'Perspektif Konuşmaları'

“Irkçılığın Yansıma Alanı Olarak Müslüman Kadın”

“Irkçılığın Yansıma Alanı Olarak Müslüman Kadın” konulu Perspektif Konuşmalarının beşinci programına Avusturya Müslümanlar için Dokümantasyon ve Danışmanlık Merkezi’nin (Alm. “Dokustelle Österreich”) kurucusu Elif Adam, siyaset bilimci Elif Köroğlu ve ırkçı ayrımcılığın psikolojik etkileri üzerine çalışmalarda bulunan Psikolog Dr. Burcu Uysal katıldı. Irkçılık fenomenini ve onun Müslüman kadınlar üzerindeki etkilerini farklı perspektiflerden ele aldığımız programın kısa bir özeti.

@Shutterstock değişiklikler: Perspektif

Öncelikle genel bir soruyla başlayalım: Irkçılık nedir?

Elif Adam: Irkçılık bireysel ve yapısal iki çeşidi bulunan kompleks bir fenomen. Temelde ırkçılık hayali bir etnik yahut kültürel kritere göre algıda farklılık üretilerek bir üstünlüğün vadedilmesi anlamına geliyor. Irkçılıkta belirleyici olan güç ve algı faktörleri. Müslüman karşıtı ırkçılık da algı üzerinden yürütülen bir ırkçılık çeşidi. Bu bir insanın kendisini diğerinden üstün görerek, belirli bir kültürel farklılık üreterek, karşıdaki insanı Müslüman olarak algılayıp saldırması anlamına geliyor. Bu algı önemli, zira bir insanın İslamofobi ya da Müslüman karşıtı ırkçılık nedeniyle saldırıya uğraması için Müslüman olması değil, Müslüman olarak algılanması yetiyor. Bu bağlamda Müslüman olmayan ama Müslüman gibi görünen kişilerin de -Sihler gibi- bu tür ırkçılıklardan mustarip olduğunu söyleyebiliriz.

Kurumsal ırkçılık ise insanların isimlerinden yahut görünüşlerinden dolayı belirli kaynaklara ve imkânlara erişimlerinin olmaması ya da bunlara erişimde belirli zorluklarla karşı karşıya kalmaları demek. Kurumsal ırkçılık sisteme mündemiç bir ırkçılık çeşidi ve azınlık durumunda olan kişiler fark etseler de etmeseler de bu tür bir ırkçılığı tecrübe ederler.

“Irkçılığa Uğrayanların Yüzde 80’i Kadınlar”

Müslüman karşıtı ırkçılığı düşünürsek Müslüman kadınlar bu fenomenin neresinde duruyorlar? Onları Müslüman erkeklerden ayıran farklı bir tecrübe alanı var mı?

Elif Adam: Biz Dokustelle (Tr. “Avusturya Müslümanlar için Dokümantasyon ve Danışmanlık Merkezi”)olarak yaklaşık beş yıldır Müslüman karşıtı ırkçılık vakalarını belgeliyoruz. Irkçılığa uğrayanların yaklaşık yüzde 80-90’ını kadınlar oluşturuyor. Bu kadınların ise büyük bir kısmı dinî kimliği dış görünüşünden anlaşılan kadınlar. Bireysel ırkçılığa bakıldığında kadınların çok daha fazla etkilendiğini söyleyebiliriz. Bu kadınlar örneğin sokakta hakarete uğruyor, başörtüleri çekiliyor, yüzlerine tükürülüyor ve iş hayatlarında belirli engellerle karşı karşıya kalıyorlar.

Geçen yıl internet üzerinden yaptığımız monitoring (Tr. “İzleme”) ile aslında erkeklerin daha fazla saldırıya uğradığını tespit ettik. Fiili şiddet, eyleme dökülebilir şiddet daha çok kadınlar üzerinden kendisini gösterirken, internette erkeklerin daha fazla ırkçılıkla karşı karşıya kaldığını görüyoruz.

Ayrıyeten şunu da ifade etmemiz gerekir ki, kadınlar hem kadın hem de Müslüman olmalarından dolayı da ırkçılığa maruz kalabiliyor. Bu tür ırkçılık çok katmanlılık (İng. “Intersection”) bağlamında değerlendirilir. Bu durum, Müslüman kadınların daha fazla saldırıya uğramasına ve ırkçılığı daha vahim bir şekilde yaşamasına sebep oluyor.

Irkçılık ve medya çok sık bir arada kullanılan iki kelime. Bu ikisi arasında nasıl bir ilişki var ve Avrupa ülkelerindeki farklı medya kurumlarını dikkate alacak olursak, temelde sürekli karşılaştığımız kendisini yeniden üreten ve ırkçılığı tetikleyen stereotipler neler?

Elif Köroğlu: Toplumların temel bilgi kaynağı olan medya, normal şartlar altında birbirleri hakkında bilgi sahibi olmayan ve diyaloga girmeyen insanları bilgilendirir. Bu anlamda medyanın ciddi bir algı geliştirme/şekillendirme ve meşrulaştırma gücü var. Medya özellikle de görsel faktörlerle, doğrudan insanların algısına seslendiği için bilinçaltında ve bilinçte resimler oluşturur ve bu resimler genel anlamda ötekileştirici, ırkçı resimler ve metaforlar. Burada enteresan olan, medyada kullanılan sembollerin -Müslümanların günlük hayatlarında önemli yer tutan başörtüsü, cami, minare gibi görsellerin- daha çok negatif kelimelerle ve sürekli benzer şekilde sunulmaları. Genelde siyah bir arka planda, başı öne eğik ya da arkadan fotoğraflanmış Müslümanlar ve bu görseller eşliğinde terörizm, baskı, despotizm ya da gericilik gibi sloganların kullanılması gibi…

Frankfurt’ta Prof. Dr. Kai Hafez’in, Alman devlet televizyonunun 2010-2011 yılları arasındaki yayınlarını analiz eden bir çalışması mevcut. Bu çalışmada İslam ve Müslümanlarla ilgili olan yayınların yüzde 81’inin negatif bir bağlamda olduğu tespit ediliyor. Bu bulgu çok ciddi bir bulgu ve bu tarz yayınların İslamofobiye zemin hazırladığını ve onu pekiştirdiğini söyleyebiliriz.

İslam ile ilgili medyada genel retorik ya da stereotipler, terörizm, gericilik, rasyonel olmama durumu üzerinden ilerliyor. Kadınlar ise kurtarılması, özgürleştirilmesi gereken, kendini savunamayan, ifade edemeyen, bastırılmış, zorla evlendirilen ya da namus cinayetine kurban giden metafor ve resimlerle tasvir ediliyor. Maalesef redaksiyonlarda çalışanlar ve yayın sorumluları faydacı bir tutumla, manşet olması ya da satılması amacıyla korku yayacak görsel ve içeriklerle çalışıyorlar. Burada büyük bir sorumsuzluk söz konusu.

“Medya Sektöründe Tokenizm Yapılıyor”

Televizyon ya da gazetelerin redaksiyonlarının canlı tutulması, çeşitlendirilmesi, renklendirilmesi, göç kökenlilerin redaksiyonlara girmesi gibi konular gündemde. Redaksiyonlar çeşitlendirilirse medya da çeşitli olur ve o zaman bahsedilen stereotipler üretilmez diyebilir miyiz?

Elif Köroğlu: Yayın organlarında, medya gruplarında, din, ırk, cinsiyet fark etmeksizin redaksiyonların canlı tutulması, çeşitlendirilmesi, renklendirilmesi daha çok sembolik. Yakın zamanda yayımlanmış bir rapor, Alman toplumunun dörtte birinin yabancı kökenli olduğunu, medya içeriği üretenlerin ya da yayın yönetmenlerinin sadece yüzde altısının yabancı kökenli olduğunu gösteriyor. Bu yüzde altının içerisinde de siyahi ya da başörtülü, ırkçılığa maruz kalan sosyal grubun üyelerine yer verilmiyor. Buna “tokenizm” diyoruz. Yani sembolik olarak renkli görünen, ama içeride büyük rolü olmayan, değişimlere kapı açamayan, üretilen stereotiplere dur diyemeyecek ve farklı bakış açısı kazandıramayacak insanlara rol verilmesi. Maalesef bu doğru bir temsil değil ve bu sebeple stereotiplerin engellenmesine de herhangi bir katkı sağlamıyor.

Müslüman kadınlar çok ciddi anlamda bir ırkçı tecrübe yoğunluğuna sahipler. Irkçı saldırıya uğrayan kadınlarda hangi temel refleksler ve tepkiler gözlemleniyor? Irkçılıkla karşılaşan kadınlar nasıl bir duygu durumu üretiyor?

Burcu Uysal: Burada ayırt etmemiz gereken en temel şey, ırkçı muamelenin çeşidi ve boyutu. Irkçı muamele Müslüman kimliği üzerinden kadına laf atılması şeklinde olabileceği gibi, fiziksel anlamda bir darpla da sonuçlanabiliyor. Bu ikisi arasında sonuçların tesirini hissetme bakımından ciddi bir fark söz konusu. Burada kişilerin hassasiyet derecesi önemli. Biz insanlar yapısal olarak bambaşka varlıklarız. Her birimiz aynı muameleye maruz kalsak da farklı etkilenebiliriz. Burada herkesin travmatik bir tecrübe olarak hissedeceği darp olayını bir kenara bırakıyorum. Basit bir laf atma eylemini düşünelim. Bu durum maruz kalan bazı kadınları etkilemezken, bazılarının üzerinde derin bir etki bırakabilir, örneğin kurban rolüne girebilirler. Bu yaşanmışlıklarla alakalı olabileceği gibi yapısal bazı temelleri de olabilen bir durum. Kişinin hayat şartları ya da yapısal durumu buna yatkınsa, umutsuzluk, çökkünlük hissedebiliyor ve hayata karşı ilgisini kaybedebiliyor. Bu durum kişinin depresyon tanısı almasına kadar varabiliyor.

Birkaç gün kötü yaşanan bir olayın etkisinde kalmak gayet doğal. Ama 2-3 hafta normal hayati işlevlerimizi yerine getiremeyecek kadar bu durumdan etkilenildiyse profesyonel bir destek almak gerekiyor. Kişi depresyon, kaygı bozukluğu ya da farklı psikopatolojik sorunlarla karşı karşıya olabilir.

Şimdi darp durumunu ele almak istiyorum. Darp, kişinin benliğine yapılan bir saldırı, ciddi bir travma. Bedensel sınırların aşıldığı, fiziksel acı ve şiddetin de olduğu, kişinin savunmasız bir şekilde yakalandığı bir durum. Kişi ne kadar güçlü olursa olsun, -az önce bahsettiğim hassasiyet derecesinden bağımsız olarak- böyle bir muamele kendisinin günlerce ve gecelerce bu durumla meşgul olmasına sebep olur. Travmatik yaralar oluşur ve bu durum travma sonrası stres bozukluğu teşhisine kadar varabilir.

Ayrıca kaygı bozuklukları, sosyal fobi, agorafobi ve panik atak da oluşabilir. Kişinin yapısal olarak ufak bir meyli varsa bu tarz sorunlar tetiklenebilir. Saydığım psikopatoloji bazı kişilerde tek tek görülürken, bazılarında bir arada, iç içe geçmiş kompleks bir hâlde kendisini gösterebiliyor.

“Irkçı Travmayla Başa Çıkmanın Yolu Köklerini Sağlamlaştırmak”

Bu tarz tecrübeler yaşamış insanlar bu travmayı nasıl aşabilirler?

Burcu Uysal: Öncelikle herkesin bu durumdan nasıl etkileneceği değiştiği gibi, baş etme mekanizmaları da çok farklı olabiliyor. Kimi insanlar dışa dönük yaşar, başından geçen olayı herkese anlatır, böyle rahatlar. Bu durumda etrafındaki insanların da onu o şekilde dinlemesi ve desteklemesi gerekir. Kimi insan için de bu durum konuştukça yük, külfet olan bir şeydir. Bu durumda o kişiye saygı göstermek gerekir. Burada kişinin konuşmak istemeyerek yaşadığı olayı bastırmaya ve unutmaya mı çalıştığı sorusu üzerine düşünülmeli. Kişi gerçekten iyi mi yoksa olayın üzerini mi örtmeye çalışıyor? Bu ayrımı yapmak çok önemli. Zira bastırmak bir çözüm değil, çünkü beyin en çok kaçmaya çalıştığı şeyle muhatap olur.

Yaşanan bu tarz tecrübelerin ardından koruyucu faktör olarak nitelendirebileceğimiz sosyal destek de ayrı bir önem kazanıyor. Kişinin aile desteği, arkadaşları, birlikte vakit geçirip paylaşım yapabileceği bir sosyal çevresi varsa, kişiler bu dönemi daha rahat atlatabiliyor. Olumsuz bir olayın ertesinde çoğunlukla kişi bulunduğu ruh halinden çıkıp, sosyal destek alabileceği ortamlara girmek istemeyebiliyor. Burada kişinin, kendisine iyi geleceği inancı ile adım adım ilerlemesi gerekiyor.

Ayrıyeten araştırmalar grup aidiyeti olan kişilerin saldırıların olumsuz etkileriyle daha iyi baş ettiğini gösteriyor. Kişi olumsuzluklar karşısında yalnız bir birey olmadığını, bir grubun üyesi olduğunu düşündüğünde bu tarz sıkıntıları da daha çabuk atlatıyor. Yani sosyal ilişkiler önemli bir rol oynuyor. Yine araştırmalara göre olumlu bir dinî bağ ve ahiret inancı da kişileri rahatlatabiliyor.

Yaşanılan olumsuzluklarla mücadelede en temel olan şeylerden biri de bizim bireysel koruyucu faktörler dediğimiz kişinin kendi kaynaklarını, zorluklarla, travmalarla baş etmede kendisini güçlendirmesi. Burada kişi kendisini, özgüvenini, özsaygısını besleyebilmek için yeni beceriler edinebilir, yeni kurslara gidebilir, yeni hobiler edinebilir.

Aynı travmaya maruz kalan kişilerin farklı tepkiler verdiğinden bahsettim. Travmayı kısa bir zamanda, hızlı bir biçimde atlatan kişiler psikolojik sağlamlığı yüksek kişiler. Psikolojik sağlamlık doğuştan gelen bazı özelliklere bağlı olsa da, biz bugün psikolojik sağlamlığın artırılabilen, geliştirilebilen bir şey olduğunu biliyoruz. Bu noktada biraz metaforik düşünmek gerekiyor. Kendimizi bir ağaç gibi hayal edelim. Bir dalımız kırıldığında, dala odaklanmayıp, köklerimizi güçlendirmemiz gerektiğini düşünelim. Köklerimiz güçlendiğinde yepyeni dallar vereceğiz zaten. Bu bakış açısıyla hareket etmek gerekiyor.

“Sivil Toplum Kuruluşları Eksiği Kapatmaya Çalışıyor”

Irkçılığın birey üzerinde yıkıcı etkileri olan uzun vadeli, dezavantajlı sonuçlara sebep olan bir fenomen olduğunu dinledik. Peki sivil toplum ırkçılık karşısında nasıl bir rol oynuyor?

Elif Adam: Irkçılıkla mücadelede sivil toplum kuruluşları oldukça önemli bir yer tutuyor. Irkçılık mağduru birinin devletin kurumlarına başvurması, sivil toplum kuruluşlarına kıyasla kolay değil ve çoğu durumda kişiler kendileriyle aynı etnik ve dinî kimliği paylaşan kişilerle yaşadıklarını paylaşmak istiyor.

Ayrıca çoğu kişi ırkçılık durumunda yönelebilecek kuruluşları tanımıyor. AB’nin EU MIDIS çalışmasında gördüğümüz gibi, Avusturya içerisinde yaşayanların yüzde 85’i ırkçılık yaşadığında nereye yöneleceğini bilmiyor. Bence bu rolü sivil toplum kuruluşları üstleniyor ve alandaki eksikliği kapatabiliyor. Bu kurumlar zaten sivillerin yanında olduklarını ve onların haklarını savunmak istediklerini belirtiyor. Devlet destekli değiller, ideolojileri yok. Sırf bu sebeple bu kurumların çok büyük potansiyelleri var. Sivil toplum kuruluşları ile insanlar sesini ulusal olarak duyurabiliyor. Sorunlar dile getirildikçe hükûmetlerin bu sorunlara göz yumma ihtimalleri de azalıyor. Biz ulusal düzeyde yaşanan sorunları AB’ye taşıdığımızda dışarıdan belirli bir baskı yapabiliyoruz. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Kurumu yazdığı son raporda İslamofobik söylemlerden dolayı Avusturya’yı eleştirdi. Biz bugün bu eleştiriyi çok rahat bir şekilde yapabiliyoruz ama bu eleştiriyi var edebilmenin arkasında sivil toplum kuruluşlarının senelerce süren çabası var. Bu sadece bugünden yarına olabilecek bir şey değil.

Peki sivil toplum kuruluşları ne tür sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar?

Elif Adam: Sivil toplum kuruluşları finansal destek bulamadıkları için kurumsallaşamıyorlar. Özellikle ırkçılıkla mücadele eden sivil toplum kuruluşları devletlerin söylemlerini eleştirdikleri için finansal destek almakta zorlanıyorlar. Bu kuruluşların yaşadığı bir diğer zorluk, çalışan birçok kişinin gönüllü olarak bu işi yapıyor olması. Gönüllülükle çalışan kurumlar her ne kadar bazı şeylere ulaşabilse de hep eksik kalıyor. Alan o kadar büyük ki, cemaatlerin ve bireylerin desteği gerekiyor bu kurumlara. Maalesef sivil toplum kuruluşları bizim kültürümüzde çok gelişmiş değil. Örneğin kişiler kermesler olduğunda, camiler ya da kampanyalar için para toplandığında çok fazla destek verebilirken, insan hakları için çabalayan, ırkçılıkla mücadele eden sivil toplum kuruluşlarına bu denli desteğin verilmediğini görüyorum. Bunun çok farklı nedenleri var.

“İslamofobi Çok Somut Bir Şey”

Bir kermesten toplanan gelirle cami yapıldığında sonucu hemen görmek mümkün. Buna karşı sivil toplum kuruluşlarının yaptıkları senelere yayılan çalışmalar. İnsanlar belki de karşılığını doğrudan göreceklerine inandıkları durumlarda daha fazla katkı sağlıyor olabilir mi?

Elif Adam: Tabii, bunun da etkisi var. Birçok kadın bana şunu söylemiştir: “Ben yaşadığım ırkçılığı sana bildirsem ne olacak? Bir şey değişmeyecek.” Özellikle birçok olayda Müslümanların sivil toplum kuruluşlarına başvurmamasının arkasında, raporlanan olayların polis tarafından araştırılmaması ve dosyaların kapatılması yatıyor. Bu durumlarda insanlar beklentilerini kaybediyor. Yine de ümitsiz olunmaması gerek. Bu bugünden yarına değişecek bir şey değil. Ama hep şunu hatırlatmaya çalışıyorum. Susuldu da ne oldu? Yirmi yıl öncesi ile on yıl öncesini kıyaslayabiliyor muyuz? Zamanla durumlar aynı şekilde kalmadı, gittikçe zorlaştı ve kötüleşti. Yani direkt olarak bir sonucun görülmemesi her anlamda çok büyük bir etki doğuruyor. Fakat yine de harekete geçmek gerekiyor.

Tarihte ezilen kesimler, ayrımcılıkla karşı karşıya kalan insanlar çok ciddi bir sivil bilinç ve potansiyel çıkarabiliyorlar. Almanya’da genç Müslüman kadınlar o itici gücü, ayrımcılık, ırkçılık tecrübesi karşısında harekete geçme enerjisini bulabiliyorlar mı?

Elif Köroğlu: Ben burada maalesef çok pozitif bir resim görmüyorum. İnsanlar genelde İslamofobinin ne olduğunu biliyor ama bunu sadece teoride varmış gibi algılıyorlar. Aslında İslamofobi çok somut bir şey. Ve bunu özellikle genç kadınların içselleştirdiklerini görüyorum. Kadınlar sıklıkla ırkçılıkla karşı karşıya kalıyor, fakat bunu ırkçılık kategorisine yerleştir(e)miyorlar. Bu hususta bilinçlendirme yapılması ve siyasi eğitimlerin verilmesi elzem.

Camiye ya da herhangi bir kültür merkezine giden Müslüman kadınların büyük çoğunluğu ırkçı tecrübe yaşıyorlar. Bu kadınlara bu kurumlarda kendilerini rahat hissedebilmeleri, iyileşebilmeleri, yaralarını sarabilmeleri için nasıl bir ortam sağlamak gerekir?

Elif Adam: Her camide ve kurumda ırkçılık durumunda nereye başvurulacağını, neler yapılabileceğini, mağdurların nasıl desteklenmesi gerektiğini bilen profesyonelleşmiş, eğitim almış bir kişinin bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bu alanda ulusal düzeyde eğitimler hazırlanabilir ve bu eğitimlere katılan kişiler kendi toplum ve cemaatlerine döndükleri zaman ırkçılık durumunda ilk yardım uygulayabilirler. Eğitim aldıkları kuruma sorularını yönlendirebilirler ve onlardan destek alabilirler. Böyle bir sistemin oluşması ve kurumsallaşma gerçekten çok faydalı olacaktır.

“Irkçı Travma Yaşayanlara Destek Olmak Gerek”

Müslüman kadınlar kendilerine nasıl alanlar oluşturabilir?

Elif Köroğlu: Maalesef Müslüman kadınların kendilerine bir alan oluşturulmasının önünde bazı engelleyici tutumlar mevcut. Genel anlamda Müslümanların oldukça pasif ve reaksiyoner bir tutumu var. Bu konuda atılması gereken çok fazla adım mevcut. Hem sivil toplum örgütleri olarak hem camiler ve cemaatler olarak daha fazla sesimizin çıkması gerekirken, biz “Bugün camimize bir saldırı olmadı, iyi bir durumdayız.” diye düşünüyor ve tutumlarımızı buna göre şekillendiriyoruz. Arka planda pasif bir biçimde durmaya devam ediyoruz. Oysa bu çok yanlış bir yaklaşım. Biz bu yaklaşımla Batı toplumlarında hür bir biçimde yaşamımızı sürdüremeyiz.

Çevremizde doğrudan ırkçılığa maruz kalmış bir Müslüman kadın olduğunu düşünürsek, ona nasıl yardımcı olunabilir? Onun psikolojik açıdan kendisini iyi hissetmesini sağlamak adına nasıl bir ortam oluşturmak ve tavır sergilemek lazım?

Burcu Uysal: Öncelikle yakınlık seviyesi çok önemli. Kişinin istemediği, hazır olmadığı hâlde bu konuyla muhatap edilmesi büyük bir külfet olabilir. Ama bizim yapabileceğimiz şey, bu sıkıntıyı ve travmayı yaşamış kişinin yanında olduğumuzu hissettirmek. Yine burada yakınlık derecesine göre, belki kahve içmeye davet etmek, başka konulardan bahsetmek mümkün olabilir ya da az önce dediğim gibi, ağacının köklerini güçlendirmesini teşvik edebiliriz. Bunu yaparken incitmeden, çok doğal bir şekilde “Bak hanımlara yönelik yüzme kursu varmış, beraber gidelim mi? Şöyle bir kurs açılmış ilgini çeker mi?” denilebilir. Bu anlamda teşvik etmeye çalışmak, kişiye büyük bir destek olabilir. Eğer kişinin hayat fonksiyonları, işlevselliği zarar gördüyse, yine bu kişileri profesyonel yardım almak için destekleyebilir, teşvik edebiliriz. Bu da o kişilere yapabileceğimiz başka bir yardım.

Siyaset bilimci olan Elif Köroğlu, Leibniz Üniversitesinde medyada Müslüman karşıtlığı konusunda doktora çalışmasını sürdürmektedir.

Avusturya’da Müslüman karşıtı ırkçı ayrımcılık vakalarının dökümentasyonunu yapan Dokustelle’nin kurucusu olan Elif Adam, Viyana Üniversitesinde Kültür ve Sosyal Antropoloji eğitimi almıştır.

Dr. Burcu Uysal, İbn Haldun Üniversitesinde doktora öğretim üyesidir. Göç psikolojisi ve travma alanında uzman olan Uysal, ırkçı ayrımcılığın psikolojik etkileri alanında çalışmalar yapmıştır.

Elif Zehra Kandemir

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ırkçılık araştırmaları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler