Göçün İki Yakası: Gidenler & Kalanlar
Göç eden ya da göç veren her ailenin karşılaştığı kadim bir soru vardır: Göç giden için mi zor, kalan için mi? Gökhan Duman, Göçün Bilinmeyen Hikâyeleri Serisi’nin onuncu ve son yazısında bu soruyla yüzleşenlerin daha nice zorluğa dayanmış hayatlarına konuk oldu.
“Gidene mi zor, kalana mı?” sorusu, göç yolculuklarının kadim sorularından biridir. Sorunun kendisi, zihinlere yer etmiş bir ön kabulü de beraberinde getirir. Kim tarafından ne zaman ve ne şekilde yerleştirildiği muğlak olan bir ön kabuldür bu: Göç her şeyden önce zordur. Giden için de kalan için de zorluk duygusunu içerisinde barındırır. Fakat, biz hep kimin için daha zor olduğunu merak ederiz. İyi bir gelecek için bavulunu alıp gözü arkada kalarak yollara düşenler mi zorluğu asıl omuzlayanlar? Yoksa pencerenin kenarında, gidenin dönmesini bekleyenler mi yükün altında kalanlar? Bu sorunun bir tek cevabı olmamalı…
Gidenler…
Gerçekte nereye ait olduğumuza elimizdeki pasaportlar mı karar veriyor, yoksa bu biraz da hissiyat meselesi mi? Eğer ikincisi karar veriyorsa; doğup büyüdüğümüz, toprağına, havasına, insanına aşina olduğumuz, huyunu suyunu ezberlediğimiz, sokaklarını avcumuzun içi gibi bildiğimiz, kısacası bizi “biz” yapan ne varsa, derinlerde hissettiğimiz, adı konulmamış bir duygudur belki ait olma hissi. Kimisi buna “vatan”, kimisi “memleket”, kimisi de “yuva” diyor.
Neşet Ertaş, “Bir anadan dünyaya gelen yolcu, dünya senin vatanın mı yurdun mu?” derken, her zaman olduğu gibi az sözle çok şey anlatıyordu. Dünyanın faniliğine, insanları ve toplumları birbirinden ayıran katı sınırlara, anlaşmalara, kimliklere ve pasaportlara kadar götürebilirdi onun bu sözleri. Belki Almanya’daki 27 yıllık hayatı sırasında etmişti bu sözü. Bir söyleşisinde şöyle dert yanıyordu hani: “Onca yıllarım geçti şu Almanya’da, inanır mısınız hala alışamadım.”
Türkiye’den Almanya’ya göçün üzerinden geçen 60 yıl, çok fazla insanın hayatında iz bıraktı. Göçün Bilinmeyen Hikâyelerinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
TIKLAAlışmak… Göçmenliğin anayasası varsa eğer, ilk sayfalarda yer alıyor olmalı. 1970’li yıllarda Avrupa genelindeki göçmen işçilerin ve ailelerinin sayısı 8 milyondan fazlaydı. Birçoğu kısa bir zaman çalışıp para biriktirdikten sonra geri dönmeyi hayal ediyordu. Geri dönüş tahayyülü ilk yıllarda hep çok güçlüdür. Ancak birçok göçmen işçi bu hayalin zamanla sönümleneceğinden habersizdir. Beklenen o gün gelene kadar her türlü zorluğa katlanmaya hazırdırlar. Bu yüzden günlük konfora pek ihtiyaç duymazlar. Avrupa’nın o devasa fabrikalarında, yerin altında uzayıp giden madenlerinde zor şartlar altında çalışıp didinmeleri bundandır. Eski, bakımsız, köhne evlerde yaşamaya razı olmaları da… Nasılsa bir süre daha bu şekilde yaşayacaklar ve yeteri kadar para biriktirdikten sonra memleketlerine geri dönecekler. Eğlenceye, lükse, para ve zaman ayırmak, o beklenen günün biraz daha gecikmesine sebep olacağından şehrin parıltılı sokaklarından uzak dururlar. Göçmenlerin hayatı şehrin arka mahallelerinde geçip durur. Yaptıkları şey, alışmamaya çalışmaktır.
Oysa bir zaman sonra geri dönüşün ne denli zor olduğu anlaşılacaktır. Alışmanın tek çıkış yolu olduğu kabul edilecektir. Ne oralı ne buralı olmak; arafta bir hayatı yaşamaktır nasiplerinde olan. Artık ikili bir yaşantının müdavimi olmuşlardır. 20 yıl boyunca her tatil günü şehirdeki istasyona gidip İstanbul treninin önünden geçmesini bekleyen göçmen işçinin vatanı neresidir? Kendini memlekete en yakın hissettiği yer olan istasyon mu? Ya da “2 yıl sabredecektik. Döneceğimiz o günü iple çekiyorduk. Ama olmadı. Dönemeyeceğimi anlayınca memleketteki evimde kullanmak için sakladığım eşyalarımı birer birer kutularından çıkardım.” diyen göçmen kadın için artık “ev” ne anlama geliyordur? Emanet eşyalarla bezenmiş dört duvar mı?
Göçmenliğin yasalarından biri de zamanla ilintilidir. Göçmen işçilerin çoğu ortak bir yazgıyı paylaşır… Doğumda, ölümde, iyi günde, kötü günde, olmaları gereken yerde genellikle olamazlar. Ya haber çok geç ulaşır, uzun bir yolculuk sonrasında gecikmeli olarak varırlar yuvalarına, ya da çalıştıkları iş yerinden izin alamaz, beklenildikleri yere bir türlü gidemezler. Onlar için ayrılan sandalye boş kalır. Yeni doğan çocuğunu ancak aylar sonra kucağına alabilen göçmen işçi sayısı hiç az değildir. Anne babasının vefatını yıllık izne geldiğinde öğrenenler de bir o kadar fazladır. Bakması içim ninesine emanet ettiği çocuğunun ilk yürüyüşünü göremeyen, ilk kelimesini duyamayan anneler de çoktur. Göçmenliğin yasaları işledikçe, hayat onları geç bırakır. Dışarıda akıp giden neşeli yaşantıya, şehirde göçmen filmleri oynatan tek sinemadaki Türkan Şoray filminin son gösterim gününe, adını hiç ezberleyemedikleri renkli festivallere, bahara, sokağın cıvıltısına, ortak sevince ve kedere kadar hep geç kalmak vardır nasiplerinde.
“Annem bana 7 aylık hamileyken arabayla Almanya’dan memlekete gelmiş. Köy mezarlığının yanından geçerken taze bir mezar görmüş, “Allah rahmet eylesin, kim bilir kim öldü köyde” demiş. O taze mezarın kendi anacığının mezarı olduğunu henüz bilmiyormuş.” (Elif Akbelen)
Göçmen işçilerin zamanla olan yarışları başka bir mücadele alanında süregelmektedir. Onların ilk ve en önemli vazifesi, fabrikaların, madenlerin ve atölyelerin koca koca çarklarını döndürmektir. Hayatlarında düzenli ve zamanında olan tek şey, önlerinden akıp giden yorgun bantların ritmidir. O ritmin bozulmaması onlar için hayatidir. Kalp atışları kadar hayatidir. Bantlar durmadıkça, bozulmadıkça ya da başlarına herhangi başka bir şey gelmedikçe göçmen işçi nefes almaya devam eder. Aldığı nefes yalnızca kendisine ait değildir. O nefeste memleketteki eşi, çocukları ve ailesi de can bulur. Göçmen işçi kendinden geçeli çok olmuştur. Ağır mesai saatlerine, gün ışığı görmeden çalıştığı asbest soluduğu rutubetli madene, nefsini terbiye ettiği daha başkaca yüklere ailesi için katlanır. Hem kendisinin hem de ailesinin sessizce kabul ettiği hayali bir anlaşmanın ilk maddesidir: Göçmen işçi hep geç kalır.
“Babama öldüğünü söylememiştik. Hem istese de cenazeye yetişemezdi hem de gelene kadar yolda tek başına perişan olurdu. Birkaç ay sonra izne gelecekti, geldiğinde söyleriz diye karar alınmıştı. Günler çabuk geçti, babam izne gelirken ağabeyime o kadar çok hediyeler almıştı ki, elleri dolu dolu gelmişti. Sarılıp, kucaklaştık, hoşbeşten sonra babam hemen ağabeyimi sordu. Annem de zar zor “Fikret annenlerde” diyebildi. Ben o zamanlar 3-4 yaşındayım. Babam hemen gidip alalım deyince ben çocuk aklımla “ağabeyim öldü baba” demişim. Gerisi büyük bir acı… Babam o kadar acı çekti ki getirdiği bütün hediyeleri kırıp attı. Tüm acılarımız ikiye katlanmıştı.” (Kadriye Ünlüer Özer)
Onlara biçilen hayat böyledir. Göçmen işçi çalışır, çalışır ve çalışır. O ağır bantların ve çelik çarkların arasına girdikten sonra geri dönüş artık çok kolay değildir. Posası çıkana kadar çalıştırılır ama ölmezler. John Berger’in söylediği gibi, göçmen işçiler ölmez, çünkü arkalarından hep yenileri gelir.
Kalanlar…
Kalanların da nasibine düşen pek çok şey vardı elbette. Her şeyin başında, gidenden haber alma çabası gelir. Bir mektubun Almanya’ya gidip gelmesi 1 ayı bulur. Mahallede her evde telefon yoktur. Radyoda göçmen işçilerle ilgili haberlerde “onun” şehrinden haber beklemek, gazeteye basılan “işçilerimiz” başlıklı fotoğraflarda tanıdık bir yüz aramak da nafiledir. Kalanlar için “merak” her şeyden önce bastırılması gereken duygudur. Gidilen yerin muğlaklığı, zihinlerinde daha önceden referans verecek bir görüntünün bulunmaması bu merakı daha da artırır.
“Eşim Almanya’ya gidiyorum dediğinde hiç ses etmedim. Adını ilk defa duyuyordum. ‘Yolculuk trenle üç gün sürüyor’ dediği o an anladım! Demek benden bu kadar uzağa gidiyordu.” (11.Peron)
John Berger, göçmen işçilerle ilgili düşüncelerine şöyle devam eder: “Göçmen işçiler artık yalnızca çalışır! Hayatlarındaki diğer bütün sorumluluklar kendi ülkelerinde kalmıştır.” Kalanların göğüslemek zorunda olduğu tek şey meraklarını yenmek değildir. Gidenin bıraktığı boşluğu doldurmak, verilmesi gereken ilk sınavlardandır. Hem anne hem baba olmak…Abi, abla, kardeş, arkadaş olmak… Geçim, tasarruf, idare, hayaller, umutlar ve daha nicesi kalanların omzuna biner. Yılda yalnızca birkaç kez anne babasını görebilen çocuklara nasıl anlatmalı geçim derdini, göçmen işçiliği ve Almanya’yı?
“Kış. 1986’nın aralık ayı. Erzurum’da mevsim zemheri. Sobanın yandığı tek oda olan oturma odasında yattığımız günler. Yere iki döşek açardı annem, birinde kendisi diğerinde ben ve kardeşlerim uyurduk. En küçüğümüzü ortaya alırdık, koyun koyuna sıcacık olurdu. O gün uykumu tam almadığım halde uyanmaya çalışıyordum. Normal zamanların aksine bu sefer başka biri uyandırmaya çalışıyordu beni. Yabancı bir erkek sesi. Çocuğum daha, gözlerim uykuya yenik düşüyor. Ama adamın umurumda değil. İki kolunun arasında kalmışım, beni öpüyor bıyıkları çok sert canımı yakıyor. Hem ağzı sigara da kokuyor. Ama dedem değil bu, başkası. Korkuyorum. Gözlerimi yarım araladım. Kim bu adam? Tanımıyorum. “Uyan hadii, yeter naz yapma” diyor. Korktum, sıkıca yumdum gözlerimi. Belki rüyadır biter dedim. Ama bitmedi. Kim bu kim? Beni bıraktı bir ara kız kardeşimi öpmeye başladı. O ara açtım gözlerimi. Simsiyah sakalları, yüzünde tuhaf bir gülümseme var. Yüzüme yaklaştıkça gözleri büyüyen, dişleri devleşen bir adam. Kim bu? Annem nerede? Korkumdan bağıramıyorum. “Uyan bak sana ne aldım” diyor. Yorganın üzerinden üstüme serdiği elbiseyi işaret ederek, “Sen sever misin maviyi?” diye soruyor. Kız çocuğuna mavi olur mu hiç diyor annem kısık sesle. O zaman anladım işte. Bu yabancı adam babam(mış) demek ki. Açtım artık gözlerimi. Aynı elbisenin gülkurusu rengini kız kardeşime getirmiş, onun da üzerine sermiş. Erkek kardeşime pilli yarış arabası getirmiş. Yastığının üzerine tam göz hizasına koymuş. Garip bir duygu. Tanımadığım bir adam mavi bir elbise ve yabancı olduğum tuhaf bir mutluluk. Ama utanmıştım nedense. Dedeme sarıldığım gibi sarılamıyordum. Onu öptüğüm gibi öpemiyordum. Babam(mış). Öyle dediler günlerce. Sonra yine bırakıp gitti bizi. (bence terk etti) Mavi elbisem kaldı. Göğüs kısmında yarım daireden oluşan üç beyaz şerit vardı. Ben elbisemi gökyüzü, beyaz şeritleri ise gökkuşağı sanıyordum. Ta ki dedem ve babaannem gökkuşağının renk renk olduğunu anlatana kadar. Az mı koştum peşinden çocukken. Güya altından geçip babamı isteyecektim.” (Fatma Akyüz)
Göçmenlik, kendisiyle birlikte getirdiği soru işaretlerini belki de en çocukların üzerine boca ediyordu. Göçmen çocuğu olmak doğası gereği farklı kimlikler biçiyordu onlara. Anneyi babada, babayı annede aramak, yol gözlemek, sabretmek günlük yaşantının zaten bir parçasıydı.
“Tepemizden geçen uçakları görünce olanca gücümüzle bağırıp “Uçak, babama selam söyle!” derdik. Nereden bilelim? Biz her uçağın babamızın yanına gittiğini düşünürdük.” (Ayşe Nur Semerci)
Yaz aylarını iple çeken çocuklar, beklenen o an geldiğinde, artık geçici bir süreliğine aile olmanın tadını çıkarabilirlerdi. Anne babayla aynı çatı altında olmak, Almanya’dan getirilen oyuncak, çikolata ve kıyafetlerde teselli bulmak, ailece sokaklarda salınırken, diğer çocuklara, “bakın benim de annem, babam var” diyebilmekti yaz tatilleri. Yine de göçmenliğin yasaları çocuklar için de geçerliydi. Mahalledekiler için “gurbetçi çocuğu”, Almanya’dakiler için “bavul çocuğu” (Alm. Kofferkinder) ya da anahtar çocuklardı (Alm. Schlüsselkinderen) onlar. Yaz tatillerinde Almanya’da çalışan anne babalarının yanına gidip, sonbaharda tekrar memlekete dönen çocuklar için kullanılırdı bavul çocuk kavramı. Havaalanlarında ve tren istasyonlarında ellerinde küçük bavullarla ya bir tanıdığa ya da bir hostese emanet edilirlerdi. Anahtar çocuklar ise anne babaları işteyken evin anahtarı kaybolmasın diye bir zincir ya da ip yardımıyla evin anahtarını boyunlarına asan çocuklara takılan isimdi. Göçmen çocuğu oldukları “kara kafaları” dışında boyunlarındaki anahtarlardan da bilinirdi.
“Bütün çocukluğum anneme sarılabileceğim, sesini duyabileceğim yaz tatilini beklemekle geçerdi. 11 ay boyunca onu beklerdim. Sonra bir yaz günü çıkagelirdi. Daha ben ona doyamadan da bir rüya gibi hayatımdan çıkıp giderdi. Benim çocukluğum annemi beklerken yaşlandı.” (Adem)
Gideni mi zor, kalana mı? Belli ki, giden için de kalan için de zorlukları var göçmenliğin… Bir terazinin kefesine koyup ölçülebilecek duygular değil. Her aile, her yuva, her yolculuk için farklı hissiyatların ortaya çıktığı bir kabullenme ve tahammül hali sunuyor göçmenlik. Ve göçmenliğin tek kadim sorusunun bu olmadığı çok geçmeden anlaşılıyor.
Gidenler ve kalanlar, gün geliyor birlikte bavul toplayıp, aynı trenin kompartımanında, onları bekleyen yeni hayata doğru yola çıkıyorlar. Hepsini ortak bir heyecan kaplıyor. Göçmenliğin ilk sorusunun artık bir öneminin kalmadığını düşünüyorlar. Nasıl olsa kavuşulmuş, yeniden aile olunmuştur. Onları bekleyen yeni sorulardan bihaber hayallere dalıyorlar. Fakat, uyanmaları çok sürmüyor… Almanya’daki yeni yuvalarından içeri adım attıklarında, duvarlara yazılmış, yalnızca onların görebildiği hayali bir yazı karşılıyor onları: “Kalmak mı zor yoksa dönmek mi?”