'Dosya: "Spor, Kimlik ve Aidiyet"'

Aldi Çantasındaki Futbol Topu

Futbol Avrupa’daki Türkiye kökenlilerin hayatında büyük bir yer kaplıyor. Peki misafir işçi göçünün ardından futbolla ilişki nasıldı? 1960’lı yıllardan bugüne “gurbetçi”lerin futbolla ilişkisi.

©imago/WEREK

17 Eylül 1997 akşamı Münih Olimpiyat Stadyumu’nda Bayern Münih ve Beşiktaş takımları, bir Şampiyonlar Ligi maçında karşı karşıya geliyordu. Hem Türkiye’den gelen Beşiktaşlılar hem de Avrupa’ya gelen memleket kulüplerini yalnız bırakmamayı milli bir görev addeden “gurbetçi taraftarlar” her zamanki gibi kendilerine ayrılan tribünleri doldurmuşlardı. Avrupa’nın pek çok şehrinden Münih’e akın eden “gurbetçiler” maç bittiğinde 2-0’lık yenilgiyle birlikte omuzlarına başka bir dert daha yüklenerek evlerine dönüyordu.

Müsabaka oynanırken yüzlerce Bayern Münih taraftarı, karşı tribünlere doğru, ucuzcu olarak bilinen Alman marketler zinciri Aldi’nin alışveriş çantalarını sallayıp, hep bir ağızdan “Aldi’ye gidin” sloganı atmıştı. Alman taraftarlar, Türklerin her yaz memlekete giderken içlerini çikolata, kahve ve sigaralarla doldurdukları Aldi’nin o turuncu mavi renkteki çantalarıyla kime, ne anlatmak istiyordu? Kısa süren şaşkınlığın ardından stadyumdaki herkes verilmek istenen mesajı idrak edebilmişti. Bu, “gurbetçileri” aşağılamak için yapılmış bir gösteriydi ve oldukça organize şekilde bir spor müsabakası esnasında vuku bulmuştu. Almanların şovu, taraftarlığın ve hatta holiganlığın çok ötesinde sosyolojik kökleri olan sorunlu bir mirasın izlerini taşıyordu. Irkçılık sonunda bir spor müsabakasının içerisinde şova dönüştürülmüş, soslanmış ve bu şekilde servis edilmişti. Peki o ana kadar spor, göç ve göçmenlik ilişkileri Avrupa’da nasıl bir serüvenden geçmişti?

Göçmen Kökenli Kulüpler

1960’lı yıllarda başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde pek çok farklı milletten misafir işçi yaşıyordu. Her ne kadar ilk nesil işçiler için anavatana geri dönüş tahayyülü o yıllarda çok baskın olsa da yine de kendi kültürlerini ve aidiyetlerini yaşatmak için işçi dernekleri, lokaller ve spor kulüpleri açmayı ihmal etmediler. İtalyanların Lupo Martini Wolfsburg’u, Yunan işçilerin FC Hellas ve Olympiakos Berlin’i, Hırvatların SD Croatia ve Türk işçilerin 1965 yılında kurduğu Berlin Türkspor’u göçmen kökenli spor kulüplerinden bazılarıydı.

İlk nesil misafir işçiler için aynı zamanda “meşgale” niteliğinde olan futbol tutkusu, işverenler tarafından da destekleniyordu. Özellikle madenlerin ve ağır sanayi fabrikalarının geniş yer tuttuğu Ruhr Havzası’ndaki işletmeler, daha 19. yüzyılda kendilerine yakın yerlere “işçi semtleri” kurarken futbol gibi meşgalelerin potansiyelini keşfetmiş, işçilerin bu gettolara ve iş yerlerine aidiyetini geliştirmek için futbol takımlarını desteklemişlerdi. 1904 yılında Gelsenkirchen’de kurulan Schalke 04 takımı “Madenciler” lakabıyla anılıyordu. Takım ve “kömür” birbiriyle öyle özdeşleşmişti ki 2018 yılında Almanya’daki son taş ocağı kapanırken Schalke 04 kulübü yıllarca unutulmayacak bir koreografi sahnelemiş, çoğu göçmen kökenli olan iki binden fazla madenciyi işçi tulumları ve fenerleriyle birlikte tribünlerinde ağırlamıştı. İlk nesil işçiler tarafından kurulan spor kulüpleri işte bu zihinsel arka planla iş verenler tarafından memnuniyetle karşılandı.

Meşgaleden Cepheleşmeye

1973 yılı göç sürecinin dönüm noktalarından biriydi. Avrupa kıtasında 8 milyondan fazla misafir ve turist işçinin dolaşımda olduğu, Almanya’nın Türkiye’den işçi alımını resmî olarak durdurduğu, OPEC petrol kriziyle birlikte Avrupa ülkelerinde ekonomik durgunluğun baş gösterdiği, fabrikaların binlerce işçi çıkardığı, Köln’deki Türk Grevi gibi kitlesel eylemlerin Avrupa’nın pek çok şehrine yayıldığı yıllardı. Hiç de sürpriz olmayan bir şekilde bütün bu kargaşanın faturası göçmenlere kesilmiş ve ekonomik sıkıntıların nedeni olarak pek çok mecrada onların varlığına işaret edilmişti. Bu tarihten sonra artan ayrımcı ve ırkçı yaklaşımlar hemen her alanda olduğu gibi sporda da kendini gösterecekti.

Bu dönemin ardından Türk işçileri tarafından Avrupa’da kurulan pek çok göçmen kökenli kulüp, aslen spor mecrası olmanın yanı sıra bir kimlik, aidiyet ve “ortak adres” özelliklerini de bünyesinde barındırmaya başladı. Türkiyemspor, Münih Türk Gücü, Amsterdam Gençlerbirliği, Viyana Ataspor, Berlin Hilalspor, BSV Hürriyet, FC Anadolu gibi takımlar ilk nesil kulüplerden farklı olarak yalnızca sahada mücadele etmiyorlardı. Irkçı eylemler artış gösterirken spor da bundan nasibini alıyordu. Alman kulüpleriyle oynanan maçlarda sahada sarf edilen “kokuyorsun”, “pislik” gibi aşağılayıcı ifadeler, seyircilerin ırkçı sloganları ve maç sonrası çıkan arbedeler bu dönemin âdeta sıradan olaylarına dönüşmüştü.

Sokakta, okulda, fabrika ve iş yerlerinde giderek artan olaylar, göçmen kökenli spor kulüplerini çatı bir adrese dönüştürmüş, özellikle gençlerin korunup kollanması, sokaktan uzak tutulması amacıyla çocuk ve genç takımlarının kurulduğu, futbol dışında basketbol ve voleybol gibi diğer branşlarda da kursların verildiği, kız takımlarının sahaya çıkmaya başladığı bir döneme kapı aralamıştı. Hatta Berlin’in Kreuzberg semtinde faaliyet gösteren göçmen kökenli spor kulüpleri bu branşlar arasına karateyi de eklemişti. Stern Dergisi’nin 1989 yılında yayınladığı bir haberde, Berlin’de yaşayan Ünal Ailesi’nin 11 ve 7 yaşlarındaki kızlarının aslında müzik kursuna başlamak istedikleri, fakat yabancılara karşı artan şiddetten kendilerini korumak için karate kursuna gitmek zorunda oldukları anlatılıyordu. Borussia Dormund kulübünün bir başka Alman kulübüyle oynadığı lig maçında sahada ve tribünde hiç Türk olmamasına karşı taraftarlarca “Türken Raus!” sloganının atılması bugün bile hâlâ hatırlanıyor.

Olaylar yalnızca yerelde gelişmiyordu. 1983 yılında Berlin’de oynanan Almanya-Türkiye maçı aylar öncesinden gündeme oturmuş, Almanya Futbol Federasyonu işi yalnızca kolluk kuvvetlerine bırakmayıp medyayı ve spor insanlarını da kullanarak şiddet olaylarının yaşanmaması amacıyla bir telkin kampanyası başlatmıştı. Maçın oynandığı akşam, o tarihlerde sosyal bir deney yapmakta olan Alman gazeteci Günter Wallraff da siyah peruğu, bıyığı ve lensleriyle, “Ali” isimli Türk işçisi kılığında maçın oynanacağı Berlin Olimpiyat Stadyumu’na gelerek tribündeki yerini almıştı. Maç sırasında namı diğer “İşçi Ali”nin başından aşağı bira boşaltılmış, saçlarına sigara izmariti atılmış ve aşağılayıcı ifadelere maruz kalmıştı. Wallraff, iki yıl süren sosyal deney süresince ilk defa gerçek kimliğini burada ilan etmek zorunda kalmış ve bunun nedenini şöyle açıklamıştı: “Canımı kurtarmak için buna mecburdum.”

Futbol müsabakaları artık bir anlamda gövde gösterilerinin yapıldığı cephelere dönüşmüştü. Ev sahibi taraftarlar kalabalık içerisinde bir nevi görünmez olarak “ötekine” karşı ırkçılık ve aşağılama furyasına katılabiliyordu. Görünmezliğin cazibesi en çok da stadyumlarda işliyordu. Türkler içinse durum biraz daha fazlasını ifade ediyordu. Milli takımlarını ya da Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe gibi Avrupa’da maçları olan Türk takımlarını yalnız bırakmıyor, yeri geldiğinde Alman tribünlerinin biletlerini de satın alarak koltukları domine ediyor, maç boyunca süregelen tezahürat ve büyük bezlere yazılan pankartlarla müsabaka boyunca birden fazla görevi ifa ediyorlardı. Anavatan için “Yanınızdayız!”, Avrupalılar içinse “Biz de buradayız!” demenin en kolektif yollarından birine aracılık ediyordu stadyumlar. Her ne kadar o yıllarda Türk takımları ağır sayılabilecek skorlarla mağlup olsalar da Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler, tribünleri doldurmaktan vazgeçmediler.

Galatasaray’ın Açtığı Yol…

1990’lı yıllar artık Türk liglerinde yabancı futbolcu ve hocaların sıklıkla görüldüğü, takımların uluslararası arenada başarı kazanmaya başladığı yıllardı. Bu dönem bir yandan da Avrupa doğumlu Türk gençlerinin Alman takımlarında yer almaya başladığı, A takıma çıktığı yıllara denk geliyordu. Galatasaray’ın, 2000 yılında UEFA kupasını kazanması ise yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. Galatasaray’ın 5 farklı Avrupa ülkesinden takımlarla mücadele ederek kazandığı kupa, Avrupa’da yaşayan Türk seyircisinin pek alışık olmadığı sahada kazanma duygusunu da beraberinde getirmişti. O yıllarda Avrupa’daki pek çok gencin Galatasaray’a olan sempati ve ilgisinin altında, galip gelmek, sokakta gururla yürümek, okula takım forması giyerek gitmek gibi yeni duyguların varlığı yatıyordu. Kupayı kaldıran futbolcular arasında Avrupa’da doğmuş işçi çocuklarının da yer alması göç, göçmenlik ve futbol ilişkisinde artık başka denklemlerin söz konusunu olduğunu gösteriyordu. Bu dönemin zirvesi ise Türk Milli Takımı’nın 2002 yılında kazandığı Dünya Kupası üçüncülüğüyle yaşanmıştı. Yıldıray Baştürk, Tayfur Havutçu, Ümit Davala, İlhan Mansız ve Mustafa İzzet gibi Avrupa ülkelerinde doğmuş futbolcuların da yer aldığı takımın tarihî başarısı, Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’daki Türkler arasında da büyük ses getirdi.

Uluslararası başarıların ardından Alman, İngiliz, Fransız, Hollandalı, İsveçli ya da Danimarkalı futbolcuların Türk liglerine gelmesi, Türk futbolcularının da Avrupa takımlarında giderek daha fazla sayıda yer alması Türkiye ve Avrupa arasında bir futbol turizminin gelişmesine yol açtı. Futbol sektörünün profesyonelleşmesi, takımların aidiyet geliştirici yöntemleri daha çok kullanması ve artan uluslararası rekabet de bu durumu besledi. Futbol artık Avrupa’da yaşayan Türkler arasında “anavatan”la olan bağlardan birini temsil eder olmuştu.
Göçmen Kökenli Futbolcular

Son yirmi yılda başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa’daki milli takımların kadrolarında göçmen kökenli futbolcular önemli bir yer tuttular. Her ne kadar futbolun profesyonel bir sektör olarak uluslararasılaşması sonrası ırkçılığa karşı büyük kampanyalar yürütülse de göçmen kökenli futbolcular birçok kez ırkçı saldırılara ve aşağılanmaya maruz kaldı. Gana asıllı Asamoah ve Boateng, Tunus asıllı Khedira ve Zonguldaklı bir işçi ailesinin çocuğu olan Mesut Özil gibi Alman milli takımının bir önceki jenerasyonu ırkçılıktan çok çekti. Mesut Özil, kimi zaman Alman milli marşını okumadığı için kimi zaman yeterince “Alman” olmadığı için bazen de anavatanıyla olan yakın bağları ve ülkesinde olanlarla ilgili sosyal medyada paylaştığı içerikler nedeniyle ağır eleştirilere maruz kaldı. 2018 yılında Alman milli takımını bıraktığını duyururken şöyle söylüyordu:

“Irkçılık ve saygısızlığa maruz kalmış hissederken, artık Almanya’yı uluslararası düzeyde temsil edemem. Almanya formasını gurur ve heyecanla giyerdim ama artık aynı şeyleri hissetmiyorum. Bu kararı vermek çok zordu, çünkü her zaman takım arkadaşlarım, antrenörlerim ve Alman halkı için her şeyimi verdim. Fakat Almanya Futbol Federasyonu’nun üst düzey yöneticilerinin Türk kökenime saygı göstermemeleri ve beni bir siyasi propaganda aracına dönüştürmeleri, işleri dayanılmaz noktaya getirdi. Öyle ki, Gelsenkirchen şehrindeki eski okulum Berger-Feld’i ziyaret etmek istediğimde okul yetkilileri, artık beni orada istemediklerini, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile çektirdiğim fotoğraf sonrası Alman medyasından korktuklarını, şehirde sağcı partinin yükselişte olduğunu ilettiler. Tüm dürüstlüğümle söyleyebilirim ki bu beni çok incitti. Onların öğrencisi olmama rağmen kendimi istenmeyen bir kişi olarak değersiz hissettim.”

Almanya açısından durum bugün de pek değişmiş değil. Milli takımda forma giyen Senegal, Nijerya, Burundi, Kamerun ve Türkiye kökenli futbolcular hem rakiplerine hem de ırkçı saldırılara karşı mücadele ediyor. Kadrosunda Afrika kökenli futbolcuların yoğun olarak bulunduğu Fransa milli takımında da benzer bir tablo söz konusu. Onlardan biri olan ve 2020 yılında 265,2 milyon euroluk piyasa değeriyle dünyanın en değerli futbolcusu kabul edilen Kamerun asıllı Kylian Mbappe, aynı yıl Fransa Futbol Federasyonu’na başvurarak kendisine “maymun” denildiği gerekçesiyle milli takımı bırakmak istediğini bildirmişti. Mesut’un, Mbappe’nin ve onlarca göçmen kökenli sporcunun başına gelenler, göçmenlik söz konusu olduğunda stadyumlarda evrensel yasaların değil orman kanunlarının işlediğini ve maalesef bunun giderek yerleştiğini gösteriyor.

Kültür, sanat, spor gibi alanların daha steril olduğu düşünülse de bazen en acımasız saldırılar bu mecralarda ortaya çıkıyor. Stadyumlardaki tabloyu yalnızca holiganizme dayandırmak meseleyi halının altına süpürmekten öteye gitmiyor. Zaten kendisi ehlileştirilmeye muhtaç olan bir olgunun ırkçı saldırıları açıklamak için kurtarıcı olarak görülmesi sorunu daha karmaşık hâle getiriyor. Uluslararası arenada sayısız örnek yaşanmasına rağmen ne kulüpler ne federasyonlar ne medya ne de kamuoyunun güçlü bir şekilde ırkçılığa karşı cevap vermeyişi spordaki ırkçılığın giderek kanıksandığını gösteriyor. Görünmezliğin ve toplu linçin cazibesi tribünlerin genel karakteri hâline dönüşüyor.

Görünmeyen Aldi Çantaları

Göçün üzerinden geçen 62 yılın ardından bugün hâlâ süregelen ırkçılık, ayrımcılık ve günlük hayat içerisindeki aşağılanmanın varlığı yadsınamaz. Göçmen kökenli spor kulüpleri artık kendilerini daha çok kent kulüpleri olarak tanımlayıp kültürel ve sosyal anlamda şehrin bir parçası olma eğiliminde olsalar da peşlerini bırakmayan hayaletler onlara kimlik biçmeye devam ediyor.

1978 yılında Berlin’de kurulan ve göçmen kökenli futbol takımlarının lokomotifi olarak kabul edilen Türkiyemspor kulübünde bugün Almanya, İngiltere, İtalya, Japonya, Macaristan ve Lübnan gibi ülkelerden pek çok sporcu yer alıyor. Takımın uluslararasılaşması, şehrin tarihi ve kültürü içerisinde zor da olsa bir yer edinmesi, bölgesindeki en yüksek futbol ligi olan Berlin Liga’nın gediklisi olması takımın üzerine yapışmış olan göçmenliği bitirmiyor. Takım birkaç yıl önce maç esnasında rakip seyircilerin “Döner adamlar, geldiğiniz yere geri dönün!” şeklindeki saldırısına maruz kalmış, kulüp bunun gibi olaylar üzerine enerjisini ve mali gücünü “Irkçılığa Hayır” kampanyasına harcamak zorunda kalmıştı.

Takımların büyüklüğü küçüklüğü, futbolcuların milliyeti, renkleri ya da kimlikleri değişse de stadyumların karakteri hâline gelen ırkçı saldırılar artık her an ortaya çıkabiliyor. Uzun zamandır tribünlerde yalnızca takım bayrakları sallanmıyor, aralarında görünmeyen Aldi çantaları da var.

Gökhan Duman

Yazar ve editör olan Duman, “11. Peron” ve “Göçüp Kalanlar” isimli kitapların yazarı, ayrıca “DiasporaTürk” isimli sosyal medya hesabının kurucusudur.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler