“Türkiye’nin Asıl Beklentisi Eğitilmiş İnsan Gücü Değildi”
Türkiye’nin önde gelen sosyal bilimcilerinden Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat, Türkiye’den Almanya’ya göçü baslangıcından beri takip ediyor ve bu alanda ilk kapsamlı araştırmayı gerçekleştiren kişi. Abadan-Unat ile çalışmalarının sürecini, arka planını ve geçmişten günümüze Türkiye ve Almanya’daki göç politikasını konuştuk.
Bildiğimiz üzere göç konusu sizin için yalnızca kariyeriniz açısından değil aynı zamanda kişisel tarihiniz açısından da önem arz eden bir husus. 1921 yılında Viyana’da doğdunuz, daha sonra Budapeşte’ye, sonrasında ise İzmir’e göç ettiniz. Göç olgusunun kişisel hikâyenizdeki yeri sizin çalışma alanı olarak bu alanı seçmenizde bir rol oynadı mı?
Kişisel hayatım göç konusunu araştırmamda rol oynamadı ama Almanca bilmem rol oynadı. Başka konularda araştırmalar yapıyordum öncesinde. “Batı Almanya’daki Türk İşçiler ve Sorunları” çalışmam yayınlandığında bunu yapacak başka Almanca bilen kişi yoktu. O araştırma bir devlet politikası olarak ele alındı, yapıldı. Çünkü beş yıllık kalkınma planı anayasaya yeni konmuştu. Bunun icabı olarak, bana gelen teklif üzerine ben bu araştırmayı hükûmet için yaptım. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde Çalışma Kürsüsü Başkanı olan Prof. Dr. Cahir Talas teklif etti. Benim konuya kişisel yakınlığım değil, dil bilgim göç çalışmama sebep oldu.
1961 Öncesinde Almanya’ya Giden Göçmen İşçiler
“Batı Almanya’daki Türk İşçileri ve Sorunları” adlı çalışmanız Türk-Alman göç araştırmalarına yönelik Türkçe olarak yayımlanan ilk sosyal bilim araştırması niteliği taşıyor. Çalışmanızda, Türk-Alman göçünün Almanya ile Türkiye arasında 1961’de imzalanan İş Gücü Anlaşması’ndan çok daha önce başladığını belirtiyorsunuz. Bizim için bu konuyu biraz açabilir misiniz?
Bu sorduğunuz durum, göçün karakterine de bağlı olmak üzere farklı bölümlerini ilgilendiriyor. Türkiye’den Almanya’ya göç aslında daha evvel başlamış fakat literatürde öyle gözükmüyor. Almanya, İkinci Dünya Savaşı’yla beraber muazzam bir erkek nüfus kaybı yaşadı. Aşağı yukarı bir kuşak yok oldu. 1950’de artık endüstriyi birazcık toparlamak istediler. Onun için de eleman lazım. O zamana kadar İtalya, ondan sonra Yunanistan ve böyle Akdeniz’e doğru indiler. Türkiye’de bir kurumdan almadılar yahut istemediler öyle. Gemi inşaatı yapan varlıklı Türk iş adamlarının ağırladığı Alman girişimciler, erkek personele dikkat ettiler ve Almanya’da iş tekliflerinde bulundular. Bu giden elemanlar kayıtlara geçmedi. Birincisi, Türklerin pasaport alma hakkı yoktu. Yani pasaport sahibi insanlar vardı ama doktor, öğrenci, ihracatçı, tüccar, ihtisas yapacak olan vb. kişilerdi ve bunlar her defasında özel işlemle yapılıyordu. Bir anayasal hak olarak pasaport alma hakkı yoktu. İkincisi, başvuru yapılacak bir kurum da yoktu. Dolayısıyla o ilk davet edilenler nominaldi yani ismen çağrılan. Davet eden Alman, masrafları karşılayacağını beyan ederek izin çıkarıyordu.
Bu yol biraz daha gelişince belli aracı kurumlar oluyor. Bu da tabii zaman içinde Alman sendikaları son derece rahatsız ediyor. Aracılığı önlemek istiyorlar. Onun üzerine Türkiye ile bir anlaşma yapılıyor 1961 yılında. Bu anlaşmayla, Türkiye’de Çalışma Bakanlığı yardımcı olacak. Almanya’da, Nürnberg’de yetkili bürolar var ve İstanbul Tophane’de irtibat bürosu açıyorlar. Orada çalışanlar, başvuranların sadece eğitimini sorgulamıyorlar. Genel sağlık durumuna bakıyorlar ve bütün tahlillerini yapıyorlar. İdrar tahlillerinde hile yapanlar da oluyor. Netice itibarıyla oradan vizeyi alan gidiyor.
Artan İşsizliği Azaltmak Amacıyla Dış Göç
Yani, 1961 öncesinde kitlesel nitelikte olmasa da benzer bir iş gücü göçü söz konusuydu diyebilir miyiz?
Önemli olan bir şey daha, Hitler zamanında Almanya’dan görevlerinden çıkarılan kişileri ve akademisyenlerin bir kısmını Türkiye aldı. Bu öğretim görevlilerinin Almanya’ya eğitime gönderdiği kişiler var. Mesela bir seferinde kurs için gönderilen 150 çırağın hiçbiri Türkiye’ye dönmüyor, orada kalıyorlar.
1960 yılında Almanya’da çalışan 2.100 Türk işçisi var, beş sene sonra ise 55.000. 18 misli artış. Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye’de artan işsizliği gidermek amacıyla, bilateral anlaşmalar yoluyla, akdedilen işçi mübadeleleri her yıl daha çok kabaran bu insan kütlelerinin sadece dış ülkelere sevk etmekle meseleyi halledemeyeceğini fark ediyor.
Göç hareketi o kadar hızlı artıyor ki işçiler nereye gittiklerini, ne iş yapacaklarını bilmiyorlar. İşte burada biz onu tespit ettik, yani bedensel güç kullanacak işçiler körü körüne sevk edildi. Şimdi demir çelik imalatı sektöründe, o dönemde, İtalyan yüzde 24, İspanyol yüzde 35, Avusturyalı yüzde 24 ama Türk yüzde 48. Yani yarısı Türk. Hâlbuki mesela daha sofistike sektörlerde daha çok Avrupalı işçiler gözüküyor.
Mesela ben isimlerini de yayınlamıştım, 1960 yılının nisan ayında Hamburg şehri inceleme gezisi maksadıyla, Türk esnaf ve sanatkârlarından 10 kişilik bir grup davet etmiştir. Bu grup da yok oluyor. Dokuz kişi dönmüyor. Yani bütün mesele bir kere kapağı dışarı attıktan sonra dönmemek. Ekim 1961’de yapılan iş gücü anlaşmasının ardından bildiğimiz Almanya’daki işçi nüfusu söz konusu. Aile birleşimi vizeleri verilene kadar sadece erkek nüfus gidiyor.
“Göç Türkiye’yi Değil Almanya’yı Zenginleştirdi”
Bu yıl itibarıyla iş gücü göçüne imkân tanıyan anlaşma imzalanalı 60 yıl oldu. Uzun yıllar gerek Almanya gerekse Türkiye ciddi bir göç politikasına sahip değildi. Bu 60 yıllık süreçte Almanya ve Türkiye’nin göç politikasındaki dönüşümü ve akademinin göçü ele alışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Peki, Türkiye şimdi ne istiyor? Eğitilmiş insanı geri istiyor ama geri gelmiyor. Yani günümüzden bakınca asimetrik bir anlaşma; Türkiye gönderdi Almanya kabul etti. Fakat o zamanda Türkiye’nin asıl beklentisi zaten eğitilmiş insan gücü değildi. Türkiye’nin kalkınma planında geçen ibare, “artan iş gücünün ihracı” şeklinde. Siyaset meseleyi insan kaynağı olarak değil de sadece mekanik bir iş gücü olarak ele alıyordu.
Akademi olarak; misal, biz bu araştırmayı yaptığımızda etnik kimlik ve mezhep farklılıklarını hiç hesaba katmadık. O zaman kamuoyunda bu kadar tartışılmıyordu. Şimdi siyasi partiler dolayısıyla da farkındalık arttı. Avrupa’da da aynı şekilde. Alevilik, Kürtlük gibi hususlar yeni fark ediliyor ama yine de nitelikli göç araştırması yapılmıyor.
Türkiye’nin bir göç politikasının olmadığını çok defa yazdım. Onun altını çizmek istiyorum. Almanya’nın da göç politikası yok. Alman üniversitelerinde Türkiye üzerine yapılan çalışmalar arkeoloji, sanat, dil ve edebiyat gibi alanlarla sınırlı. Almanya kesinlikle Avrupa kimliğinin dışında bir şey görmek istemiyor. Türkiye hep talep eden tarafta olduğu için asimetrik bir ilişki var. Bu arada bizde de Almanya çalışan enstitüler yok. İstanbul’da bir Alman üniversitesi de var, orası benim için bir hayal kırıklığı. Ben bilançoyu çok negatif görüyorum. Türkiye kusurlu, Almanya ise iki misli kusurlu çünkü isteseydi çok daha fazla sayıda ve nitelikli araştırma yapabilirdi. Hâlbuki göç Türkiye’yi değil Almanya’yı zenginleştirdi.
Dördüncü Nesil ve Asimilasyon
Yarım asır önce daha asimilasyoncu bir bakış, göçü ele alışta baskındı. Bugün ise daha çoğulcu ve çeşitliliği ön plana koyan bir yaklaşım güç kazanıyor. Siz Türkiye ve göç kökenli toplumun dönüşümü hakkında neler söylemek istersiniz?
Kadınlar ve erkekler arasında ilginç bir farklılık var. Kadınlar daha kolay uyum gösteriyorlar. Onlar erkek işçiler gibi o kadar çok paradan tasarruf etmiyorlar, misal kıyafet bakımından da Almanya’ya daha kolay uyum sağlıyorlar. Ama bir de erkek işçilerle gelen kadınlar arasında ilişkiler oluyor, çocuk sahibi oluyorlar. Akseden kişisel problemler oluyor.
Ama netice itibarıyla ilginç bir şey var. Bütün Türk işçileri Alman kadınlara “hafifmeşrep” olarak bakıyor. Buna istisna bir örnek görmüştüm, Stuttgart civarındaki bir firmada çalışan işçiler. Firma, oranın değişik köylerinde bir veya iki tane köylü evi satın alıyor ve işçileri oraya yerleştiriyor. O işçiler gündüz ve gece değişik vardiyalarda çalışıyorlar. Gündüz uyumuyorsa seyrediyor etrafını. Diyorlar ki “Alman ev kadını son derece çalışkan; çocuklarıyla meşgul oluyor, çamaşır yıkıyor…” Yani Almanlara pozitif bakıyor buradaki Türk işçiler.
Ancak esas fikir değişimi, bir “entelijansiya”nın oluşmasıyla başlıyor. Yazarlar, şairler ve müzisyenlerle Almanya’da yeni bir Türk toplumu oluşuyor. Bugün ise bu toplum yine ayrışıyor denilebilir çünkü bir kısım Türkiye kökenini önde tutmak istemiyor, bir kısmı ise gettosunda kalmak istiyor. O zamanla şimdi arasında büyük fark var. Artık dördüncü nesil var. ABD’deki Chicago Okulu, İngiltere’deki London School of Economics gibi sosyoloji ekolleri, üçüncü kuşaktan sonraki dördüncü kuşak asıl asimile olandır görüşünde. Örneğin, Fatih Akın gibi kendini Alman sayan ve bunu ürettikleri sanat eserlerinde iyi yansıtan herkesin bildiği sanatçılar var.
“Verem Oluyorlar Çünkü Beslenemiyorlar”
Türkiye’den Almanya’ya göç konusunda araştırmalar yapan en deneyimli bilim insanlarından birisiniz. Bu alanda zengin bir araştırma deneyiminiz, birçok anı ve hatıranız var. Geriye dönüp saha çalışmalarınıza baktığınızda sizi çok etkileyen yahut unutamadığınız bir anınız var mı?
Muazzam bir tasarruf tavrı var giden Türklerde. 1963’te gittiğim zaman Almanya’ya Türkiye’den beş asistanla gittim. Trenle seyahat edeceğiz ve anket yapacağız. Sabahleyin kahvaltıdan sonra, İş ve İşçi Bulma Kurumunun arabaları bizi otelden alıyor ve bir firmaya götürüyor. Oradaki personel müdürü bizi karşılıyor ve biz görüşeceğimiz işçileri seçiyoruz. O öğle yemeğini de işçilerle beraber yiyoruz. Orada da fark ediyoruz ki işçiler hemen hemen yemekten hiç almıyorlar, işletmenin yemeğine tedbirli davranıyorlar. Öğleden sonra biz konuşuyoruz işçilerle. Akşam biz işçilerin yatakhanesine gidiyoruz. Orada yatakhanelerde, benim adım “büyük abla”. Herkes “bir kaşık benden al bir kaşık benden al” herkes kendi yemeğinden tattırmak istiyor. Herkes kendisi pişiriyor. Pişirdikleri şey de makarna ve pilav. Başka bir şey yok. Almanya’ya gelmeden önce İstanbul’daki İş Bulma Kurumunda verem testi yapılmıştı. Geldikten bir müddet sonra bu işçilerde verem çıkıyor çünkü beslenemiyorlar. Fevkalade yüksek miktarda paradan tasarruf ediyorlar.
Bu tasarruf, Türkiye’ye dönüşte yararlanmak amacıyla mı yapılıyor?
Evet. Daha sonra, Türkiye’ye dönmek isteyenlere özel bir teşvik uygulaması yapılıyor. Mesela dönen işçi, artık kesin dönüş yaparsa yanına satın aldığı bir otomobil veya traktör getirebiliyor ve onu da burada satabiliyor. Almanya’da da bu işleri çeviren kuruluşlar oluyor. Almanya, aile birleşimine izin verdikten sonra, daha fazla göç almaktan vazgeçiyor ve artık dönüşe teşvik ediyorlar. Ama dönüşte bir de Devlet Planlama Teşkilatı işçi girişimleri için teşvik, yatırım desteği veriyor. Kolektifler ve kooperatifler kuruluyor fakat onların çoğu başarılı olmuyor. Ancak bir iki tane teşebbüs başarılı olabiliyor.
Bir diğer anımsa Yozgat’tan. Hollanda hükûmetinin finanse ettiği bir araştırmam için Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine gitmiştim. Burada gittiğim bir dükkânda bir kadınla tanıştım; bir oğlu Belçika’da diğer Hollanda’da. Bana dedi ki: “Önceden gelseydiniz ben bu dükkâna giremezdim bile, şimdi ise bütün dükkânı satın alabilirim.” Kadın kendi penceresinden göçe bu şekilde bakıyordu.
“Eskiden Göçün Amacı Para Kazanmaktı”
60 yıllık süre içerisinde göçün küreselleşme ve ulusötesileşme süreçlerinin göç olgusunu göçmenler için daha kolay ve üstesinden gelinebilir bir hâle getirdiğini söyleyebilir miyiz? Ve, Türkiye-Almanya arasında göç hâlâ aktif olarak ve artarak devam ediyor. Bu yeni göç dalgası ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Hayır, katiyen söylemem çünkü her ülke göçü güçleştiriyor. ABD mesela duvar inşa etmek istiyordu. Şimdiki Biden yönetimi de “içeri buyurun” demiyor, kolaylaştırmış da değil. Herkes kendi çıkarını düşünüyor. Türkiye’de Suriyelilere karşı iyi niyetin olmadığını görüyorsunuz, işverenler onları piyasa fiyatından ucuza çalıştırıyorlar. Suriyelilerin, bir araştırmaya göre yüzde 58’i yine de memnun ve Türkiye’de kalmak istiyor. Şimdiler ise Afgan göçmenler meselesi var. Öncelerde gösterilen anlayış kayboluyor ve göçmenlere karşı cephe alanlar artıyor. Türkiye’de hayat şartlarında değişme ve kötüleşme de var ama Almanya’ya yeni göç dalgası ise korkuya dayalı. Son derece haşin ve sert bir iç politikamız var. Bu insanları Türkiye’den ayrılmaya sevk ediyor. Eskiden göçün amacı para kazanmaktı.
Artık bu dünyanın içinde milliyetçilik azalıyor ama bir taraftan da “savunma” görüşü önem kazanıyor. Mesela Türkiye’de deniyor ki “Suriyelileri, Afganları istemiyoruz”. Hâlbuki o büyük akışkanlık önlenemiyor. Nasıl bir yarın olacak belli değil.