“Nerede Daha Çok Kalırsam, Diğer Tarafı Özlüyorum”
Göçmenler için vatan köken ülke mi yoksa yaşanılan ülke midir? Sultan Balkaya, "Vatan Nedir?" serisi için Almanya ve Türkiye arasındaki hayat yolculuğundaki vatan, gurbet, özlem temaları ve gerçek gurbetin ne olduğu üzerine düşündü.
Vatan, gurbet, sıla, hasret gibi kelimeler insanın hayatında ne zaman ete kemiğe bürünür de gerçeklik kazanır? Böyle bir sorunun cevabı, kişiden kişiye değişir diye düşünüyorum. Yirmi yaşında Almanya’ya geldiğimde, vatanımı terk etmiş- ayrılmış hissi yaşamamıştım mesela ben. Geldiğim hafta hemen Almanca kursuna başlamış, terzi olan kayınvalidemin pek konuşkan müşterileri ile Almanca konuşurken “ne kadar çabuk öğrenmiş” övgülerine mazhar olmuştum. Hasret, benim için en çok babama ve sonra anneciğime olan duygularımdı. Anne babam yaşlıydı benim o zamanki algıma göre. “Onlar ölürse ne yaparım, böyle uzakta, onlara hasret” diye gözyaşlarım dökülürdü. İstanbul’un Şehremini semtinde doğmuş, Gölcük’e taşınmış ve orada büyümüştüm. Gerçi geriye baktığımda yani geçen otuz beş seneden sonra ben Almanya’da büyüdüm diyorum şimdi.
“Vatanım Türkiye Ama Özlemim Yok”
Babam 1949 da İstanbul’a gelmiş ve memleketten gelenlerin cümbür cemaat bir akraba evine yerleştiği gibi akrabasının Balat’taki evine yerleşmiş. Böylece ilk göç hikâyemiz başlamış bence. Annem, Arhavi’den (Artvin) İstanbul’a babamın yanına gelmiş ve 1974 yılında kadar İstanbul’da kalmışlar. Ev bark sahibi, evlatlar sahibi olmuşlar. Gurbet İstanbul iken, 1974’te Gölcük’e taşındığımızda -annemin İstanbul’dan ayrıldığına çok üzüldüğünü hatırlıyorum- İstanbul sıla olmuş annem için. Hiç ismini kullanmadığımız Arhavi bizim için “memleket” olmuş. Tatil ya da ziyaret dışında gitmediğim Arhavi bizim hepimiz için hâlâ “memleket”dir. Hani derler ya “Yedi göbek sülalemizle biz oralıyız” diye, ben kendimi hep oralı hissettim.
Almanya’ya geldikten sonra yeni bir yaşam, yeni bir dil, alışma süreci, anlama süreci derken, kendimi Almanca ileri dil kursu, doğuma hazırlık kursu, anne-bebek buluşması kursu, ana okulu öncesi oyun grubu gibi birçok kursun içinde buldum. Hatta mikrodalgada yemek pişirme kursuna bile gittim. O zamanki Türkiye’nin aşırı karışık siyasi yapısı ve 28 Şubat süreci beni ülkemin gündemine karşı mesafeli durmaya, kurduğum yeni aileye ve bebeklerime odaklanmaya itti.
Vatanım Türkiye ama özlemim yok. Çünkü ilkbahar, yaz ya da kış; en az altı hafta çocuklarımla anne-babama, evime ve bıraktığım gibi duran kendi odama gidiyorum. Arkadaşlarımla, akrabalarımla doyasıya buluşuyorum. Sonra Almanya’ya geri dönüyor, kaldığım yerden devam ediyorum. Türk’üm, vatanım Türkiye. Ülkemi çok seviyorum, varlığı bana güven veriyor. Almanya’da resmî işlerden, sağlık işlerine, çocuklarımın okul işlerine kadar her şeyi kendim yapabiliyorum. Dili de iyi konuşuyorum hatta. “Woher kommen Sie?” (Nereden geliyorsunuz?) diye sorduklarında -biliyorum ki o zaman başörtülü bir kişi iyi derecede Almanca pek konuşamıyor ve merak ediyorlar “Acaba niye ki, nereli?” diye- “Na woher denn? Von zu Hause!” (Nereden mi? Evden!) diye nükte bile yapabiliyorum. Ama Almanya’yı vatan hissetmiyorum, kendimi “Alman” hissetmiyorum. Ah bir de o zamanlar alt kimlik üst kimlik tartışmaları içinde “Evet, etnik olarak Laz’ım. Ama alt ya da üst kimlik olmaksızın ben Türk’üm.” diyorum ve böyle hissediyorum. Anadilim Türkçe.
“Nerede Daha Çok Kalırsam, Diğer Tarafı Özlüyorum”
Almanya’da kök saldığımı düşünmüyorum. Ülkemi -Türkiye olarak ifade etmek isterim- hani derler ya taşını, toprağını ve insanını seviyorum. Ama ben Almanya’yı da seviyorum. Ne bileyim, çocukluktan içime sevgi aşılanmış demek ki, “Alman”ı da seviyorum. Tercih yapmak zorunda kalsan gibi afaki sorulara ve suni gündemlere hiç bulaşmıyorum. Öyle bir durum olduğunda Rabbimin bana en doğru yolu göstereceğine güveniyorum. Ana dilimi çok seviyorum ama ata dilim Lazcayı da yeni dilim Almancayı da seviyorum. Bunları bana Rabbimin büyüklüğünün bir göstergesi ve lütfu olarak görüyorum. Nerede daha çok kalırsam, diğer tarafı özlüyorum. Bir yerde yaşarken diğer tarafa ağır özlemin, yaşadığı yeri kötüleyerek yaşamadığı yeri güzellemenin, kişinin iç dengesine dair sıkıntılarla ilgili olduğunu düşünüyorum.
“Vatan Sadece Bir Toprak Değildir”
5 ya da 10 sene evvel “Vatan nedir?” sorusuna, “Mezarlarımızın bulunduğu yerdir” derdim. Bize okullarda uğrunda kan dökülen toprağı vatan diye öğrettiler. Diğer taraftan, Peygamberimizin, atalarının bulunduğu topraklardan Yesrib’e göçmesini, dönme imkânı olduğu hâlde oraya geri dönmemesini, “vatanım da vatanım” dememesini ve bundaki fazileti anlattılar bize.
Vatan, benim için sadece bir toprak değildir. Bana aktarılan dil, tarih, kültür, düşünce, ülkü, hava, deniz, ninni, damak tadı, bunların hepsi benim vatan tarifimin içinde. Benim vatanım Türkiye. Bunların hepsi bana bu topraklarda yoğrulmuş şekilde geldi. Ama bunlar statik olarak bende kalmadı. Yaşadığım yerde gelişti, değişti. Bana, varlığıma ve insan olma yoluma değer kattı.
Almanya’ya çalışmak için gelip yıllarca burada yaşamış kayınvalidem, 50 yaşlarına yaklaştığında “Vatanım, vatanım” diye sular seller gibi gözyaşları dökerdi. “Dönüş yapalım, kuru ekmek yiyelim ama vatanımızda yiyelim.” derdi. Almanya’ya ilk gelen nesil gibi zorluklar yaşamadık biz tabii. Kemiklerine kadar işlemiş, ruhunu yaralayan birçok olumsuzluklardan kaçış ümidiydi belki dönüş isteği. Bugün ise “Bir kere bile Almanya’yı aklıma getirmiyorum, keşke daha önce dönseymişim.” diyor. Bana sadece onu anlamak düşüyor.
Dünyaya Rabbimizin istediği yerlerde, onun seçtiği milletler olarak getirildik. Evet, biraz beylik bir laf olacak ama “Hiç birimizin seçme şansı yoktu”. Ben bana verilenden, sonradan seçtiğimden memnunum. “Gerçek vatan nedir?” diye sorulursa, bugün bu yaşımda ve bu anlayışımla “Gerçek gurbet, yalan dünyadır.” derim.