'KÜLTÜR PERSPEKTİFİ'

Fatih Maraşlıoğlu: “Kendimizi Nasıl Tanımladığımızın Müziğini Yapıyoruz”

Nürnberg’de doğup büyüyen mimar Fatih Maraşlıoğlu, hem Batı klasikleri hem tasavvufi eserler icra eden bir müzik grubunun üyesi. Kültür Perspektifi Serisi’nin yedinci söyleşisinde Fatih ile sanata olan ilgisinin nasıl şekillendiği ve Müslüman kimliğinin sanatı üzerindeki etkisi hakkında konuştuk.

1992 yılında Almanya’nın Nürnberg şehrinde doğan Fatih Maraşlıoğlu, mimarlık eğitimi aldı. Mesleğine ilaveten müzik ve çizimle iştigal eden Fatih’in, ayrıca, fotoğraf ve video çalışmaları da mevcut. Instagram: https://www.instagram.com/fatih.maraslioglu/

Müzik, çizim ve fotoğrafçılık gibi ilgilendiğiniz birden fazla farklı alan var. Kısaca çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz? Çizim serüveniniz nasıl başladı, mimar olmanızın çizim serüveniniz üzerinde bir etkisi oldu mu?

Çocukluktan itibaren her anlamda kalemle meşgul olmak, bir şeyler çizmek, gördüğümü kâğıda aktarabilmek bana huzur ve zevk verdi. Okulda da seçtiğim sanat dersiyle birlikte çizim ve boyama becerilerimi derinleştirme imkânım oldu. Bu bakımdan çizim serüvenim mimarlık eğitimimden çok daha önce başladı. Mimarlığa ise bu işin teknik alanı olduğu için yöneldim.

Müzik serüvenime ise, Kur’an okuyarak ve ilahi söyleyerek başladığımı söyleyebilirim. Uzun senelerdir şan yapıyorum. Maktub isimli bir müzik grubumuz var. Orada da hem enstrüman icra ediyor hem söylüyorum. Yaylı tanbur, keman çalıyor ve ney üflüyorum. Bu enstrümanları hep kendi başıma öğrenmek durumunda kaldım. Aslında sanat adına yaptığım her şeyi kendi başıma yaptım diyebilirim. Çünkü elimden tutup bana yardımcı olacak kimse yoktu. Bu yolda beni ilerleten ve motivasyomu arttıran unsur ise sevgi. Ben eser ürettiğim alanları çok sevdiğim için bütün bunları başarabildim.

“Her Sanatçı, Her Müzisyen Motivasyona İhtiyaç Duyar”

Üç tane enstrüman saydınız: Keman, yaylı tambur ve ney. Bunları kendi başınıza öğrendiğinizi söylediniz. Bir yönlendirme olmadan bir enstrüman çalmayı öğrenebilmek oldukça zor olmalı. Siz bu enstrümanları herhangi bir profesyonel yardım almadan nasıl öğrenebildiniz?

Bu soruyu bana birçok kişi yöneltiyor. Öncelikle bu imkânsız bir şey değil ama övünülecek bir şey de değil. Özellikle profesyoneller tarafından tavsiye edilmediğini söylemem gerekir. Ben de bu işi usulüne göre bir ustadan öğrenen kişilerin çok daha fazla takdiri hak ettiğini düşünüyorum. 

Benim gözlemim ve tecrübem, kendi başına bir enstrüman öğrenen kişiler ortalamaya kıyasla biraz daha yetenekli ve biraz daha fazla efor sarf ediyor. Ama sorunuza dönecek olursak, internette enstrüman öğrenimiyle ilgili faydalanılabilecek birçok video var. Ben de bu araçlardan yararlandım. Benimkisi bu bakımdan biraz deneysel bir öğrenim oldu.

“Maktub” isimli müzik grubunuzda profesyonel bir arka plana sahip olmayan tek kişi sizsiniz sanıyorum. Bu grupla yolunuz nasıl kesişti? 

“Maktub” benim için çok özel bir birliktelik. Bizim birlikteliğimiz hem müzikal hem de şahsi olarak uzun yıllar öncesine dayanıyor. Hepimiz Nürnberg’de doğup büyüdük. Onlarla birlikte olmak bana büyük bir katkı sağlıyor. Müziğe bakış açımız ya da ulaşmak istediğimiz kitle, ulaşmak istediğimiz hedefler, dünyaya da bakış açımız aslında birbirine çok benziyor. Birbirimizi anlıyoruz. Müzikle anlatmak istediğimiz aslında aynı şey.

Peki yaptığınız sanatla ne tür ve nasıl bir kitleye hitap ediyorsunuz?

Çok büyük kitlelere ulaşmak hiçbir zaman ana hedefim olmadı. Her sanatçı her müzisyen motivasyona ihtiyaç duyar. Örneğin, beğeni almak, bir konserde binlerce insanın size alkışlaması bir motivasyon olabilir. Ama “Hedefiniz bu mu?” diye soracak olursanız, hem ekip olarak hem de şahsi olarak diyebilirim ki bizim hedefimiz bu değil. 

Biz örneğin organizatörlere bizim için ideal dinleyici sayısının 60 ila 90 kişi arasında olduğunu söylüyoruz. Çünkü biz güçlü ses sistemi olmadan çalmak istiyoruz.  Böylelikle seyirciye daha yakın oluyoruz. Az kişi olup sizi çok iyi dinledikleri zaman oradan hem sizin istifadeniz hem de dinleyicinin istifadesi daha fazla oluyor. Aynı şekilde çizim de de öyle. Veya diğer alanlar için de aynı şeyi söyleyebilirim. Bir kişi bile, ürettiğiniz eseri anlamlı bulduğu veya anladığı zaman bu aslında her şeyden daha değerli oluyor. Daha büyük bir kitlenin alkışı için farklı yollara gidilmesi gerekiyor. Biz ise o yollardan gitmek istemiyoruz.

Avrupa’da birçoğu göçmen kökenli olan Müslüman sanatçı ve zanaatkarlar, klasik İslam sanatlarından başlayıp çağdaş sanata gelen geniş bir yelpazede eserlerini üretiyorlar. Peki, onları ve eserlerini ne kadar tanıyoruz? Kültür Perspektifi Serisi’nde sanat ve yaşama dair soruları muhataplarına soruyoruz. Söyleşilere buradan ulaşabilirsiniz.
TIKLA

“Aslında Tam Olarak Kendimizi Nasıl Tanımladığımızın Müziğini Yapıyoruz”

Peki sizin motivasyonunuz nedir?

Benim şahsi motivasyonum kendimi daha iyi hissetmem ve ifade edebilmem oluyor. İltifat istemediğini söyleyen kişinin dürüst olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta: “Marifet iltifata tabiidir.” ve “Müşterisiz meta zayidir.” İnsan mutlaka bir karşılık bekliyor. Ben uzun bir süre camide çocuklara Kur’an eğitimi ve sohbetler verdim. Benim için motivasyonların en büyüğü, bu çocuk ve gençlerin böyle bir büyükleri olduğunu görmeleri ve örnek almaları oluyor. Örneğin bir çocuk müzikle ilgilenmek istiyor fakat aileden arzu ettiği desteği göremiyorsa ve orada müzikle uğraşan birini görüyor, örnek alıyor ve bu yoldan ilerliyorsa bu benim için çok büyük bir başarı ve motivasyon kaynağı olabiliyor. Bu bağlamda insanları etkileyebilmek, yani duygu dünyasını değiştirebilmek ya da pekiştirebilmek benim için başarı demek.

Peki, kendinizi bu bağlamda nasıl bir sanatçı olarak tanımlıyorsunuz? Sizce Avrupa’da sanatını icra eden bir Müslüman olmanın avantajları ya da dezavantajları neler? 

Ben yaptığım çalışmaların hiçbirinde kendimi belirli bir kitleye ya da milliyete bağlı görmüyorum. Tabii ki, benim belirli bir milliyete ve kültüre ait olmam ve oralardan beslenebilmem büyük bir zenginlik. Aynı zamanda Almanya’da doğup büyüyüp, bir Alman gibi düşünebilmek de benim için bir zenginlik. Tüm bunlara rağmen kendimi herhangi bir millete atfetmiyorum. Zaten konserlerimizde ürettiklerimizle bunu göstermeye çalışıyoruz. Biz Almanca konuşup takdim yapıyoruz ve Farsça, Türkçe ve Arapça parçalar seslendiriyoruz. Klasik Batı eserleri çalıyoruz fakat aynı zamanda Anadolu kasidelerini, gazellerini okuyoruz. Aslında tam olarak kendimizi nasıl tanımladığımızın müziğini yapıyoruz. İster Almanca olsun ister Farsça olsun önemli olan o manayı taşımak. O mana da aslında bizim için Müslüman olmamız. Kendimi -Türk veya Alman gibi eklemelerde bulunmadan- Müslüman bir sanatçı olarak tanımlıyorum.

Peki bu durumun dezavantajları var mı? 

Kimliğimiz yahut yaptığımız müzik itibarıyla yabancı sayılıyoruz. Hâlbuki iki klasik gitar bir yaylı tabur icra ediyoruz. Klasik müzik icra eden, aslında Avrupa müziği icra eden kişidir. Ve iyi dinlenildiği zaman parçalarımızın içerisinde Avrupa müziği zaten mevcut. Biz bundan kaçamıyoruz çünkü biz de buralıyız. Bu toplumunun etkisi altında kalmışız. Ama biraz önyargıyla yaklaşılabiliyor bize karşı. Belki aynı seviyede belki daha yüksek bir seviyede müzik icra ettiğimiz hâlde bazı kapılar bize kapalı kalabiliyor. Bu bağlamda sadece belirli etkinliklerde, azınlık toplumunun müziği diye lanse edilmek üzücü olabiliyor. Hâlbuki ben burada doğdum, burada büyüdüm ve buralıyım. Yaptığım müzik de öyle.

“Avrupa’da Bir Azınlık Olarak Bundan Kaçamayabiliyorsunuz”

Müslüman kimliğiniz sanatınız üzerinde nasıl bir etkiye sahip?

Müslüman bir sanatçı olmak sanatımı olumlu manada etkiliyor. Öncelikle inanılmaz büyük bir hazine var ve bu hazineden istifade edebiliyorsunuz. Mevlana olsun Niyazi Mısri olsun, biz hep bu insanların birikimleri üzerine çalışıyoruz. Öyle ki bu insanların eserlerinden bugünkü sanat dünyasına yönelik sonsuz bir malzeme çıkar. Böyle bir birikimin üzerine çalışabilmek büyük bir şans. Aynı zamanda şöyle de bir zorluğu var: Kendinize Müslüman sanatçı dediğiniz zaman bir temsil durumu oluşuyor. İnsanlar ürettiğiniz eserlere çok daha dikkatli bakabiliyorlar. Yahut müziğin dışında yaşadığımız hayata da daha dikkatli bakabiliyorlar. Bu bağlamda bazı tepkiler de alabiliyoruz. Kim olursanız olun, ne işle meşgul olursanız olun, Avrupa’da bir azınlık olarak bundan kaçamayabiliyorsunuz. Buna da bir nevi alışmış durumdayız.

Son olarak; sanatla ilgilenmek isteyenlere ne söylemek istersiniz?

Daha önce de söylediğim gibi sanatı kendi kendine öğrenmek çok doğru bir yöntem değil. Fakat eğer insanların buna imkânı yoksa yahut hiçbir öğretici yoksa çevresinde, şunu da dememeli: “Hoca yoksa başaramam.” Her hâlükârda bir işi doğru öğrenebilmek için gayret sarf etmeliyiz. O da genelde bir ustayla, bir hocayla oluyor. Bu her işte böyledir. Zaten günümüzdeki en büyük sorunlardan biri de bu. Herkes her konuda ben bu meseleyi biliyorum diyebiliyor. Ama kimse sen bunu nereden öğrendin diyebilme cesaretini gösteremiyor. Bu sanatta da böyle, kimse ben bunu biliyorum dememeli, yeni şeyler öğrenmeye açık olmalı ve her zaman bilen kişilere saygı duymalı.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#1

*Tüm alanları doldurunuz

  • Hüseyin Karaaslan
    2022-12-15 14:34:58

    İnsanın ruhuna hitap edebilmek çok güzel bir duygu, hele ki dinleyen de de güzelliklere vesile olunmuşsa en büyük hediye bu olsa gerek... teşekkürler Fatih hocam.

Son Yüklenenler