'Perspektif Anatomi Serisi'

Expat Nedir? Kimlere “Expat” Denir?

Ne göçmen, ne gurbetçi, ne diaspora: küresel coğrafi hareketliliklerinin müstesna kümesi expatlar, son dönemde sıkça duyduğumuz bir grup. Peki expat nedir, bu grubu oluşturanlar kimler? Perspektif Anatomi Serisi, expat kavramını masaya yatırıyor.

Shutterstock.com / Değişiklikler: Perspektif

Günümüzde “expat” olarak kullanılan sözcük Latince “expatriatus” kavramından İngilizceye geçmiş olan “expatriate” kelimesinin kısaltılmış hâlidir. Latince anlam kökeninde “ex-” (harici, dışında) öneki ve “patria” (baba anlamına gelen “pater” ile akraba olarak anavatan, memleket) kelimesinin birleşiminden oluşan kelime anavatanından sürgün edilen, geri gelmesi yasaklanan kişiler için kullanılıyordu. Günümüzde doğduğu, vatandaşlığına sahip olduğu ülkenin dışında, yabancı bir ülkede yaşayan kişi anlamına gelen kavramın, kuşkusuz ki benzeri anlamlara gelen “göçmen” ya da “diaspora” kavramlarıyla ayrıştırılması gereken önemli nüansları bulunuyor.

Tıpkı, Türkçeye göçmen olarak çeviriyor olsak da İngilizce “immigrant” ve “migrant” kavramları arasındaki fark gibi. İlki “İş veya daha iyi yaşam koşulları bulmak için bir yerden başka bir yere taşınan kişi” ya da “özellikle ekin hasadında iş bulmak için düzenli olarak hareket eden bir kişi” olarak çevriliyorken ikincisinde kalıcılık vurgusu öne çıkıyor: “Yabancı bir ülkede kalıcı olarak yaşamak için gelen kişi.”

BM Göç Örgütü (IOM) göçmeni, (1) kişinin yasal statüsüne; (2) hareketin gönüllü veya gönülsüz olmasına; (3) hareketin nedenlerine veya (4) kalış süresine bakılmaksızın, uluslararası bir sınırı geçerek veya bir devlet içinde mutat ikamet yerinden başka bir yere giden veya gitmiş olan herhangi bir kişi olarak tanımlıyor. Bu hâliyle expatları genel göçmen kategorisi içinde tanımlamak mümkün olmakla birlikte diğer göçmenlerden ayrıştıkları özgünlükleri de belirtmek gerekiyor. Bu anlamda expatlar, varsıllık başta olmak üzere eğitim ve mesleki beceri gibi sosyo-ekonomik statüleri; coğrafi hareketlilik nedenleri, imkânları ve kalış süreleri; ulusal aidiyetleri ve sömürgecilik tarihinden miras dinî-ırksal (Hıristiyan – Beyaz) referansları açısından diğer gruplardan farklılık gösteriyor.

Expat Konseptinin Zaman İçindeki Dönüşümü

Kavramın işaret ettiği kümenin zamanla kazandığı yeni nüanslar günümüzde farklı nedenlerle coğrafi hareketlilikte bulunan kişileri adlandırmak için de bir ilham oluyor. Söz gelimi, kendini anavatanından ayrıştırmayı tercih eden kimse olarak “dispatriate”, sahip olduğu mesleki uzmanlıkla iş değişikliği nedeniyle sıklıkla ülke değiştiren kimse olarak “flexpatriate”, uluslararası bir örgütün ya da şirketin yerel ya da yabancı bir yan kuruluşundan ya da ortağından örgütün/şirketin genel merkezinin bulunduğu ülkeye çalışmak üzere gelen kimse olarak “inpatriate” ya da tersine genel merkezin bulunduğu ülkeden gitmiş ve görev süresi sonunda geri gelmiş kimse olarak “rex-pat” gibi yeni kullanımlarla karşılaşmak mümkün.

Bu hâliyle modern expatların tarihini sömürgecilik döneminde egemen devletlerin kendi sınırları dışındaki çıkarlarını gözetmek üzere ülke dışına gönderdikleri memurların, profesyonellerin ve sömürge altındaki toplumlardan egemen devlet merkezlerine eğitim ya da mesleki deneyim için gönderilen insanların hikâyelerinden başlatmak gerekir. Merkezinde yapısal eşitsizlikler ve iktidar ilişkilerinin olduğu bu insan sirkülasyonu sömürgecilik sonrası dönemde de çehre değiştirerek sürdü. Sömürge valilikleri şeklinde teşkilatlanmış siyasi yapılanmaların yerini çok uluslu şirketlerin aldığı iktisadi ilişkiler 20. yüzyıldaki expat hareketliliğinin temel zeminini teşkil ediyor.

Kuşkusuz bu hareketlilik, oldukça önemli kültürel temaslara da vesile oldu. Söz gelimi, İngiliz kâşif, seyyah ve yazar Sir Richard Francis Burton (1821 – 1890) Hindistan’daki İngiliz Ordusu’nda görev yaptıktan sonra elçi olarak atandığı Batı Afrika, Brezilya ve Şam gibi bölgelerde kendini kültürleri ve dilleri öğrenmeye adadı ve öğrendiği 25 dilden İngilizceye önemli eserleri kazandırdı. Bize daha tanıdık gelecek bir diğer örnek ise 1920 yılında “İstanbul Şehri Fahri Hemşerisi” ilan edilen ve adı bir semte verilecek kadar yerlileşmiş Fransız deniz subayı ve yazar Pierre Loti (1850 – 1923) olacaktır. Türkiye olduğu kadar Tahiti ve Senegal gibi ülkelerde de bulunan Loti, toplumların kültürleriyle yakından ilgilenmiş ve bu birikimini edebiyata yansıtmıştır. Burton ve Loti, expatlık ve eksantrikliğin buluştuğu nadir örneklerdir.

Sömürgecilik Döneminde Expat Olmak

Sömürgecilik dönemi expat dünyasına dair Stefan Zweig’ın Amok (1922) isimli kısa öyküsü oldukça önemli bir belge sunuyor.  Almanya’dan Endonezya’ya görevli olarak giden ve orada yedi yıl kalan bir doktorun ağzından eve dönüş yolunda dinliyoruz dönemin koşullarını:

“Ya, itiraz ediyorsunuz, öyle mi? Anlıyorum… Uzak ülkelerin, tapınakların, hurma ağaçlarının heyecanı, iki aylık bir yolculuğun bütün romantizmi var içinizde. Evet, trenden, otomobilden, ‘rikscha’dan bakınca güzeldir o memleketler; yedi yıl önce ilk defa geldiğim zaman ben de farklı bir şey hissetmemiştim. Ne hayaller kurmadım o zamanlar! Dillerini öğrenmek istiyordum, mukaddes kitaplarını aslından okumak istiyordum; yerlilerin ruhunu incelemek istiyordum, kısacası insanlığın uygarlığın bir öncüsü olmak istiyordum. Bu taraftan gelen herkes aynı hayali kurar. Ama orada, yolcuların gözünden kaçan boğucu ‘ser’ de gücü çabuk tükenir adamın; sıtma – istediğiniz kadar kinin yutun, yine de yakalanırsınız – sıtma bedeni kemirir; kayıtsız, tembel olur adam, sudan çıkmış bir tavuk oluverir. Avrupalı, büyük şehirlerden ayrılıp da bu bataklıklar arasında kaybolmuş duraklardan birine geldi mi varlığından sökülüp alınmış gibidir; kaçınılmaz silleyi er-geç yiyecektir; kimi içer, kimi afyon çeker, kimi dayak atmaktan başka bir şey düşünmez, odunun biri oluverir; hepsi bir delilik edinir. Avrupa özlemi tutuşur yüreklerde, bir gün yeniden bir sokakta yürümek, beyaz insanlar arasında, aydınlık bir taş odada oturmak hayal edilir. Yıllar boyunca hayal edilir bu, sonra, izin zamanı gelince, adam bu yolculuğu göze alamayacak kadar tembelleşmiş, gevşemiştir. Avrupa’da unutulduğunu, artık bir yabancı, okyanusta bir midye, herkesin ayaklar altında çiğnediği bir midye olduğunu bilir. Böyle kalınır işte bu sıcak, nemli ormanlarda, böyle alıklaşılır. Kendimi bu pis çukura attığım güne lanet olsun!…”

Kavram, kuşkusuz döneminin siyasi koşullarına göre de anlamlar kazandı. Göçmenlerden geldikleri ülkelerin vatandaşlıklarından feragat etmeleri beklendiği durumlarda kavramın Latince kaynağındaki gibi bir tür sürgünlük anlamında kullanıldığını görüyoruz. Kuruluşundan itibaren bir göçler ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık’tan bağımsızlaşma sürecinde 1868 yılında çıkardığı bir kanunla kişinin geldiği ülke vatandaşlığından feragat etmesini bir hak olarak tanımış; İkinci Dünya Savaşı sırasındaysa bağlılıklarından duyduğu şüphe nedeniyle 120 bin Japon’u ülke içinde kamplara yerleştirmişti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında ise birçok sanatçı, entelektüel ya da eksantrik, kendilerine çatışmalardan uzak güvenli yerler aradıklarında, dünyanın farklı kıyılarında buluşmuşlardı. James Joyce’un Paris, Trieste ve Zürih; Ernest Hemigway’in Fransa, Küba ve İspanya yıllarından önemli bir birikim kalmıştır edebiyat tarihine.

Hemigway’in Güneş de Doğar (the Sun Also Rises) (1926) ve Silahlara Veda (A Farewell to Arms) (1929) romanları doğrudan bu dönemin expat dünyasına odaklanır. Expat kültürünün beyaz perdeye yansımalarını ise Kazablanka’dan (Casablanca – 1942) ve Bir Konuşabilse’ye (Lost in Translation – 2003) kadar uzun bir dönem içinde takip edebiliyoruz. Emekliliğine yaklaşmış Amerikalı bir aktör (Bill Murray) ile expat eşinin işi dolasıyla seyahat etmiş genç bir kadının (Scarlett Johansson) Tokyo’da karşılaşmasını anlatan film, Asya toplumlarına dair tarihsel oryantalist kalıpları yeniden üretiyor olması nedeniyle de ırkçılık suçlamasıyla eleştirilmişti. Bu durum expatlığın tarihsel iktidar yapılarıyla olan ilişkisi açısından manidar bir hadise olarak not edilebilir.

Evrensel Bir Konsept Olarak Expatlık

Expat kültürünün sadece Batı’ya dair bir mesele olduğunu söylemek mümkün değil. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası teknolojik altyapısı güçlü bir sanayi ülkesi olarak tarih sahnesine yeniden çıkmasıyla dünyanın dört bir köşesinde faaliyet göstermeye başlayan Japon şirketleri, bu defa Doğu’dan Batı’ya yeni bir expat hareketliliğine neden oldu. Bu yeni expat topluluğun en özgün yanı şirketlerin yurtdışında çalışmak üzere özellikle Batı’ya gönderilecek çalışanlarının kültürünü korumak üzere aile kurumuna yaptıkları vurguydu. Böylelikle bu yeni expat kültürü, evlilik kurumuyla da bütünleşmiş oluyordu. Dolayısıyla göç alanındaki çalışmalara kısa sürede yeni bir konu eklendi: Japon expat eşleri. Eşlerine birer kültürel refakatçi olarak dillerini ve kültürlerini hiç bilmedikleri ülkelere “ev hanımı” olarak giden bu kadınların yaşadıkları sıla-hasreti, yalnızlık ve yalıtılmışlık, bu çalışmaların temel gündemini oluşturuyordu. Zamanla örgütlenen Japon expat eşlerinin deneyimlerini paylaşmak, bir ülkeye ilk defa gidecekler için tavsiyelerde bulunmak üzere kurdukları iletişim ağları ise oldukça müstesna ulusötesi bir kız kardeşlik örneği teşkil ediyordu.

Türkiye’ye geldiğimizde ise hemen her konuda olduğu gibi yine zorlu bir tartışma zeminine varıyoruz. Her şeyden önce 1492 yılında zorla göçe tabi kalan Sefarad Yahudileri ve Tanzimat Fermanı (1839) sonrası Osmanlı liman kentlerine yerleşen ve Batı’yla ilişkiler açısından önemli siyasi ve ticari roller oynamış olan Levantenleri bu topraklardaki önemli expat topluluklar olarak anmak gerekiyor. İkametleri sınırlı süreli olsa da İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya’dan Türkiye’ye sığınan Musevi bilim insanlarını da tabi…

Sürgün Olmak Yahut Expat Olmak

Feridun Emecen’in belirttiği üzere 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlara doğru ilerlemesinde göç ve iskân, önemli bir siyasi-demografik araçtı: “Özellikle ‘sürgün’ adı verilen mecburi muhaceret, fethedilen yerlere nüfus akışının temini yanında, fethi gerçekleştirilen yöre halkının Anadolu’ya göçürülmesi şeklinde de tezahür ediyordu” (1990). Hâl böyle olunca durmadan genişleyen İmparatorluk coğrafyası üzerinden birçok topluluk, coğrafi hareketliliğe maruz kalıyordu. Bu durumun sonuçları İmparatorluğun çöküşünden sonrada sürdü. 1923 yılında Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleşen nüfus mübadelesi ve sonuncusu 1989 yılında yaşanan Bulgaristan’dan Türkiye’ye soydaş göçleri bu sonuçların en önemlileri olarak not edilebilir.

Bu durum kuşkusuz sadece Osmanlı’ya has bir uygulama değildi. Çözülüş döneminde toprakların el değiştirmesiyle çok sayıda topluluğun coğrafi hareketlilik yaşadığını biliyoruz. Bu durumun en ilginç örneklerinden birinin “Karslı Almanlar” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 19. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı arasında çıkan savaşlarda Rusya, kazandığı topraklarda nüfus yapısını lehine dönüştürmek üzere çeşitli topluluklar iskân etmişti. Bunlar arasında 16. yüzyılda Estonya’ya göç etmiş Almanlar da vardı. Bu grup, Kars ve Ardahan’a yerleştirilmişti. 20. yüzyılın başında 500 kişi kadar nüfusa sahip olan bu topluluk (muhtemelen sayılarının az olması nedeniyle bir tehdit oluşturmayacakları düşüncesiyle) 1920 yılında imzalanan Kars Anlaşması sonrasında vatandaşlığa geçmişti. Topluluk, TRT’nin 2019 yılında hazırladığı Tarihin Emanetleri başlıklı belgesel dizisinin ilk bölümüne konuk olmuştu.

Yine çözülüş sürecinin farklı dönemlerinde devlet görevindeki başarısızlığı ya da yönetime olan mesafesi nedeniyle çok sayıda önemli şahsiyetin Fizan, Midilli, Rodos ve Sinop gibi İmparatorluğun ücra bölgelerine gönderildiği biliyoruz. Bu dönemde Avrupa’nın Cenevre, Paris ve Londra gibi önemli siyasi merkezlerinde “Genç Osmanlılar” olarak anılan muhaliflerin, 1868 ve 1870 yıllarında haftalık olarak Hürriyet isminde çıkarılan gazete gibi, çeşitli siyasi çalışmaları olmuştu. Vatan Yahut Silistre oyununun sahnelenmesinden (1873) sonra çıkan olayların akabinde müellifi Namık Kemal Magosa’ya, Ahmet Mithat Efendi ve Ebuzziya Tevfik Bey Rodos’a sürgün edildi. Namık Kemal daha sonra Avrupa’ya geçerek oradaki Genç Osmanlılara katıldı. Adada kaldıkları sürede yoğun bir şekilde eğitim faaliyetleriyle ilgilenen Rodos Sürgünleri ilginç bir expat örneği olarak anılabilir.

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması, Osmanlı’nın sonunun geldiğinin habercisiydi. Nitekim antlaşmanın akabinde İstanbul, İngilizler tarafından işgal edildi ve işgale karşı direniş örgütlenmesini engellemek amacıyla 145 devlet adamı, asker, idareci ve aydın o zamanlar bir İngiliz sömürgesi olan Malta adasına sürüldü. Malta sürgünleri ancak Kurtuluş Savaşı’nın sonuna doğru yapılan bir antlaşmayla (Ekim 1921) İngiliz esirlerin serbest bırakılması karşılığında vatana dönebildiler.

Cumhuriyet Sonrası Sürgün

Cumhuriyet’in ilanı sonrası 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’in aldığı devrim kararları uyarınca Osmanlı Hanedan üyeleri yeni kurulan devletin vatandaşlığından çıkarıldı ve misak-i milli sınırları içerisinde ikametleri yasaklandı. Yüzlerce hanedan üyesi haymatloz (vatandaşlıkları olmadığı için yurtsuz) olarak yurtdışına sürgüne gitmek zorunda kaldı. 1940’ların ortasından itibaren İstanbul Üniversitesi ve Ankara DTCF merkezli yaşanan tasfiyeler de sürgünlere neden oldu.

Edebiyatta 1950 Kuşağı olarak anılan bir grup aydın, 1960’larda önce öğrenci olarak bulundukları Avrupa şehirlerine 1971 Muhtırası nedeniyle sığınırken daha sonra ise 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi nedeniyle mülteci olarak sığınmak zorunda kalmıştı. 1960’lı yıllarda başlayan işçi göçü ya da 12 Eylül sonrasında yoğunlaşan ve 1990’ların ortasına kadar süren iltica göçlerinden farklı olarak bu sürgünlerin Türkiye tarihi açısından özgün bir expat topluluk oluşturduğu düşünülebilir.

1950 Kuşağı’nın önemli bir temsilcisi ve 1986 yılında vatandaşlıktan çıkarılmış olan Demir Özlü’nün 1990 yılında yayımladığı Sürgünde On Yıl kitabı bu dönemi anlamak açısından önemli bir tanıklık sunuyor bizlere. Aynı yıllarda Türkiye’de ise Hikmet Çetinkaya’nın Bodrum Sürgünleri (1987) kitabı yayımlanıyordu. Yurtdışına çıkmak zorunda kalmamış; ama dönemin tanıklığından yorgun düşmüş kimi aydınların ülke içindeki gönüllü sürgünlüğü…

Günümüze geldiğimizde ise “yeni dalga” olarak andığımız, özellikle 2013 yılındaki Gezi Parkı Protestoları sonrası yoğunlaşan Batı’ya göçlerin ve bu dalga içinde “doktor göçü” olarak özellikle belirtilmesi gerekecek kadar belirginleşen meslek gruplarının memleketin müstesna tarihine yaraşır ölçüde özgün bir expat örneği oluşturduğunu söylemek mümkün. Perspektif dergisinin Aralık 2022 sayısını bu yeni ve özgün duruma mercek tutan önemli bir çaba olarak not etmek isterim.

Besim Can Zırh

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Dr. Besim Can Zırh’ın ağırlıklı çalışma alanları göç, sosyal antropoloji, din antropolojisi, Alevilik ve şehir çalışmalarıdır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler