'Vatan Nedir?'

Memleket ve Diğer Meseleler

İnsan memleketini niye sever? Nerde kendini yabancı hisseder? Memleketten başka bir yerde "ev" mümkün müdür? Ebubekir Tavacı "Vatan Nedir?" serisi için bu sorulara cevap arıyor.

Fotoğraf: Leon Rafael/Shutterstock

Vizontele filminin meşhur bir sahnesi vardır. Altan Erkekli’nin oynadığı Belediye Reisi karakteri televizyonun kasabaya gelişini kutlama merasiminde su soruyu sorar: “İnsan memleketini niye sever?”. Sorduğu soru karşısındaki sessizliği görünce soruyu yine kendisi cevaplar: “Başka çaresi yoktur da ondan.” Bu sahne zihnimde hep “vatan, ev, yuva, memleket” gibi kavramlar üzerine düşünürken tekrar tekrar canlanıyor. Sanırım önceki cümlede sıraladığım kavramlar benim için birbirine çok yakın, hatta bazen iç içe anlamlar ifade ediyor.

Gerçi Türkiye bağlamında düşününce vatan kelimesi sübjektif anlamlardan ziyade yaygın politik anlamlara da sahip. “Vatan, millet, Sakarya” üçlemesi Türkiye’de öyle çok ve yersiz kullanıldı ki bu kelimeleri olabildiğince az kullanarak devam etmek istiyorum.

Yurtluluk

Türkçede vatan kelimesinin eş anlamlısı olarak “yurt” kelimesini de kullanıyoruz. Yurt, Asya bozkırlarındaki büyük çadırların adı aslında. Bildiğimiz ev yani. Barınak anlamıyla ev. Bugün dahi Batı dillerinde bu çadırlar “yurt” olarak geçiyor. Bu sözcük ta Asya’nın steplerinden çıkıp İngilizce (yurt) ve Fransızca (yourte) gibi dillere geçmiştir. Yurt kelimesinin Türkçede bir de “yatılı öğrencilerin kaldığı yer” anlamı olması bu kelimeyi benim için daha farklı bir noktaya taşıyor sanırım.

Ev ve yurt kavramları üzerine ilk kez 13 yaşında bir çocukken “parasız yatılı” olarak aile evinden ayrılıp başka bir şehre giderken düşünmeye başladım. Henüz büyümemiş bir erkek çocuğu olarak o zamanlar çok da üzerinde durmadığım bu mesele yetişkin olduktan sonra da yıllarca kafamı kurcaladı.
Lise ve üniversite yılları derken sonrasında yolum bu sefer yüksek lisans-doktora macerası için dilini o dönem henüz hiç bilmediğim yabancı bir ülkeye düştü.

Şehirler, ülkeler değişirken evler de çok defa değişti. Bir süre sonra artık kendimi yuvamda, evimde, güvende hissettiğim bir yer kalmadığını fark ettim. Öyle ki nereye taşınırsam taşınayım öneminin olmadığı bir noktadaydım. Tam da bu noktada Adorno’nun “Ev artık imkânsızdır” sözünü kendime şiar edinmeye başlamıştım. Cümlenin geçtiği kitap olan Minima Moralia’nın sürgünde, “vatandan uzakta” yazılmış olduğunu bilmek de bu yargı ile böyle derin bir bağ kurmama etki etmişti muhtemelen.

Göçmenin Yası

Nazım Hikmet’in şiirinde dediği gibi: “Dünyayı dolaşmak / görmediğim balıkları, yemişleri, yıldızları görmek isterdim.” Bunun için de hiçbir fırsatı kaçırmadım aslında. Taşınmak, uzaklara gitmek, tebdil-i mekân yapmak hep heyecanlıydı benim için. Ta ki zamanın, ayrıldığım yerde donmadığının, akmaya devam ettiğinin farkına varana kadar. Ve işte tam burası, kederin başladığı yer.

Evet, doğup büyüdüğünüz yerden başka bir yere göçmenin bir kederi var. Eğer gittiğiniz yer bambaşka bir ülke ise bu keder, “evde olma” hissini unuttuğunu düşünen benim gibi biri için bile bir yerlerde, aniden, hiç beklemediğiniz bir anda yüzünüze çarpabiliyor. Geride bıraktığımız yerde her şeyin tam da bıraktığımız gibi kaldığını, kalacağını düşünüyoruz. Ya da umuyoruz. Ancak geride kalan şeyin değiştiğini görmenin yarattığı travma sizi gelip buluyor. İnsan uzakta iken geride kalan yerin/şeyin sürekli değiştiğini görmeyi reddediyor önce. Kabullenmek istemiyor. Çünkü zihnimizde orası donuk bir şekilde oradan ayrıldığımız andaki hâliyle kalıyor.

Bu hüzne dair araştırma yapınca karşımıza “göç yası” (İng. “migratory grief”) kavramı çıkıyor. Sınır geçişi yaşayan insanlarda sık görülen bu yasın diğer yas türlerinden bir farkı var. Genelde kişi yas içindeyse kaybettiği şey tanımlanabilir, bilinebilir. Mutsuzsunuz, öfkelisiniz, kendinizi kötü hissediyorsunuz ancak bunun kaynağını da biliyorsunuz. Sevdiğiniz birini, işinizi, evcil hayvanınızı, sevdiğiniz bir nesneyi veya evinizi kaybetmişsinizdir. Ancak göçmenlerin tüm bunlara ek olarak yaşadığı duygusal kayıplar elle tutulur değil. Buna “belirsiz kayıp” adı veriliyor. Belirsiz kayıp, kaybettiğiniz şey konusunda bir açıklık veya netlik olmaması hâli. Bu da yaşadığınız hüznü, kederi kontrol altına alıp sıkıntıyı aşmanızı çok güç hâle getiriyor.

Yabancı Olduğunun Farkına Varış

İnsanın kendi ülkesinde günlük hayatta çok kolay halledebildiği işleri taşındığı yerde yaparken çok zorlanması da göçmek eyleminin bir gerçeği. Bir banka hesabı açmak ne kadar zor olabilir? Ya da bir ev kiralamak? Bir adrese kargo yollamak ne kadar strese sebep olabilir? Daha önce yıllar boyunca çok kolay bir şekilde yaptığınız günlük hayatınızın standart işlerini yaparken niye zorlanasınız ki? Ancak maalesef bunların hepsi gerçek ve yaşanıyor.

Kendi hikâyemden örnek verecek olursam yabancı olduğumu çok net hissettiren anlar var.

İlki ev kiralamanın, barınacak bir yer bulmanın zorluğu ile karşılaştığım bir andı. “Kefiliniz var mı?” sorusuyla karşılaşıp şartları karşılayan bir kefil bulamadığım için aylarca evsiz kalmıştım. Bir başka an ise Türkiye’de yaşanan 6 Şubat depremlerinin hemen sonrasında idi. Deprem haberini aldıktan sonra kendimde ve Türkiye’den gelmiş başka arkadaşlarımda farkettiğim şey şuydu: Bizim yaşadığımız üzüntüyü yaşamayan, bizi anlamayan insanlarla iletişim kurmaktan bile kaçınıyorduk. Yolda başka bir ülkeden arkadaşımızı gördüğümüzde görmezden gelip yolumuzu değiştiriyorduk. Çünkü bir yerlerde sizi yahut sevdiklerinizi ilgilendiren büyük bir acı yaşanırken bu acı yokmuş gibi iletişim kurmak çok zordu.

Türkiye’den olmayan insanlardan da tabii ki geçmiş olsun dilekleri alıyorduk. Üzgün olduklarını, yanımızda olduklarını dile getiren arkadaşlarımız vardı. Ancak ne olursa olsun bizi anlayamayacaklarını düşünüyorduk.

Benzer bir örnek daha vereyim. Türkiye’den yurtdışına göçen insanların çok büyük bölümü Türkiye siyaseti ve gündeminden kopamaz. Seçim süreçlerinde nasıl ki Türkiye’de herkes seçimden sohbet açıyorsa benzeri yurtdışında da devam eder. Seçimin heyecanını anlayamayan farklı ülkelerden olan arkadaşlarım ile iletişimimi o süreçte çok azaltmıştım. Çünkü bir “yabancı”nın seçim akşamı televizyon başında âdeta bir futbol maçı izler gibi hangi şehirde hangi parti önde, hangi aday seçildi heyecanını anlamasının pek de mümkün olmadığını düşünüyordum.

Gaziantep Spor Atkısı ve Vatan

Türkiye hakkında, Türkiye siyaseti ve toplumsal meseleleri hakkında Türkiyeli olmayan insanlarla konuşmadığımı yenilerde fark ettim. Bu bilinçli yaptığım bir şey değildi. Sonra bunun muhtemel nedenleri üzerine düşündüm ve şunu buldum: Başka insanlarla Türkiye hakkında konuşurken kendimi aile içi bir meseleyi dışarda konuşan bir çocuk gibi hissediyorum. Türkiye hakkında konuşurken aile mahremini yabancılara açık ediyormuşum hissine kapılıyorum.

Lafı fazla uzatmak istemiyorum aslında. Vatan nedir sorusuna dönelim. Son zamanlarda kendimi, normalde hiç önemsemediğim, belki de farketmediğim bazı aidiyetlerle ilişkimi yeniden kurarken yakalıyorum. Mesela taşınmak için toplanırken valizlerimin birisinin içinde nereden geldiğini dahi bilmediğim bir Gaziantep Spor atkısı bulduğumda çok seviniyorum. Açık konuşmak gerekirse, futbol ile alakam hiç yok, bir maçı doksan dakika boyunca izlediğim neredeyse görülmemiştir. Ne takımları bilirim ne de oyuncuları… Hemşehricilik kültürü desen o da pek hoşuma gitmez.  Ama Gaziantep Spor atkısını sanki annem örmüşçesine, aile yadigarı bir nesneymişçesine keyifle boynumda taşıyorum.

Sanırım “Vatan Nedir?” sorusunun bendeki en iyi cevabı bu.

Ebubekir Tavacı

Lisans derecesini Istanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden 2016 yılında alan Tavacı, Fransa’da Université Paris 1 Panthéon Sorbonne’da Siyaset Bilimi yüksek lisans programından 2021 yılında mezun olmuş ve aynı üniversitede aynı alanda doktora araştırmasına devam etmektedir. Avrupa Birliği göç politikaları, Türk diasporası ve Fransa’da göç gibi konular üzerine çalışmalar yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler