'Vatan Nedir?'

Vatan yahut Sıla…

“Vatanında olma” duygusu belli bir mekan ile sınırlandırılamayan, insanla birlikte hareket eden dinamik bir duygu. “Vatan Nedir?” serisinin ikinci yazısında, Besim Can Zırh Oslo’da bir göçmen derneğinin çay ocağında tanıştığı İsmail’in deneyimlerinden hareketle “vatan” kavramını irdeledi.

Fotoğraf: Shutterstock.com

İsmail ile Oslo’da bir göçmen derneğinin çay ocağında tanıştım. Ben görüşmek üzere sözleştiğim dernek yönetiminden birini bekliyordum. O ise televizyon izliyordu. Sandalyesinin altında yandan askılı küçük bir spor çantası vardı. Hafta içi ve mesai saatlerinde olduğumuzdan pek kimse yoktu dernekte. Çay servisi yapan görevliyle olan konuşmalarından yeni geldiğini anlıyordum. Dernek yöneticilerinin ne zaman geleceğini sorduğunda görevli beni işaret etmiş, “Bak bu arkadaş da bekliyor. O bilir belki.” demişti. Böylece aynı masada oturmaya ve sohbet etmeye başladık. Ben sormaya çekinsem de İsmail hikâyesini anlatma konusunda oldukça açık sözlüydü. Zaten Londra’da okuduğumu söylediğimde arka arkaya birkaç dükkân ismi sayarak ortak tanıdıklarımız olduğunu da tespit etmişti. Bir anlamda gurbet akrabasıydık artık.

1960’larda karşılıklı anlaşmalara dayalı ve dolayısıyla güvenceli emek göçlerinin aksine, 1985 ve 1995 yılları arasında oldukça yoğun yaşanan iltica dalgaları Türkiye – İngiltere rotasının temel karakteristiğidir. İsmail de 2000’lerin başında, ilticayla göç etmek hâlâ mümkünken, Sivas’taki yöresinden yola çıkan son kervanlardan birinin peşine takılarak Londra’ya gitmişti. Onun kafasındaki haritada ülkeler değil şehirler vardı. “Sivas” şehir merkezine seyahat bu maceranın başlangıç noktası, “İstanbul” ve “Münih” ara durakları, nihai varış noktası da “London” olmuştu. İltica başvurusu ve diğer gerekli bazı işlemler tamamlandıktan sonra bir döner dükkânında çalışmaya ve aynı dükkânın üst katındaki küçük bir odada yaşamaya başlamıştı. İltica başvurusu tamamlanana kadar kısıtlı bir yardım alacağından çalışmasına yasal izin yoktu; ama göçmenlerin hikâyesi kanunlarla yazıldığı kadar da kısa değildi. İsmail de birçok diğer yeni gelen gibi bir dükkânda ortalama ücretin yarısına, günde 14 saat ve haftada 7 gün çalışmaya başlamıştı.

İltica başvurusu olumsuz sonuçlanana kadar beş yıl yaşamıştı İsmail Londra’da, çalıştığı dükkândan pek fazla uzaklaşmadan. İngilizler iltica kapısını kapatmaya karar vermişti, o zaman henüz “Ankara Anlaşması” da keşfedilmemişti; zaten Londra’da çok yakın akrabaları olmadığı için bir evlilik de kısmet olmamıştı. Bu gibi nedenler uç uca düğümlenince İsmail’in hikâyesi de sınır dışı edilmesiyle tamamına ermişti.

Sivas’a döndüğünde ilk zamanlar adını tam koyamadığı ama sonradan içini sıkmaya başlayan bir duygudan bahsediyordu İsmail. Bir yanıyla hiçbir kazanım elde edemeden beş yıl sonra geri dönmüş olmak onu ahalinin gözünde başarısız kılıyordu. Öyle ya, bu İngilizler kimseleri göndermezken bir İsmail mi fazla gelmişti? Sonra sıkıntısı renk değiştirmiş, oraları özlemeye başlamıştı. Sivas’ta iki yıla yakın kaldıktan sonra gözünü karartmış ve tekrar yola çıkmıştı. İsmail konuştukça hem merakım hem de şaşkınlığım artıyordu. Ortaokul terk, dil bilmez İsmail nasıl olup da Londra’ya gidiyorken Oslo’ya varmıştı? Bu kısımlar biraz perdenin arkasında kalıyordu, ama Almanya’dan birileri o sıralar Norveç’in rahat olduğunu söylemişti. O da buraya kadar gelmiş ve buradan İrlanda’ya geçebilmenin hesabını yapıyordu. Oradan da deniz yoluyla İngiltere’ye varacaktı. Bu aralar “İngilizler Dover’i[1] çok sıkı tuttuğu için tersten dolanmaya” karar vermişti.

Bir Şehrin Kaldırımlarını Özlemek

İsmail büyük bir titizlikle oluşturduğu planlarını anlatırken ben beş yıl boyunca bir döner dükkânından çıkmamış olan İsmail’in Londra’ya dair neyi özlemiş olabileceğini düşünüyordum. “Kaldırımlarını” dedi İsmail bu uzun bekleyişte edindiği bir alışkanlığından bahsederken. Uzun saatler çalıştığı gecelerin sabahında çıkar, bir ayağı parka diğer ayağı kanala değen genişçe bir rotada yürüyerek dükkâna geri dönermiş. O yürüyüşlerde çözermiş kafasındaki her şeyi ama en önemlisi bunu mümkün kılan dalgın dalgın yürüyebileceği kaldırımlarmış. “Sen kimseye dikkat etmesen bile kaldırımlar geniş olduğundan kimse dert etmeden önünden çekilir.” diyordu. İşte Sivas’a döndüğünde önce anlamadığı ama sonra üzerine gitgide basan sıkıntının kaynağı buydu. Sivas’ta yürüyecek kaldırım yoktu. İnsan bir düşünceye dalsa üçüncü adımda bir şeye takılıp tökezler, rüyasının en güzel yerinde uyandırılmış gibi sarsılırdı.

Bütün hikâyesi boyunca bir kez bile para lafı etmemişti İsmail. Çok çalışıp, biriktirip alacağı şeylerden bahsetmemişti. Bu zorlu göç yolculuğuna dair adını andığı şeyler hep gündelik yaşama dairdi. Sivas’ta bunalmıştı, sıkıntılarının içinden çıkamamıştı. Bunları her düşündüğünde, aklına uzun yürüyüşleri ve bunu mümkün kılan “London kaldırımları” gelmişti.

İsmail’in ne anlattığını birkaç yıl sonra, doktoramı tamamlayıp Ankara’ya döndüğümde anlayacaktım; bir gece rüyamda Londra’daki kanallar boyunca bisiklet sürdüğümü gördüğümde. Avrupa’da bulunduğum 5 yıl boyunca bisiklet benim için bir ulaşım aracı olmanın ötesinde yaşama dair önemli bir alışkanlığa, bir tutunma biçimine dönüşmüştü. İsmail’in uzun yürüyüşlerinde olduğu gibi ben de okula ya da yarı zamanlı çalıştığım restorana gidip gelirken bisiklet üzerinde boğuşurdum bazı sıkıntılarla. Ankara’ya döndüğümde birkaç kez denedikten sonra bu şehirde bisikletli bir yaşamın olmayacağını kabullenmek zorunda kalmış ve benim için önemli olan bisiklet üzerinde geçirdiğim zamanı kaybetmiştim.

Vatan Kavramının Sancılı Dönüşümü

“Vatan nedir?” sorusuna dair kişisel deneyimlerimi düşünürken anılarımda İsmail ile tekrar karşılaştım. Yolculuğunu tamamlayıp, kaldırımlarına kavuşabildi mi? Bilmiyorum. Fakat bana bıraktığı bu anekdot bugün bu soru üzerine düşünmek için bir ışık yakıyor zihnimde.

Türkçenin sancılı kelimelerinden biri olan “vatan” Arapça kökenli olup kişinin doğduğu, büyüdüğü ve yaşadığı yer, memleketi ya da yurdu anlamına geliyor. Bu hâliyle on dördüncü yüzyıl gibi çok erken dönemlerden itibaren edebiyatta karşımıza çıkıyor. Farklı nedenlerle sürgünlük yaşayan Cem Sultan (ö. 1495) ve Osman Nevres (ö. 1876) gibi figürlerin kalemlerinde yaşanılan veya ait hissedilen, özlem duyulan toprak parçası anlamı kazanıyor. Uzun yüzyıllar boyunca yaşanılan mahalle/köy ve Divan şiirinde sevgilinin bulunduğu yer (kûy) anlamında kullanılıyor. Fakat Fransız İhtilali sonrasında dalga dalga yayılan ulusalcılık düşüncesi Osmanlı kıyılarına ulaştığında İmparatorluk 1853 Kırım Savaşı’ndan başlayarak Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği 1918 yılına kadar yayılan uzun bir çöküş sürecine giriyor. “Vatan” kavramı işte bu uzun bunalım döneminde yaşanan sancıların bayrağı oluyor.

Bu döneme tanıklık eden kuşakların edebiyat tarihine miras bıraktığı çalışmalarda bu sancılı anlam ya da bu kelimenin bir sancının karşılığına dönüşmesi açıkça görülüyor. Büyükarman bu uzun dönemde vatan temalı 121 kitap yayımlandığını söylüyor. Gerek Namık Kemal (ö. 1888) gibi bu döneme damgasını vuran dava insanları, gerekse Nigâr Hanım (ö. 1918) gibi pek bilinmeyen kadın edebiyatçıların kalemleriyle yeniden yazılan vatan, “belli sınırlarla çevrilmiş bir toprak parçası veya coğrafik kuru bir tanım değil, millet hayatıyla kaynaşan bir tarih, maddi manevi bir birlik ve bütünlük” (Büyükarman 2008: 132) anlamı kazanıyor. Remzi Oğuz Arık’ın (ö. 1954) “Coğrafyadan Vatana” makalesinde açıkça tartışıldığı üzere, cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte ise artık inşa edilmesi gereken bir devlet ülküsüne dönüşüyor. “Vatan” kazandığı bu yeni resmî hüviyetle, Kıbrıs gündemi gibi siyaseten çalkantılı dönemler dışında sivil yaşamda yerini “memlekete” bırakıyor. Fakat sonra 1960’larla başlayan yurt dışına emek göçüyle birlikte “acı vatan” olarak geri geliyor.

Bu sene 62. yılına girdiğimiz uzun gurbet macerası anavatandan ayrı düşmüş binlerce kişinin kaleminden yazılan mektuplar, şiirler, öykü ve romanlar olarak devasa bir külliyata dönüştü. Tıpkı Divan edebiyatından Tanzimat edebiyatına geçişte olduğu gibi “vatan” bu tarihçe içinde farklı yüzlere büründü. İlk kuşakta kelimenin Arapça kökenine işaret eden bir memleket duygusu hakimken, siyaseten çalkantılı dönemlerde ise sahip çıkılması, kurtarılması gereken bir ideal anlamı kazandı. Geri dönüş arzusunun biricik nesnesi olarak zaten hep bir nostalji konusuydu. Sonrasında ise Yüksel Pazarkaya ve Emine Sevgi Özdamar gibi yazarların kaleminden bir yer olmaktan çok sığınılan bir duygu, sahiplenilen bir düşünce anlamı kazandı. Söz gelimi, Karakaya, Özdamar için “Heimat” kavramının “bir toprak parçası değil, bir sahiplik ve aitlik meselesi” olduğunu söylüyor, “çünkü insan yaşadığı yerde onu oraya bağlayan bir şeyleri sahiplenmiştir. İnsanın gittiği yerde kendini, kendi evinde hissetmesini sağlayacak şeyler aramasıdır. Kendisine bir merkez belirleyip onu sahiplenmesidir, onun etrafındakilere yavaş yavaş alışmasıdır.” (2020: 440)

İsmail de kendi göç macerasından Londra kaldırımlarını sahiplenmişti. Kendini orada yürürken kendi gibi hissetmişti. Dünyanın tahammül edilmesi güç bir hızla dönmeye başladığı son 10 yılda en zor sahip çıkabildiğimiz şey de bu duygu olmadı mı? Kendimizi kendimiz gibi hissetme, evde olma duygusu; kimi zaman bir kaldırıma sığdırabildiğimiz.

 

Kaynaklar

Büyükarman, D. (2008). Vatan Kavramının Türk Tiyatro Edebiyatındaki Seyri Üzerine Bir İnceleme. A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 37, 127-145. https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunitaed/issue/2876/39470

Güzeloğlu, H. (2018). İki Gurbet Şâiri: Bâbür Şâh Ve Cem Sultân’ın Şiirlerinde Vatan. HİKMET-Akademik Edebiyat Dergisi. 4, 528-559.

https://dergipark.org.tr/tr/pub/hikmet/issue/41411/494016

Karakaya, D. (2020). Bir “Göçmen” ve Bir “Yerli”: Özdamar ve Tanpınar’da Vatan Kavramı. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 37 (2), 437-448.

https://dergipark.org.tr/tr/pub/huefd/issue/59130/742965

 

[1] Birleşik Krallık’ı deniz yoluyla Fransa üzerinden Kıta Avrupa’ya bağlayan, bu nedenle de göçmen ve insan kaçakçılığının önemli geçişlerinden biri olarak her dönemde gündemde olan liman kenti.

Besim Can Zırh

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Dr. Besim Can Zırh’ın ağırlıklı çalışma alanları göç, sosyal antropoloji, din antropolojisi, Alevilik ve şehir çalışmalarıdır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler