“Vatan” ile “Ev” Arasında Üç Kuşak
Almanya’ya Türkiye’den 60’lı yıllarda başlayan işçi göçüyle birlikte gelerek yerleşen “misafir işçiler” hâlihazırda ülkede yarım asırdan uzun bir geçmişe sahip. Peki Türkiye kökenliler için bugün vatan, kimlik, göç, aidiyet ve Almanya’da göçmen kökenli olmak ne anlama geliyor? Dört nesildir Almanya’da yaşayan Salman Kızılaslan, kızı Hülya Layık ve torunu Kübra Layık ile konuştuk.
Salman Bey 1965’te Hatay’ın Delibekirli Köyü’nden Almanya’nın Goslar şehrine gelmiş. Uzun yıllar bir fabrikada boyacı ve cilacı olarak çalışmış. Şu an kendisi gibi emekli olan eşi Sevim Hanım’la birlikte çocukları ve torunlarıyla vakit geçiriyor.
Almanya’ya gelişi hakkında şunları anlatıyor Salman Bey: “Kalmak niyetinde değildim. Bir süre sonra karım ve üç yaşındaki kızım geldi. Ondan sonra dört çocuğumuz daha oldu. Dili konuşamıyorduk, kültürü bilmiyorduk. Yabancı bir memleketteki yabancılardık; misafir işçilerdik. Bugün de hâlâ bu şekilde anılıyoruz.” Salman Bey yarım asrı aşkın bir süredir yaşadığı Almanya’da hâlen bir yabancı olarak nitelendirilmeyi kanıksamış görünüyor. Zaten kendisi de Türkiye’de doğup büyüdüğünü hatırlatarak, “Kendimi Türk olarak hissediyordum.” diyor.
Almanya’ya göç ettikten dört sene sonra dünyaya gelen kızları Hülya Hanım anaokulu öğretmeni. O da babası gibi kendisini Türk olarak tanımlıyor, ama Almanya’da doğup büyümüş biri olarak Almanya’nın yerli bir unsuru olduğunu düşünüyor.
Salman Bey ve eşi Sevim Hanım
Ailenin Almanya’daki üçüncü neslini temsil eden Kübra Hanım, 29 yaşında, gazeteci. Annesi ve dedesinden farklı olarak kendisini “Türk” veya “Alman” şekilde tanımlamak istemiyor: “Bazen kendimi daha çok Alman, bazen daha çok Türk olarak hissediyorum. Bazen aynı anda her ikisi, bazense ikisine de yabancı olabiliyorum.” diyor. Ama ikisi arasında bir tercih yapmak zorunda kalacak olsa kendisini “göç geçmişine sahip bir Alman” olarak tanımlayacağını söylüyor.
“Vatan Bir Yer mi; Yoksa Bir Duygu Mu?”
Ailenin ilk iki nesli için vatan kelimesi hâlâ tamamen Türkiye ile ilişkili. Salman Bey hem Türk hem de Alman vatandaşlığına sahip. Ancak bunun vatan hissiyatına yönelik bir etkisi olmadığını söylüyor; “Benim için vatan Türkiye demek.” diyor. Kızı Hülya Hanım da buna katılarak “vatan” kavramını dahi bu yoğunlukta sadece Türkçede tecrübe ettiğini ifade ediyor. Ancak baba-kız her ikisi de bu noktada bir parantez açıyor. Hülya Hanım vatan olarak Türkiye’yi işaret etse de doğup büyüdüğü ve kendisini evinde hissettiği yerin Almanya olduğunu vurgulamadan geçemiyor. Salman Bey ise “Benim iki vatanım var. Birinde doğup büyüdüm, diğerinde ise neredeyse 60 yıldır yaşıyorum. Biri vatanım, diğeri ise evim.” diyor. Bununla karşılık Salman Bey vatan olarak benimsediği her iki ülkede de yabancı olarak görülmeye içerliyor: “Vatan, tanınma ve aidiyet, kabul görme ve hoşgörü demek. Ama gelin görün ki, Türkiye’de ‘Alman’, Almanya’da ise ‘Türk’üm. Öyleyse vatan bir yer mi yoksa daha çok bir duygu mu?” diye soruyor.
Torunu Kübra Hanım’ın ise bu soruya net bir cevabı var. Kökeninin Türkiye’de, ancak evi, dünü, bugünü ve geleceğinin Almanya’da olduğunu belirten Kübra Hanım, bu kavramın kendisi için “bir yerden ziyade bir duygu” olduğunu ifade ediyor. Vatan kavramının, kendisine her zaman fazla genel ve bazen de fazla ütopik geldiğini söyleyen Kübra Hanım, “Bu kavramı duyduğumda Türkiye’yi değil, Almanya’yı düşünüyorum. Ancak benim için Almanya da gerçekten bir ‘vatan’ değil, çünkü bana burada istenmediğim hissi veriliyor.” diyerek vatan kelimesinin tanımının sadece bir toprak parçasının sınırlarına hapsedilemeyeceği fikrini savunuyor.
Salman Bey iş arkadaşlarıyla fabrikada öğle molasında
Vatan algıları farklı da olsa, ne Salman Bey ne de kızı ve torunu, Almanya’dan Türkiye’ye tersine göç konusuna pek sıcak bakmıyor. Salman Bey bunu yapabilmek için artık çok yaşlı olduğu cevabını veriyor: “Çocuklarım, torunlarım ve torunlarımın çocukları Almanya’da. Almanya’ya geldiğimizde eşim 19, ben 25 yaşlarındaydık. Bu saatten sonra bizim için sadece ölüm Türkiye’ye bir dönüş sebebi olabilir.”
Hülya Hanım da benzer bir şekilde, çocukları ve torunlarını Almanya’da bırakıp Türkiye’ye yerleşmenin şu anda kendisi için söz konusu olmadığını söylüyor. “Fakat yaşlandığımda ve artık çalışmadığımda Türkiye ile Almanya arasında gidip gelmeyi düşünebilirim.” diyor.
Kızı Kübra Hanım ise daha farklı bir gerekçeyle, Türkiye’deki siyasi durum ve genel koşullar nedeniyle orada yaşamanın kendisi için şu an bir seçenek olmadığını vurguluyor. Ancak durumun yabancı düşmanlığı nedeniyle Almanya’da da çok parlak olmadığını hatırlatarak, “Irkçılık buradaki gündelik hayatımı etkiliyor. Fakat en azından burada evimdeyim.” yorumunu yapıyor.
“İkinci Nesil Kültürel Değerleri Yaşatmada Daha Başarılı”
Köken ülke Türkiye’ye ait dinî ve kültürel bayramlar ile özel günler hem Salman Bey’in hem de kızı ve torununun hayatında hâlâ önemli bir yere sahip. Salman Bey özellikle bazı değer ve geleneklerin korunması gerektiğini söylüyor ve “Aksi hâlde gurbette elimizde başka ne kalır ki?” diye soruyor.
Hülya Hanım ailesinden öğrendiği dinî ve kültürel değerlerin kendisi için çok önemli olduğunu ve aynı şekilde bu değerleri çocuklarına aktarmaya her zaman özen gösterdiğini söylüyor. Kızı Kübra Hanım da annesine bu hususta katılıyor ve bilhassa dinî günlerin kendisi için önemli olduğunu belirterek, “Kendimi, Türk kültüründen ziyade bana aktarılan din olan İslam ile özdeşleştiriyorum. Elbette bazı kültürel değerleri de benimsedim ve bunlar için aileme minnettarım.” diyor.
Bununla birlikte aile ziyaretleri, bayram kutlamaları ve geniş aile kültürü gibi değerlerin yaşatılmasına tanınan öncelik ve hayata geçiriliş şekillerinde nesiller arası çeşitli nedenlerle birtakım farklılıklar gözlemlemek mümkün. Salman Bey, “Yaşatmaya çalışsak da bazı âdetler ve uygulamalar kaçınılmaz olarak değişti.” diyor.
Hülya Hanım sanılanın aksine ikinci neslin bazı kültürel değerleri yaşatmada birinci nesle nazaran daha başarılı olduğunu düşünüyor. Buna gerekçe olarak ise ilk neslin maruz kaldığı ağır çalışma şartlarına işaret ediyor: “Annem ve babam günde 14 saat çalışırdı. Durum böyleyken kültürlerini yaşatmaya fazla zamanları yoktu.” İkinci neslin ise bu süreçte birçok travma yaşadığını ve iyileşmek için dinî ve kültürel değerlere daha fazla sarıldığını aktarıyor.
Kübra Hanım dedesinin bahsettiği geleneklerin uygulanmasında yaşanan değişime dair farklı bir faktöre dikkat çekiyor. “Benim kuşağım yüksek eğitim olanaklarına, iyi iş imkânlarına ve kendi ayakları üzerinde durabilme ayrıcalığına sahip. Bu yeni durum, önceki nesillere kıyasla üçüncü nesil için daha başka öncelikleri beraberinde getiriyor.” değerlendirmesini yapıyor.
“Bizim Sesimiz Kısıldı, Ama Onlar Konuşmalı”
İlk üç kuşağın günlük hayatta tercih ettiği dil ve sosyal çevreleri karşılaştırıldığında, nesilden nesle hem aile içinde konuşulan dilin, hem de sosyal çevrenin çeşitlendiği görülüyor. İlk iki nesli teşkil eden Salman Bey ve kızı Hülya Hanım’ın sosyal çevreleri çalışma hayatı haricinde büyük oranda Türkiye kökenlilerden oluşuyor.
Hülya Hanım bir eğitimci olarak neredeyse sadece Alman meslektaşlara sahip olduğunu belirtiyor. Özel hayatında ise daha çok Türkiye kökenli arkadaşları olsa da anne ve babasının jenerasyonuna göre daha heterojen bir sosyal çevreye sahip.
Kızı Kübra Hanım’ın arkadaş çevresi ise çokkültürlü. “Etrafımda her ülkeden insan olduğu için şanslıyım. İş arkadaşlarım, üniversiteden arkadaşlarım, özel hayatımdaki arkadaşlarım; hepsi farklı hikâyelere sahip, farklı kültürlere ve dinlere mensup insanlar. Ve bunu çok seviyorum!” diyor.
Aile içerisinde konuşulan dil hususunda Hülya Hanım ve kızı Kübra her iki dilde de konuştuklarını belirtiyorlar. Hülya Hanım torunlarıyla, Kübra Hanım ise yeğenleriyle günlük hayatta daha pratik olduğu için genellikle Almancayı tercih ediyor. Buna rağmen Kübra Hanım “Ama duygularımı genellikle Türkçe olarak daha iyi ifade edebiliyorum.” diyerek duygu dilinin Türkçe olduğunu vurguluyor.
Salman Bey ise çocukları ve torunlarıyla sadece Türkçe konuştuğunu aktarıyor. Ancak kendi tecrübelerinden hareketle onların Almanca diline çok iyi hâkim olmalarını ve toplumsal hayata katılmalarını istiyor: “İtaatkâr olmayı ve boyun eğmeyi Almanya’da öğrendim. Başka bir seçeneğim yoktu. Fakat çocuklarım ve özellikle torunlarım farklı bir seçeneğe sahipler. Almanya’da doğup büyüdüler, bu ülkenin birer parçası onlar. Oy kullanabilirler, fikirlerini ifade edebilirler. Bunu yapmalılar da. Aynı zamanda bizim, ilk neslin de sesi olmalı, hikâyemizi aktarmalılar. Bizim sesimiz kısıldı, ama onlar seslerinin kısılmasına izin vermemeliler. Konuşmalılar!”
Salman Bey ve eşi Sevim Hanım çocuklarıyla
“Erken Yaşta Büyümek Zorunda Kaldık.”
Salman Bey çocuklarına ve torunlarına nereden geldiklerini unutmamaları için her zaman köyünden bahsettiğini ve memleket türküleri söylediğini aktarıyor. Lakin kızı Hülya Hanım babasının köyünü sadece çocukken dinlediği hikayelerden değil, bizzat orada yaşayarak tanımış. Kendisini “tipik bir ‘Kofferkind’”, Türkçe sözlük karşılığı ile “bavul çocuğu” olarak tanımlıyor. Henüz 1 yaşındayken anne ve babası yakın zamanda Türkiye’ye kesin dönüş yapmayı planladıkları için Türkiye’ye babaannesi ve dedesinin yanına gönderilmiş. Ancak bu gerçekleşmemiş ve Hülya Hanım 6 yaşına kadar köyde kalmış. İlkokulun birinci sınıfını köyde okumuş. O yıllara dair “Köyü çok seviyordum ve çok mutluydum.” yorumunu yapıyor.
Ancak Hülya Hanım’ın çocukluk yılları sadece köye dair mutlu anılardan oluşmuyor. İkinci kuşağın çok sıkıntılar çekerek büyüdüğünü dile getiren Hülya Hanım, annesi doğumdan hemen sonra çalışmaya başladığı için henüz 10 yaşındayken yeni doğan kardeşinin kendisine emanet edildiğini anlatarak, “Erken yaşta büyümek zorunda kaldık.” diyor. Çocukluğuna dair hatıralarında anne ve babasının göç hikâyelerinin de önemli yeri olduğunu belirterek, aklında en çok yer eden bir tanesini ise şöyle anlatıyor: “Annem Almanya’ya ilk geldiği zamanlar bir keresinde fabrikadaki mesaisi sonrası otobüsü kaçırmış ve eve nasıl gideceğini bilmediği için kaybolmuş. Babam ise o sırada 3 yaşında olan ablamla evdeymiş. Annem o gün yürüyerek bir şekilde evin yolunu bulmuş ama babam hâlâ hiçbir zaman o günkü kadar korkmadığını anlatır.”
Kübra Hanım da dedesi ve anne-babasından köye dair birçok hikâye dinlediklerini ve bu hikâyelerle büyüdüklerini doğruluyor. Çocukluğunda her yıl hem anne hem de babasının memleketi olan Hatay’a gittiklerini ve orada hissettiği “hoş geldiniz” duygusunun kendisi için her zaman çok özel olduğunu vurguluyor. “Babaannem ve dedem Almanya’ya her dönüşümüzde ağlarlardı. O zaman anlayamazdım, ama bugün özlemlerini çok iyi anlıyorum.” diyor.