'Defin'

Orası ile Burası Arasında Bir Yer: Ölüm

Avrupa'da yaşayan göç kökenliler hayatları boyunca olduğu gibi, ölümleriyle de bir ikilem yaşıyor: Cenaze burada mı defnedilecek memlekette mi? Peki, bir göç hikayesinde ölümün yeri neresidir?

Fotoğraf: Ajdin Kamber/Shutterstock

Sorumlu, az ötedeki dosyaları karıştırdı bir süre.

Sonra yakılacak yeni bir ölü için, açılmış fırından,

çevreye yayılan alevlerin gürültüsü arasında bağırdı:

“Türkmüş… Patentli vazoya koy.” Adam yeni vazonun karnına baktı.

Patent açık seçik okunabiliyordu: “Made in Germany.”

Bekir Yıldız-Sahipsizler

Malum olduğu üzere Avrupa’da milyonlarca Müslüman göç kökenli yaşıyor. Toplam sayılarının 25 milyon olduğu düşünülen Müslüman topluluğa dair aslında ilk başta akla gelmeyen bir pratikten bahsedeceğim bugün. Avrupa’da bir Müslüman öldüğünde, aile ve akrabalar genellikle cenaze töreniyle ilgili bir ikilem yaşarlar. İkilem, cenazenin köken ülkeye mi yoka mesken ülkeye mi defnedileceğidir. Bu konu üzerine düşünmeme sebep olan şey ise bir süre önce tesadüfen denk gelip izlediğim bir dizi.

“Biz Faslılar ölülerimizi memlekete göndeririz. Kulağa garip geliyor biliyorum, ama bu tamamen normal. Bu bir gelenek, aynı zamanda da bir iş kolu.” cümleleri ile başlayan Soil (Toprak) isimli bu Belçika dizisi, aslında göç kökenli herkesin yakından tanıdığı o ikilemle başlıyor: Cenaze burada mı defnedilecek orada mı? Babası Faslı cenazeleri defin için memlekete yollayan bir hizmet veren dizimizin baş kahramanı İsmail, bu soruna yeni ve benzersiz bir çözüm buluyor.

İsmail, çok fazla çalışmadan kolay para kazanmak isteyen genç bir adamdır. Babasının aile şirketini ona ve ablasına devretmesi ile mecburi olarak burada çalışmaya başlayan İsmail bir dizi olay sonucunda Fas toprağı dolu sandıklara rastlar ve bu toprağı ölen yakınlarını gömmeleri için bir aileye teklif eder. Mücbir sebeplerle gerçekleşen bu olay ona yeni bir iş fikri de vermiş olur: Yakınları vefat etmiş kişilere Brüksel ‘de Fas toprağına gömülme imkanı sağlamak. Böylece, ölen kişi hem Müslüman Fas toprağına gömülebilecek hem de ailesi cenazeyi Fas’a göndermek için büyük masraflara girmeyecektir. Birinin ölümünden bile iyi para kazanabileceğini gören İsmail, Fas toprağını Belçika’ya getirerek modern bir sorun için basit bir çözüm bulmuştur. İsmail’in küçük bir iş fikri olarak başlayan şey kısa sürede patlar ve giderek daha fazla insan bu hizmeti tercih eder. Dizi de İsmail’in defin için toprak ithali fikrinin etrafında başının belaya girmesi ve başına gelen mizahi olayları anlatmaktadır.

Gurbette Ölüm

“Gurbet içre sayrulık şöyle olur 

Kamu bir kez ölse ol bin kez ölür”

Âşık Paşa-Garibnâme

Arapça ġrb kökünden gelen gurbet  “vatandan ayrı ve uzak olma, yabancı ülkede olma, sürgün” anlamlarına gelmektedir. Bu kelimenin akraba olduğu tanıdık bir başka kelime daha var aslında: Garb sözcüğü. Garb kelimesi “Batı” anlamına gelse de bu anlamın altında güneşin batarken uzaklaşması yatar. Aslında “uzaklaşan” anlamına da sahiptir. Her ne kadar kelime bugün pejoratif anlamda kullanılsa ve politik doğruculuğum beni bu kelimeyi kullanmamaya itse de bu etimolojik akrabalığa kayıtsız kalamayarak Türkiye’den Avrupa’ya altmış yılı geçmiş göç hikayesindeki insanlara “gurbetçi” denmesini bu çerçeveden okuyabiliriz. Gurbet de ölüm de bir şekilde üyesi olduğunuz topluluktan ayrı düşme ve uzaklaşma hâlidir.

Kendisi de bir dönem Almanya’da işçi olarak çalışmış Bekir Yıldız’ın 1975’te yayınlanan Sahipsizler öyküsünde Almanya’da bir işçi yurdunda (Alm. “heim”) kalan Türkler beklenmedik bir olayla sarsılır. Ragıp Baba isimli Türk işçi vefat etmiştir. İşçi yurdunda hem yetkililer hem diğer Türk işçiler ne yapacaklarını bilemezler. Çünkü Almanya’ya yalnızca birkaç yıllığına gelmiş, geri dönecek olan işçilerin ölme ihtimali düşünülmemiştir. Max Frisch’in “Biz işçi istedik, onlar insan gönderdi” sözünü tam da bu noktada yeniden hatırlıyorum. İşgücü olarak gelen birinin ölmesinden büyük rahatsızlık duyar yetkililer. İşçiler ne yaparsa yapsın yetkilileri ikna edemezler, Ragıp Baba’nın cesedinin yakılmasına karar verilmiştir. Ragıp Baba yakılır, diğer işçiler bunu engelleyemez. Yapabildikleri tek şey yakılmaya  giderken tabutu omuzlar üstünde dışarı çıkarmaktır sadece. Hikayenin sonunda Ragıp Baba’nın külleri, üzerinde “Made in Germany” yazan bir vazo içinde Türkiye’ye ailesine gönderilir. Bekir Yıldız’ın Ragıp Baba özelinde anlattığı hikaye aslında Almanya’ya iş gücü göçünün bir gerçekliğine vurgu yapıyor.

Düğünler ve cenazeler kim olduğunuzu anlatır. Bu özel zamanlarda bir topluluğun üyesi olduğunuzu iliklerinize kadar hissedersiniz.  Yani ölümün insan toplulukları için kurucu bir işlevi vardır. Cenazeler bize bir toplum hakkında çok şey söyler. Yasın yaşanma şekli ve kaybedilen kişiye dair son görevlerin dayanışma içinde yapılması o topluluk hakkında bir şeyler öğretir.  Bu ritüeller ve gelenekler geride kalanları da bir topluluğun üyesi yapar. Gelenek, kültür nasıl aktarılır diye sorsanız  “en çok ölümle” cevabını veririm sanırım. Tam da bu yüzden Almanya’da özellikle 1980’li yıllardan itibaren ölüme ve cenaze işlemlerine dair zorlukları aşma çabası göçmen örgütlenmelerinde de büyük bir etkiye sahip oluyor. İşçi ve öğrenci birliklerinden hemen sonra  kurulan “hemşehri dernekleri” her şeyden önce cenaze ve taziye işleri için bir mekana dönüşmüştür. Bu durum bugün Avrupa ve Türkiye (ya da Soil dizisi örneğindeki Fas gibi ülkelerle) arasında ulus-aşırı cenaze hizmetlerinin de oluşmasını sağlamıştır. Yani, özellikle de ilk nesil için göçün sonucunda vefat ve defin mekanı ayrışmıştır. Bu anlamda vefat edeni memlekete gönderme çabaları yeni ulus-ötesi bir mekan olarak inşa edilmiştir.

Uçağın Altında Dönmek

“Burada ölüm üzücü. Memlekette ne zaman birisi vefat etse ona

ve ailesine eşlik ediyoruz, ölen kişiyi yalnız bırakmıyoruz.

Son hesap gününe kadar ruhunun arınması için çokça dualar ediyoruz.”

Kuzey Afrikalı bir görüşmeci

 Fatima Mezzouj, Les choix d’inhumation des Maghrébins âgés vivant en France

Uçakların kargo bölümünde memlekete giden tabutların sebebi -belki de biraz aceleci bir kararla- Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar için kendi dinî inançlarına ve ritüellerine göre gömülmenin zorluğuyla ilgili. Ancak konuya dair araştırmalar yapınca asıl büyük sebebin çok daha derin ve soyut bir yerde saklı olduğunu farketmek mümkün.

Fatima Mezzouj isimli bir araştırmacının Fransa’daki Kuzey Afrika kökenlilerin defin tercihleri üzerine yaptığı bir araştırmada görüşmecilerden birisi “Fransa’yı seviyorum, bana çok şey kattı. Ama bedenimin ülkeme dönmesi gerekiyor çünkü bana hayat veren orasıydı.” diyor. Bu ve bunun gibi cümleleri okudukça Müslüman mezarlıklarının nadirliğinin, ölüm sonrası menşe ülkeye dönüşü tek başına açıklamadığını düşünüyorum. Özellikle birinci nesil göçmenler için, aslında “memlekete dönen tabut” ödenen bir borç gibi görülüyor. Çalışmanın bulduğu diğer sonuç ise birçok kişinin defnedileceği yerin “Müslüman toprağı” olması gerektiğini düşünmesi.  Her ne kadar dinen bu ülkelerde gömülmenin hiçbir sakıncası olmasa da bu hassasiyet kendisini sık sık gösteriyor. Bu son yolculuk, aynı zamanda her zaman bahsedilen ancak göçmenin yaşamı boyunca gerçekleştirme fırsatı bulmadığı hayali “kesin dönüşün” de yerini alıyor. Bu yüzden çevremizdeki “gurbetçi”lerin ağzından “uçağın üstünde dönemesek de altında muhakkak döneceğiz” cümlesini muhakkak hepimiz duymuşuzdur.

Müslüman göçmenlerin cenaze süreçleri, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde Müslüman mezarlıklarının eksikliği, cenaze masrafları ve kültürel bağlılıkların cenaze yeri seçimindeki rolü ile belirleniyor. Buna göre, göçmenlerin büyük bir kısmı memleketlerine defnedilmek istiyor çünkü bu durum onların, dinî ve kültürel hassasiyetlerine cevap veriyor. Ancak ikinci kuşaktan itibaren göç kökenliler arasında Fransa’da yahut Almanya’da gömülmeyi tercih edenlerin oranının arttığını yapılan çalışmalardan anlayabiliyoruz.

Ölüm, her toplumun kendi mahremiyetini açığa çıkaran bir olay. Göç kökenlilerin — burada Müslüman göçmenlerin — ölümü, bir açıdan ev sahibi toplumun farklılıkla olan ilişkisini de ortaya koymaktadır: Onlara bu son yolculukta tanınan ya da tanınmayan gerçek (mezar yerleri) ve sembolik (dini ritüeller) alan, onların kolektif hafızaya entegrasyonuna yönelik isteği ya da tam tersine meşruiyetlerinin reddini anlamlı bir şekilde yansıtıyor.

Ebubekir Tavacı

Lisans derecesini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden 2016 yılında alan Tavacı, Fransa’da Université Paris 1 Panthéon Sorbonne’da Siyaset Bilimi yüksek lisans programından 2021 yılında mezun olmuş ve aynı üniversitede aynı alanda doktora araştırmasına devam etmektedir. Avrupa Birliği göç politikaları, Türk diasporası ve Fransa’da göç gibi konular üzerine çalışmalar yapmaktadır. Tavacı Perspektif redaksiyon kurulu üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler