“Bugün Hiç Olmadığı Kadar Yalnızız”
Günümüzde daha önce hiç olmadığı kadar birbirimizle bağlantı hâlindeyiz. Ancak bu yoğun etkileşime rağmen sık sık yalnızlık hissi ile karşı karşıya kalıyoruz. Peki, bu durumun nedeni nedir? Klinik psikolog Rabia Yavuz ile yalnızlık, yalnızlıkla mücadele ve dijitalleşmenin bu süreçteki rolü hakkında konuştuk.
Yalnızlık nedir?
Yalnızlık, Allah’a mahsus bir kavram olarak düşünülür. İnsan olarak yalnız kalmak bize tekinsiz gelir; zira nasıl ki tek bir ağaçla orman olmazsa, insan da tek başına bir topluluk olmadan var olamaz. İnsan yavrusunun dünyaya gelişi, başka bir insanla kurulan bağ ile başlar. Bu nedenle yalnız kalmanın acısı tıpkı fiziksel bir acı gibi bedende de hissedilir.
Yalnızlığın farklı türleri vardır ve yalnızlığı nasıl deneyimlediğimiz, onun anlamını değiştirir. Örneğin, kalabalıklar içinde olsak bile kendimizi yalnız hissedebiliriz. Bu nedenle yalnızlığı deneyimleme biçimimiz, onu şekillendiren önemli bir faktördür. Bir terk edilme biçimi olarak da yalnızlığı deneyimliyor olabiliriz. Yalnızlığı kendi özümüzle tanışmak ve kendi içimize dönmek için de yaşayabiliriz. Seçilmiş yalnızlık olarak ifade edilen bu durum kendi varoluşumuzun derinliklerine temas etmek için bir imkân da olabilir.
Yalnız doğmasak da yalnız öleceğimizi biliriz. Her insan, kendi ölümlülüğüyle yalnız başına yüzleşir; kimse bir başkası için ölemez. Bu sebeple birçok düşünür için en temel meselelerden biri yalnızlık olmuştur. Kimisi yalnızlığın acı verdiğini söylerken, kimisi yalnızlığında çok şey keşfetmiş. Bu yüzden seçtiğimiz yalnızlık ruhlarımızı onarabilir. Geleneklerimizde de bu tür seçilmiş yalnızlığa dair örnekler bulabiliriz. Rabıta ya da itikaf bu seçkin yalnızlık türlerine verilebilecek örneklerdendir.
Peygamber Efendimizi düşünelim. Mekke’de, 40 yaşında, evli ve çocuk sahibi, toplumda “Muhammed-ül Emin” olarak itibar gören biriydi. Yalnız bırakılmış biri değildi, kalabalıklardan uzaklaşmayı bilinçli olarak seçmiş bir mütefekkirdi. Hep hayal ederim, gece rahat bir yatakta uyumak yerine, uyanık bir zihinle derin düşünceler içinde tefekkür eden bu muhteşem insan için, birden Cebrail’in getirdiği kelimelerle aydınlanmış bir mağarada olmak nasıldı acaba? Mağaranın karanlığını sadece kelimeler değil, çağlar boyu süren bir örneklik de aydınlattı. Modern insan, bu örnekten ne çıkarabilir? Özellikle de yalnız kalmakta zorlanan ve konforundan kolayca vazgeçemeyen bizler…
Televizyon, internet ya da telefonlarımız olmadan yapamıyoruz. Yalnız kaldığımızda huzursuzlanıyor, Bu huzursuzlukla kalamayınca dikkatimizi kendimizden başka bir yere yöneltmek için hemen oyalanacak bir şeyler buluveriyoruz. Üstelik bu durum modern insana da özgü değil. Blaise Pascal, “Bütün insanlığın mutsuzluğunun kaynağı yalnızca tek bir şeyde yatmaktadır ki bu, insanın bir odada kendi kendine sakin bir şekilde oturmayı becerememesidir.” diyerek kendi başımıza kalabilme becerimizin ne kadar önemli olduğunu da söyler 17.yüzyıldan bizlere seslenerek.
Yalnızlık, buluşma ve sohbetlerin dahi dijitalleştiği dünyamızda giderek daha fazla yaygınlaşıyor. Yalnızlık konusu bugün neden bu kadar güncel?
Kadim bir meseledir yalnızlık. Lakin iletişimin bu kadar hızlı ve kolay olduğu günümüzde belki de hiç olmadığımız kadar yalnızlıktan mustaribiz. Bu, belki de çağımızın en çarpıcı gerçeklerinden biri. Büyük ve kalabalık şehirlerde yaşıyoruz. Yanımız, yöremiz sayısız insanla dolu, lakin hepimiz yalnızlığın pençesinde gibiyiz. Kendimiz de dahil olmak üzere her şeye yabancılaşmış durumdayız. Sanayi devriminden bu yana yabancılaşma hayatımızın merkezine oturmuş gibi görünüyor. Doğadan, ellerimizle ürettiğimiz şeylerden, geniş ailemizin bağlarından ve maneviyattan koptuk. Sekülerleştikçe yalnızlaştık.
Bireyselleşme ise beklenenin tersine, yalnızlığı daha da derinleştirdi. Kendimizden de kopuk bir âlemde yaşıyoruz. Bağımlılıklar, çocukların ellerindeki oyuncaklar gibi yetişkinlerin de hayatlarını meşgul ediyor. Üstelik, bu bağımlılıklar, sanki bizi kendimizle yüzleşmemekten alıkoymak için icat edilmiş gibiler.
Virginia Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi’ndeki psikologlar insanların kendi başlarına kalma becerilerini gözlemlemek için bir dizi deney tasarlamış. Katılımcılar, dikkat dağıtıcı hiçbir unsurun olmadığı bir odada (elektrik şok cihazı hariç) zaman geçirmeye davet edilmiş. Kitap yok, telefon yok, başka bir insan yok. Kendilerinden başka bir şeyi yanına alamayan katılımcıların kendilerini kendi düşünceleriyle meşgul etmek dışında bir seçenekleri kalmamış. Odadan vaktinden önce çıkmanın ise tek bir koşulu var: Kendinize elektrik şoku vermek. Katılanların ciddi bir kısmı kendileriyle baş başa kalmaktansa kendilerine elektrik şoku vererek o odadan çıkmayı yeğlemiş. Ne tuhaf kendimizden böylesine bir şiddetle kaçıyor oluşumuz. Biz kendimizden kaçarken başkalarının bizimle olmak istememesine alınışımız, gönül koyuşumuz ise çok dramatik. Yalnız kalamayan, konfordan vaz geçemeyen ve hazların bağımlılığında kendimizi uyuşturduğumuz hayatlarımız içinde ne kendimizle ne de bir başkasıyla sahici bir ilişki kuramıyoruz.
Yalnızlık sendromunun, hızlı tempolu günlük yaşamımızdan ara sıra uzaklaşmaya kıyasla en belirgin özellikleri nelerdir? Biz bunun geçici bir duygu durumu değil kronik bir ruh hâli olduğunu ve yardım almamız gerektiğini nasıl anlayabiliriz?
Çok güzel bir soru. Ne zaman yalnız olduğumuz ya da ne zaman kendimizle baş başa kaldığımız sorusuna verdiğimiz yanıt, durumu belirleyebilir. Yalnızlık seçilmiş bir durum ise ruhsal olgunlaşmanın hem imkânı hem sonucudur. Lakin kaygılarımız, korkularımız ya da bazı bağımlılıklarımız nedeniyle yalnız isek o zaman bu durum bir sorun hâline gelebilir. Psikolojide bir şeyin sorun olup olmadığına kişinin koşulları dikkate alarak değerlendirme yapılır. O nedenle bu soruya verilebilecek yanıt da kişiye özeldir. Genel olarak ise yalnızlığın hayatımızı olumlu mu olumsuz mu etkilediğine bakabiliriz. Yalnızlık bazı korkularımızdan kaçmak için sığındığımız bir yer ise belki korkularımızla adım adım yüzleşmeyi deneyebiliriz. Topluluk içinde kaygılarımız artıyorsa kendimize olan güvenimizi tazelemek için ufak başlangıçlar yapabiliriz. Lakin yalnızlık hayatımızı küçültüyor ya da işlevselliğimizi bozuyor hatta kendimize dönük öz saygımızı aşındırıyorsa bu noktada bir uzmandan destek alınmalı.
Yalnızlık sadece yaşlıları değil, giderek artan bir şekilde gençleri de etkiliyor. Günümüzde gençlerin yalnızlık çekmesine hangi faktörler katkıda bulunuyor?
Çok doğru. Modern yaşamda gençlerin yalnızlık hissetmesine katkıda bulunan birçok faktör bulunuyor; ancak bunlar arasında en belirleyici olanı, teknolojik devrimle birlikte yaşanan sosyal değişimlerdir. Güzel bir Arap atasözü vardır: “İnsanlar, anne babalarından çok yaşadıkları çağa benzer.” Dijital çağda, gençlerin bilgiye erişimi ve üretim ya da hizmet alma biçimleri bu kadar değişmişken, sosyal ilişkilerinin de bu değişimden etkilenmesi son derece normal. Sanal dünyada iletişim kurmak oldukça az maliyetli ve çok az çaba gerektiriyor. Düşünsenize artık emojiler bile bizim yerimize konuşuyor. Üstelik bu uygulamaların çoğu da ücretsiz ve kolayca yaygınlaşıp hızlıca tüketiliyor. Dijital ortamda ilişkiler için harcadığımız zaman ve maliyet azalırken ilişkilerimizin kapsam alanı da kontrol edilemez oranda genişledi. Çok fazla bağlantımız var ama bağlarımız da bir o kadar zayıf görünüyor. Sosyal medyanın içine doğmuş olan gençlerimiz için de en yaygın iletişim yolu bu dijital uygulamalar. Daha kısa cümlelerle hatta cümle bile kurmadan kimi emojilerle hızlıca anlaşıyorlar akranlarıyla. Bu hızlı olduğu kadar yüzeyselleşmeye de açık olan iletişim biçimleri, yüz yüze etkileşimlerin yerini alabilir ve yalnızlığı artırabilir.
Ayrıca modern toplumda okul başarısı ve rekabet baskısı da gençlerin kendilerini sürekli olarak başkalarıyla kıyaslamalarına ve yeterince iyi olmadıklarını hissetmelerine neden olabilir. Böylesi bir yetersizlik kolayca sosyal bağlantıları aşındırabilir. Ne zaman öğrencilerle eğitim hayatları hakkında konuşsam sınav baskısından bahsediyorlar. Kaygı ve korkularla zihinlere kazınan eğitim hayatı, gençlerimizin yaşamında bitmez bir çileye dönüşüyor. Bu stres kaynağı yalnızca gençlerle sınırlı değil; ebeveynlerin de en büyük gündem maddelerinden biri çocuklarının eğitim harcamaları ve okul başarıları. Üstelik ebeveynlerle çocukları arasındaki iletişim çoğunlukla dersler, ödevler, sınavlar ve bunların önünde engel oluşturması nedeniyle telefon kullanımı ve bilgisayar oyunları gibi konularla sınırlı kalıyor. Evdeki gerilimler ise ebeveyn-çocuk arasındaki iletişimi giderek zayıflatıyor. Gençlerimizin ciddi bir kısmı da sınav kaygısından mustarip ve bu nedenle giderek artan bir şekilde ilaç kullanımına ihtiyaç duyuyor. Anksiyete, depresyon ve diğer mental sağlık sorunları da sosyal etkileşimleri zorlaştırıyor ve kolayca sosyal içe çekilme ya da tecrite dönüşebiliyor. Bu durum ise yalnızlık hissini derinleştirebiliyor. Bu tür sorunlar, gençlerin sosyal ortamlardan çekilmelerine veya izole olmalarına neden olabiliyor. Modern hayatın günümüze taşıdığı değişimlerden biri de artan boşanma oranları ve küçülen ya da parçalanmış aileler. Çift kariyerli ve yoğun mesaili ebeveynlere sahip olan gençler için aile içi iletişim eksiklikleri de gençlerin duygusal destekten yoksun hissetmelerine neden oluyor.
Hükûmet önlemleri, sosyal sorunlarla mücadelede önemli bir rol oynuyor. Yalnızlıkla başa çıkmak için hükûmetler bazında ne tür adımlar atılabilir?
Modern zamanlarda yalnızlık sadece bireysel bir endişe kaynağı olmanın ötesinde, toplumsal düzlemde de ciddi etkilere yol açmaktadır.
Hükûmetler ve sağlık kuruluşları, yalnızlığın sigara içmek veya obezite gibi hem zihinsel hem de fiziksel sağlık üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle bu durumu bir sağlık meselesi olarak değerlendirmektedir. Örneğin, 2018 yılında İngiltere’de bir Yalnızlık Bakanlığı kuruldu. Yalnızlıkla mücadele kapsamında hazırlanan raporlara göre, 9 milyondan fazla İngiliz vatandaşı kendilerini yalnız olarak nitelerken, yaklaşık 200 binden fazla yaşlı birey ise bir aydan fazla bir süredir hiç kimseyle iletişim kurmadıklarını bildirmiş. Yalnızlık Bakanlığının stratejileri arasında toplum katılımını artıran programları, farkındalık kampanyaları ve hastalara hemen ilaç reçete etmek yerine sosyal faaliyetlere yönlendirme yer almaktadır. Çözülen sosyal ağlar kadın-erkek, genç-yaşlı, yetişkin-çocuk hepimizi etkilemekte. Amerika Birleşik Devletleri’nde de benzer hükûmet politikaları yürürlükte. Sağlık Bakanı tarafından yalnızlık ve sosyal izolasyonun bir salgın olarak değerlendiriliyor olması dikkat çekici. Mevcut müdahaleler arasında sanal destek grupları ve çevrimiçi terapi gibi yalnızlık hisseden bireylere erişilebilir destek sağlama çalışmaları bulunmakta. Toplumsal sağlığın önemi dikkate alındığında yalnızlıkla mücadele çok yönlü bir yaklaşım gerektirir.
İslam’da aile bağlarını koruma, “cemaat” olma ve toplu ibadetler çok önemli yer tutar ve kişinin kendini toplumdan soyutlayarak inzivada bir hayat yaşaması hoş görülmez. İslami gelenek, toplumumuzda yalnızlıkla mücadeleye nasıl yardımcı olabilir?
Gelenek bizden önce gelenlere kendimizden yeni bir şeyler ekleyerek devamlılık sağlamakla ilgilidir. Bizim geleneğimizde ise hem sağlıklı bireyselleşme hem de topluluk bilinci denge üzerine kuruludur.Hz. Muhammed’in seçilmiş yalnızlığı, kulluk bilincine hizmet eden içsel bir işçilik sunar; bu yalnızca sosyal ağlarımızı güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda bizimle alakalı olan her canlı ve cansız varlıkla olan ilişkilerimizi de derinleştirir.Örneğin, doğayla olan ilişkimizi faydacılık değil, emanet bilinci üzerine kurduğumuzda, bireyin etrafında tek bir insan olmasa bile yalnız olmadığını ona duyumsatır. Çevremizde bir insan ferdi olmasa bile yaratıcıyla kurduğumuz dinamik ilişki hep yanı başımızdadır ve bize en derinde yalnız olmadığımızı bildirir. Pierre Teilhard de Chardin’ın dediği gibi,“Biz ruhsal yönü olan insanlar değiliz, insan kılığında ruhsal varlıklarız.” Böylesine zengin bir algı dünyası, diğer varlıklarla bağ içinde olduğumuzun bilinciyle yaşamamıza olanak tanır.
Varlığın birbirine bağlı olduğu bir dünyada yaşayan bir birey, kendini nasıl izole hissedebilir ki! Tüm âlemle bütünüz. Hayy olana ve hayat verdiklerine duyduğumuz bu bağ bizi gözlerimizle gördüklerimizden, kulaklarımızla işittiklerimizden çok daha ötesine taşır. Hayattaki neşe ve canlılığı görebilmek için gözler kadar gönüllerimize de ihtiyacımız var. Mevlana’nın dediği gibi sayısız bağlarla birbirine bağlanan bizler; okyanusta bir damla değiliz, bir damlanın içinde kocaman BİR okyanusuz.