sağladığı kabul edilir. 1913 yılında SPD’nin başına geçen Friedrich Ebert, Almanya Birinci Dünya Savaşı’nda hezimete uğrayıp halkın üzerinde oluşan gerginlik sokaklara yansıyınca, 1918-1919 yıllarında “Alman Devrimi” olarak isimlendirilen süreçte ülkenin anayasal monarşiden parlamenter demokrasiye geçişine önderlik etti.
1919 yılında SPD’li Friedrich Ebert, Almanya’nın ilk cumhurbaşkanı olarak seçildi ve ülkenin savaş sonrası içine düştüğü ekonomik çöküşten kurtulması için gayret etti; fakat aynı zamanda bu dönemde SPD içindeki sol kanatlar arasında da bölünmeler yaşandı. Ebert 1919 yılında, SPD’nin içindeki Marksist akımların çıkarttığı Spartaküs ayaklanmasını kanlı bir şekilde bastırdı. Ebert’in orduyla kurduğu yakın ilişki, onu demokrasiyi zayıflatan ve işçi sınıfının mücadelesine ihanet eden bir lider olma eleştirileriyle baş başa bıraktı.
İlerleyen yıllarda Almanya topraklarında, tarihin görüp görebileceği en korkunç dönemlerden biri gelir: Nazi dönemi. Almanya’nın hiçbir döneminde SPD, Nazi dönemi kadar bastırılmadı ve zulümlerle karşı karşıya kalmadı. SPD’nin Nazi rejimiyle ilişkisine dair belki de en dikkat çekici husus, İkinci Dünya Savaşı öncesinde 1933 yılında Hitler tarafından çıkartılan Yetki Yasası’na (“Ermächtigungsgesetz”) karşı çıkan tek parti olmasıdır. Bu yasa, Hitler’in hükûmetine parlamento ve eyalet meclislerinin onayı olmaksızın, ayrıca devlet başkanının da imzasına gerek kalmadan yasalar çıkartma yetkisi vermiş, Nazi rejimi diktatörlüğüne geçişte önemli bir adım oldu. Tabiri caizse totaliter Nazi rejiminin önünde o dönem siyaseten bir tek SPD durabildi. Parti, bu itirazının bedelini de ağır bir şekilde ödedi: Nazi döneminde SPD’nin de içinde bulunduğu muhalefet bütünüyle etkisiz hâle geldi. SPD yasaklandı, parti liderleri ve üyeleri ya tutuklandı ya da ülkeden kaçtı. Binlerce SPD üyesi toplama kamplarına gönderilerek ağır baskılara maruz kaldı.
Bu dönem SPD mensuplarının karşı karşıya kaldığı zulümlere göz atmak, o dönemin siyasi atmosferini anlamak için de önemlidir: SPD’nin parlamento üyesi olan hukukçu Ernst Heilmann, 1933 yılında tutulandı ve 1940 yılında Buchenwald Toplama Kampı’nda öldürüldü. SPD’nin önde gelen liderlerinden Fransa’ya sığınan Rudolf Breitscheid, Fransa’nın düşmesinden sonra Gestapo tarafından Buchenwald’e sürüldü ve orada öldürüldü. SPD üyesi Julius Leber ile SPD’li Hessen İçişleri Bakanı Wilhelm Leuschner, Hitler’e suikast iddiasıyla idam edildi, Karl Heinrich toplama kampında öldürüldü, mecliste Nazi rejimine karşı son konuşmayı yapan SPD lideri Otto Wels ülkeden kaçsa ve Paris’te öldü.
Nazilerin partisi NSDAP’nin karşısında siyasi muhalefet olarak duran tek parti olan SPD, bu yönüyle İkinci Dünya Savaşı öncesinde korkunç baskılarla karşılaşmıştır. Bu durum SPD’ye İkinci Dünya Savaşı sonrası ülkedeki iki “halk partisi”nden biri olarak demokratik bir Almanya’nın inşasında merkezi bir aktör olma görevi verecekti.
İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dönemde SPD
SPD’nin savaştan sonraki konumunu, ülkenin bitik hâlinden hareketle anlamak gerekir: 1945’te Almanya, müttefik devletler tarafından işgal edildi ve Berlin dört sektöre bölündü. Daha sonra 1949’da Almanya ikiye ayırıldı: Batı Almanya ABD’nin Marshall Planı ile hızla gelişirken, Sovyetler Birliği’nin etkisi altındaki Doğu Almanya ise tek partili komünist bir rejimle yönetilecekti. Nazi rejiminin akıl almaz suçlarının yargılanması için Nürnberg Mahkemeleri’nin kurulduğu, ülkenin ikiye bölündüğü türbülanslı yıllar gelecekti.
Ülkenin bütünüyle yıkıldığı, çok kısa sürede gerçekleşen iki dünya savaşıyla yerle bir olduğu bir ortamda SPD de yeniden yapılanma sürecine girdi. Siyasi elit kadrosunu savaşta türlü zulümlere kurban vermiş olan parti, Nazi rejiminin tutuklayıp 10 yıl hapsettiği Kurt Schumacher öncülüğünde yeniden inşa edilmeye başladı. Schumacher, toplama kamplarında geçirdiği yıllar nedeniyle aynı Almanya gibi hasta ve güçsüzdü. Yine de Schumacher öncülüğünde 6 Mayıs 1945 yılında sosyal demokratlar Hannover’de toplanıp SPD’nin geçici yeni yönetimini seçtiler. O dönem İngilizlerin işgali altında olan Hannover’de bundan birkaç ay sonra da SPD resmî olarak yeniden kurulmuş oldu. Schumacher, “Batı işgal bölgelerindeki siyasi sorumlu” olarak seçildi, ardından da 1946 yılında partinin genel başkanı oldu. Tüm bu sürecin gerçekleştiği Hannover, bugün de Almanya’da SPD’nin en güçlü kalelerinden biri olarak bilinir.
Bu dönemde SPD’nin gündemini, Almanya’da faşizm kurbanlarına yönelik anmalar, “Nazisizleştirme süreci”, sosyalist bir ekonomi politik ve Alman sosyal demokrasisinin izleyeceği seyir gibi tartışmalar domine etti. 1949’da Batı Almanya’nın, yani Federal Almanya Cumhuriyeti’nin ilk şansölyesi olan Konrad Adenauer döneminde Almanya’da “ekonomik mucize” denilen (“Wirtschaftswunder”) yaşandı. Almanya Batı ile ilişkilerini güçlendirirken ve küllerinden doğmak üzereyken, belli ki işçi hakları mücadelesinin toplumda bir karşılığı yoktu ve bu nedenle SPD muhalefet partisi hâline geldi. Dönem, Almanların “sosyalist devrim” gibi teklifleri duymak istemeyecek kadar yorgun olduğu bir dönemdi.
Ancak 1959’daki Bad Godesberg Programı ile SPD, piyasa ekonomisini kabul ederek kendini yeniden yapılandırıp Marksist içeriklerinden uzaklaşıp reel politikaya yaklaşabildi. Bu hâliyle SPD, sosyalist bir partiden sosyal demokrat partiye dönüşme konusunda büyük bir ivme kazanmış oldu. Tam da bu sürecin sonunda, Almanya’ya Türk misafir işçilerinin gelmesine yol açan İşgücü Anlaşması 30 Ekim 1961 tarihinde imzalandığında SPD muhalefette olsa da daha sonrasında ülkeye gelen yabancı işçilerin hakları ve entegrasyonu konusunda önemli politikalar geliştirilmesine de öncü olacaktı.
SPD’nin Willy Brandt ve Helmut Schmidt Dönemi
Savaşlar bitmiş ve ekonomi gelişmiş olsa da SPD’de sular durulmadı: SPD’nin Batı Almanya’daki ilk federal şansölyesi olan Willy Brandt, Batı Almanya’nın modern tarihindeki en büyük siyasi skandallardan biri olan “Günter Guillaume Vakası”[2] nedeniyle istifa eder. Onun istifasının hemen ardından yine SPD’li Helmut Schmidt ile parti iktidardayken, 1970’lerde petrol krizi patlak verdi. Krizin yol açtığı ekonomik zorluklar, iktidardaki SPD için büyük bir meseledir. Ülkenin ekonomik büyümesi tehdit altına girerken işsizlik artışa geçti. Bir yandan tasarruf önlemleri, bir yandan da SPD’nin alternatif enerjilere yönelik ilk arayışına yol açan yeni enerji politikaları bu dönemde belirleyici oldu. Almanya’da Yeşiller Partisinin tam da bu dönemde giderek artan çevre hareketlerinin sonucunda doğduğunu eklemiş olalım.
Berlin Duvarı’nın Yıkılması ve SPD
Bu arada işgal kuvvetleriyle ikiye bölünmüş Almanya topraklarının arasında 1961 yılında Berlin Duvarı inşa edilmişti. Soğuk Savaş’ın en büyük sembollerinden birisi olan bu duvar, Doğu’dan Batı’ya kaçışlara engel olsa da 1980’lere gelindiğinde Doğu Bloğu’ndaki ekonomik sorunlara bir çare olamıyordu. SPD’nin Willy Brandt öncülüğünde başlattığı “Ostpolitik” (Doğu Politikası) Doğu ile Almanya arasında normalleşmeyi öngörüyordu.
O dönem Batı Almanya’da muhalefette olan SPD, Doğu Almanya’daki baskılara karşı halkın ayaklanmasını destekleyen bir tutuma sahipti. Nitekim 1989 yılında Doğu Almanya’daki ayaklanmalar artıp 9 Kasım’da 1989’da Berlin Duvarı’nın fiilen ortadan kalkmasıyla bir “devrim” gerçekleşti. SPD’nin o dönemki genel başkanı Hans-Jochen Vogel bu tarihi, “Alman halkının özlemini duyduğu özgürlük ve demokrasi için tarihî bir zafer” olarak nitelendirecekti.
İki Almanya’nın 1990’da yeniden birleşmesi ve Almanya dediğimiz sınırların bugünkü hâlini almasıyla birlikte SPD, bir sonraki seçimlerde CDU/CSU karşısında yine yenilgiye uğradı ve oyların yüzde 33,5’ini aldı.
Schröder Dönemi ve SPD
Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasının ardından SPD’nin iktidara gelebildiği ilk dönem 1998 yılında başlayan Gerhard Schröder dönemi oldu. Schröder önderliğindeki SPD, 1998-2005 yılları arasında Yeşiller Partisi ile koalisyon kurmuş, bu dönemde Alman sosyal sistemi ve iş piyasasının reformunu öngören Agenda 2010 hayata geçirildi ve bu kapsamda Hartz reformları uygulanmaya başlandı. 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarının ardından NATO ve diğer uluslararası güçler Taliban yönetimine karşı askerî harekât başlatırken Almanya da NATO misyonunun bir parçası olarak Afganistan’a asker sevk etti.
Schröder döneminin sonunda SPD oy kaybederek iktidarı kaybetti. Tam da burada, Gerhard Schröder’in liderliğindeki SPD’nin 1998 yılında Federal Seçimlerde oyların yüzde 40,9’unu aldığını, fakat Schröder döneminin sonu olan 2005’te SPD’nin oylarının yüzde 34’lere kadar gerilediğini hatırlamakta fayda var. Bu dönemden sonra SPD, hiçbir zaman Schröder’in aldığı oy oranına yaklaşamayacaktı. Bunun nedenleri arasında Schröder’in sosyal demokrat tavrıyla uyumlu olmayan lüks hayatına dair eleştiriler, işsizlik maaşlarının kısıtlanması ve Willy Brandt dönemindeki casusluk skandalı gibi konular neticesinde SPD’ye duyulan güvenin azalması bulunabilir. İşçi sınıfının SPD’ye teveccühü bu dönemden sonra azalmaya başladı.
Nitekim bu dönemin sonunda, 2007 yılında SPD’nin sağa kaydığını iddia eden ve sosyalist politikalardan uzaklaşmasını eleştiren bazı hareket mensupları Sol Partiyi (Die Linke) kurdu.
Angela Merkel’li Yıllarda SPD
2005 ile 2021 yılları arası Almanya için “büyük koalisyon” dönemi olur. Bu yıllar arasında SPD, ülkedeki en büyük diğer parti olan CDU/CSU ile kurulan koalisyon nedeniyle “büyük koalisyon” olarak adlandırılan iktidarın parçası hâline geldi. SPD, 2008’deki küresel finans krizini bu koalisyon içinde atlattı. Merkez sağ bir parti ile kurulan koalisyon, SPD’nin sol çizgide kalması gerektiğine inanan parti mensuplarını hayal kırıklığına uğrattı. Bu dönem Almanya’da siyasi istikrarın sağlandığı bir dönem olarak görülse de 2009 yılındaki Federal Seçimlerde SPD’nin oy oranının yüzde 23’e düşmesi, büyük bir şok olacaktı. Nitekim bu seçimlerin ardından SPD iktidardan düşüp muhalefete geçti. Bu dönem Almanya’daki siyasi tartışmaya “Avrupa borç krizi” damga vuracak, Merkel öncülüğündeki CDU sıkı tasarruf politikalarını ve mali yardımları savunurken, SPD büyüme odaklı politikaların uygulanması gerektiğini savunacaktı. Burada bir not olarak, Almanya’nın 2025 itibariyle karşı karşıya kaldığı ekonomik sıkıntıların, o dönem Merkel’in sıkı tasarruf politikasının bir sonucu olduğunu ve büyüme odaklı bir politika uygulanması durumunda bugün Almanya’da dijitalleşme ve sanayide teknolojik atılımın sağlanabileceğini söyleyen eleştirmenler olduğunu da ekleyelim.
2013 yılına gelindiğinde SPD, Federal Meclis Seçimlerde ufak bir oy artışı elde etti. CDU’yla ikinci büyük koalisyon kurmuş olsa da 2017 yılı SPD için büyük bir hezimet oldu. Bu seçimlerde SPD, II. Dünya Savaşı sonrasında, parti tarihinde elde edilen en düşük oy oranını elde etmiş ve seçimlerde oyların yalnızca yüzde 20,5’ini alabildi. 2016 yılında yapılan bir Forsa anketi, SPD’nin Schröder’den sonra 10 milyon seçmen kaybettiğini ortaya koyuyordu.
2013 yılında SPD’nin büyük koalisyon içerisinde yer almasını savunan parti başkanı Sigmar Gabriel, 2018 yılında istifa edince, SPD’nin liderliğini Martin Schulz üstlendi. Avrupa Parlamentosu’nda uzun yıllar görev yaptı, uluslararası tanınırlığı olan ve en son Avrupa Parlamentosu Başkanlığı görevini yürüten Schulz’a yönelik ümitler oldukça yüksekti. Fakat 2017 yılındaki SPD hezimeti, Schulz’a dair ümitleri kırdı ve Schulz 2018 yılında görevinden istifa etti.
Bu dönemler, SPD’nin lider arayışı ve parti içindeki tartışmalarla karakterizedir. Schulz sonrasında 2019 yılında SPD’nin ilk kadın lideri olan Andrea Nahles, parti içindeki muhalefet ve eleştirilerin odağında yer alırken, parti içinden “sosyal demokrasinin büyük bir kriz içinde olduğu” yorumları yapılmaktaydı. Nitekim 2018 yılında Katolik bir ailenin taşrada yetişen çocuğu olarak SPD’ye girmesinin “normal” olmadığını söyleyen Nahles, daha sonra partinin karşı karşıya kaldığı baskılara dayanamayarak istifa etti.
Olaf Scholz Dönemi ve SPD’nin Bugünü
SPD, 2021’deki seçimlerde birinci parti olarak (yüzde 25,7 oy oranıyla) çıktı ve SPD’li Olaf Scholz şansölye koltuğuna oturdu. Bu sene SPD, Yeşiller ve FDP ile “Trafik Işığı Koalisyonu”nu (“Ampelkoalition”) kurar. Koalisyon hükûmeti, sosyal politika, enerji dönüşümü ve çevre konularında iddialı hedefler belirledi.
Fakat SPD’nin kazanıyor gibi göründüğü ivme, ülke ve dünya gündeminin ağırlığıyla kesildi. Scholz önderliğindeki SPD, Kovid-19 pandemisinin etkileriyle mücadele, ardından da 2022 yılında başlayan Ukrayna Savaşı ve Almanya’nın enerji krizi karşısında ciddi oranda etkilendi. Sosyal adalet ve işçi sınıfının mücadelesi bu büyük krizler karşısında bayraktarlığı yapılması zor değerler olurken, diğer yanda da liberal FDP’nin koalisyonda olması, iktidar ortakları arasındaki çatlakları derinleştirdi. İsrail’in Gazze’ye sürdürdüğü ve uluslararası toplum tarafından da “soykırım” olarak isimlendirilen saldırılar, SPD’li federal siyasetçiler tarafından eleştirilmesine ve hatta muhalefetteki CDU’dan Friedrich Merz, trafik ışığı koalisyonunu İsrail’e silah sevkiyatını “çok tereddütlü” gerçekleştirdiği yönünde eleştirse de, Scholz 10 Ekim 2024’te, “İsrail’e silah gönderdik, göndermeye de devam edeceğiz.” şeklinde bir açıklama yaptı. Almanya, 7 Ekim’den sonra İsrail’e ABD’den sonra silah sevkiyatı yapan ikinci ülke konumuna geldi ve İsrail’e 2024 yılında 326,5 milyon avro tutarında bir savunma ihracatı gerçekleştirdi. Bu oran, bir önceki yıla kıyasla 10 kat daha fazlaydı.
SPD Bugün Tam Olarak Nasıl Bir Parti?
Tüm bu tarihsel gelişmelerden hareketle şimdi dönüp soralım. SPD bugün tam olarak hangi çizgiyi temsil ediyor?
SPD’nin yolculuğu, Almanya’nın 20. yüzyılda hangi yolu takip edebileceğini bulmaya çalıştığı bir dönemde, sosyalist devrimci bir karakterden, daha reformist bir çizgiye kaymasıyla şekillendi. SPD anayasal reformları ve daha fazla demokratik katılımı savunan bir siyasi karakterde bir partiye dönüştü. Fakat bu dönüşümün, partinin içerisindeki reformist-devrimci kanatlar arasındaki ayrımları bitirmediğini, partinin temelde siyasi arenada kimi zaman yeni partiler doğurarak, kimi zaman da kendi bünyesindeki çatışmalarla devam ettiğini belirtelim.
İşçi sınıfından başlayarak zamanla geniş bir toplumsal tabana yayılan SPD, bugün işçilerden beyaz yakalılara, kentli orta sınıftan gençlere kadar uzanan geniş bir seçmen kitlesine sahip. Seçmenlerin coğrafi dağılımına bakıldığında parti, geleneksel olarak Almanya’da sanayileşmenin daha erken yaşandığı ve işçi hareketlerinin yoğunlaştığı kuzey ve batı bölgelerinde güçlü durumda.
SPD’nin parti programı, sosyal politikalar, eğitim ve göç konularında ilerici bir duruş sergiliyor. Özellikle aşırı sağcı parti AfD’nin güç kazandığı bir bağlamda SPD’nin göçle ilgili tutumu -bilhassa CDU’ya kıyasla- daha kapsayıcı ve çeşitliliğe dayalı. Bugün de SPD’nin içerisinde federal düzeyde yüzde 17 oranında göç kökenli milletvekili bulunuyor. Bu oran, yüzde 28 oranında göç kökenli vekile sahip olan Sol Parti’den sonra ikinci büyük oranı teşklil ediyor.
Toplamda altı farklı dönemde federal düzeyde hükümetin bir parçası olmuş ve dört kez şansölye çıkarmış (Willy Brandt, Helmut Schmidt, Gerhard Schröder ve Olaf Scholz) olan SPD, Almanya gündeminde her dönem, farklı siyasi ve ekonomik bağlamlarda şekillenmiş bir parti.
Tarihte sosyalizm bazı ülkelerde devlet kontrolünde kurulan totaliter rejimlerde uygulanırken, SPD sosyal demokrasinin Avrupa’daki ağır kapitalist sistemin insanları öğütüp geçmesinin önünde bir baraj oldu. Fakat aynı zamanda bu parti, kapitalist sistemin ve eşitsizliklerin “tampon çözümlerle” idame ettirilebilmesini de sağlayan bir siyasi sahneyi kurdu. Zaman içinde parti “işçi dostu” olmak ile “piyasa dostu” olmak arasındaki gerilimi hep bünyesinde taşıdı. Bugünün Almanya’sında ise iktidar ortağı olan SPD, bir yandan ülke içinde aşırı sağın yükselişine ne kadar zemin hazırladığı, diğer yandan ise dünya genelindeki soykırım ve zulümlere ne kadar set olabildiği konusunda ağır eleştirilerle karşı karşıya.
Dipnotlar
[1] Bu tarih, aynı zamanda Almanya’da sosyal demokrasinin de kuruluş yılı olarak bilinir.
[2] Günter Guillaume, Doğu Almanya istihbarat servisi Stasi’ye ajanlık yapıyordu ve Başbakan Willy Brandt’ın yanında çalışmıştı.
Kaynaklar
- Decker, Frank (2023): Etappen der Parteigeschichte der SPD. Bundeszentrale für politische Bildung. https://www.bpb.de/themen/parteien/parteien-in-deutschland/spd/42082/etappen-der-parteigeschichte-der-spd/
- von Alemann, Ulrich (2018): Die Entstehung und Entwicklung der deutschen Parteien. https://www.bpb.de/themen/parteien/parteien-in-deutschland/202312/die-entstehung-und-entwicklung-der-deutschen-parteien/