Prof. Schabas: “Uluslararası Hukukun Büyüsü, Siyasi Çıkarlardan Bağımsız Olma Vaadidir”
Uluslararası insan hakları ve ceza hukuku alanında en saygın isimlerden biri olan Prof. William A. Schabas, BM’de soruşturma komisyonları yönetti ve Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumlarda avukatlık yaptı. Prof. Schabas ile uluslararası hukukun bir güçlüler hukuku olup olmadığını konuştuk.

2014 yılında, İşgal Altındaki Filistin Toprakları’ndaki İsrail’in uluslararası insancıl hukuk ve insan hakları ihlallerine ilişkin Birleşmiş Milletler (BM) Soruşturma Komisyonu’na başkan olarak atandınız. Böylesine “güçlü” bir devletin taraf olduğu ve şu anda da olduğu gibi ciddi siyasi tepki çeken bir konuda, uluslararası hukukun tarafsızlığını koruması ne ölçüde mümkün?
Söylediğiniz gibi 2014 yılında, İnsan Hakları Konseyi Başkanı tarafından Gazze’deki savaşa ilişkin bir soruşturma komisyonuna başkan olarak atandım. Atamamdan sadece birkaç gün sonra, vatandaşlığını taşıdığım Kanada’nın dışişleri bakanı beni bu sebepten dolayı alenen eleştirdi. Ardından New York Times, Washington Post ve Wall Street Journal gibi gazeteler beni kınayan tam sayfa saldırı ilanları yayımladı. Görünüşe göre bu ilanların yüksek maliyeti, ABD’deki aşırı sağcı Siyonistler tarafından karşılandı. Açıkçası, Gazze’deki savaşın değerlendirmesinde getirebileceğim bağımsızlık, tarafsızlık, denge ve uzmanlıktan duyulan büyük korkuyu yansıtan bu ilgiden gurur duydum.
Geçen yıl, İsrail istihbarat servisi Mossad’ın, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin eski savcısı Fatou Bensouda üzerinden oynadığı kirli oyunları öğrendik. Bu kirli oyunların amacı, Filistin’deki durumla ilgili bir soruşturma yürütmemesi yönünde karar vermesi umuduyla Bensouda’yı korkutmak ve yıldırmaktı. Ancak bu işe yaramadı.
Bugün, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının dehşeti artmaya devam ederken, pek çok aktivist, akademisyen, gazeteci ve entelektüel sessiz kalmayı tercih ediyor. Bunun elbette bir nedeni var: Birçok ülkede üniversite hocaları işten atılmakla ya da sicillerine gelecekteki kariyerlerinin önünün kesilmesiyle tehdit ediliyor. Ben 70’lerimdeyim, yani bu tür tehditlerle korkutulacak yaşta değilim. Genç meslektaşlarıma da fazla yüklenmek istemiyorum; çünkü seslerini yükselttikleri için ödemek zorunda kalabilecekleri bedelleri biliyorum.
Siz Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi büyük uluslararası mahkemelerde görev yaparak uluslararası hukuk ile ulusal egemenlik arasındaki gerilimlere sıkça tanık oldunuz. Deneyimlerinize dayanarak, bu kurumların, evrensel hukuki standartları güç dengesine rağmen koruyabilme kapasitelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uluslararası mahkemeler, yani Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kaçınılmaz olarak son derece gergin bir siyasi atmosferde varlıklarını sürdürerek faaliyet göstermek zorundalar. Bu, doğaları gereği böyle. Yargıçların atama süreçleri değişkenlik gösterse de sonuçta bu atamaları yapanlar hükûmetler. Hepsi olmasa da pek çoğu, etkileyici düzeyde bağımsızlık ve tarafsızlık sergileyerek görevini yapıyor.
Uluslararası hukukun en çarpıcı yönü ve belki de büyüsü, görünürde siyasi çıkarlardan bağımsız olduğu yönündeki vaadidir. İnsan Hakları Konseyi veya Güvenlik Konseyi Gazze’deki durumu tartışırken, söylenenlerin siyasi görüşleri yansıtmasını bekleriz. Ne de olsa konuşanlar hükûmetlerdir. Çoğu zaman uluslararası hukuku referans göstererek buna göre hareket ettiklerini iddia ederler ancak genellikle çatallı bir dille konuşurlar, kendilerine ve dostlarına uygun olduğunda hukuka atıfta bulunurlar ve diğer durumlarda onu görmezden gelirler. Yani işlerine nasıl geliyorsa öyle davranırlar.
Öte yandan, uluslararası mahkemelerde nesnellik ve tarafsızlık gibi makul iddialar daha güçlüdür. Bu mahkemeler tamamen önyargısız değilse de siyasi organlara kıyasla daha adil bir ortam sunar. Hükûmetler mahkeme önüne çıktıklarında çifte standart sergilemeleri ise çifte standardın olağan karşılandığı siyasi platformlara kıyasla daha zordur. Bu durumda çifte standartlarını gizlemek zorunda kalırlar.
Gambiya’nın Myanmar’a Karşı Açtığı Soykırım Davası ve Çifte Standart
Örneğin, soykırım iddialarını ele alalım. Bazı hükûmetler bu suçlamaya düşmanlarına yöneltilmesi durumunda başvurmayı severler. Nitekim ABD, Çin’in Uygurlara yönelik politikalarını “soykırım” olarak tanımlarken, İsrail’e yönelik benzer iddiaları “asılsız” diye reddediyor. Bazı Batılı hükûmetler Gambiya’nın Myanmar’a karşı açtığı soykırım davasına müdahil olarak çocukların zulme uğraması ve bölge içinde zorla yerinden edilme gibi unsurları vurgulayarak soykırım tanımına genişletilmiş bir yaklaşım getirilmesini savundu.
Bu hükûmetlerin o zaman yaptığı savunma ve bildirdikleri görüşler şimdi, Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı soykırım davasına katkı sağlıyor. Söz konusu hükûmetlerin bu sebepten dolayı pişmanlık duyduklarını tahmin ediyorum. Fakat Uluslararası Adalet Divanı gibi bir hukuk ortamında böyle sonuçlarla karşılaşmak kaçınılmazdır.
UCM’nin tarihi, Küresel Güney’e karşı taraflı olduğu yönünde sıkça eleştiriliyor. Bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
1998 yılında Roma Statüsü’nün kabulü sürecinde birçok kişi, UCM’nin Avrupalılar tarafından kurulup yönetileceğini ve adaleti Küresel Güney’i “medenileştirmek” için uygulayacağını düşünüyordu. Mahkeme 20 yılı aşkın süredir faaliyet gösteriyor ve bu öngörü büyük ölçüde gerçek oldu.
Ancak İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu da dâhil olmak üzere diğer İsrail liderleri hakkında çıkarılan tutuklama kararlarını, bu çizgiden bir sapma olarak görebiliriz. Bu tutuklama kararları Savcı Karim Khan tarafından açıklandığında bazı Batılı diplomatların mahkemenin yapması gerekenin bu olmadığını, çünkü mahkemenin “Afrika ve Putin gibi haydutlar için kurulduğunu” söylediğini anlatmıştı. Ama ben de kuruluş aşamasında oradaydım ve birçoğumuz UCM’nin fikrini tam da “Amerikalılar ve Netanyahu gibi haydutlarla” başa çıkma potansiyeli nedeniyle seviyoruz.
UCM de diğer uluslararası mahkemeler gibi siyasi bir atmosfer içinde faaliyet gösteriyor. Her zaman herkesi memnun etmesi mümkün değil. Sonuçta hedef seçimi, mahkemenin savcısına bırakılmış ve her şey biraz da bu savcının vizyonuna bağlı.
Siz 2002–2004 yıllarında Sierra Leone Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nda görev yaptınız. Başta elmas ticareti olmak üzere ekonomik çıkarlar Sierra Leone’deki çatışmada merkezî bir rol oynadı. O dönemdeki ekonomik güçler ile şirket lobiciliğinin uluslararası hukuki süreçler üzerindeki mevcut etkisi arasındaki benzerlikleri nasıl görüyorsunuz?
Elbette ekonomik faktörler son derece önemli, ama şirket lobiciliğinin bu gibi durumlarda sanıldığı kadar etkili olup olmadığını açıkçası bilmiyorum. Geçen yılın sonlarında UAD, iklim değişikliği ile ilgili oturumlar düzenledi. Bu, küresel şirketler için de oldukça hassas bir konu. Muhtemelen hükûmetler aracılığıyla bu süreci etkilemeye çalıştılar. Ancak mahkeme nezdinde doğrudan bir lobi faaliyetine tanık olmadım.
Sierra Leone örneğinde, elmas ticareti iç savaşın kaynağı olarak gösteriliyordu. Ama bizim soruşturmamız bunu kesinleştirmedi. Sierra Leone hükûmeti son derece yozlaşmıştı ve hiç şüphesiz elmas ticaretinden elde edilen zenginlikle büyüyordu. Hükûmeti devirmek isteyen isyancılar bu gelir akışını kesmek zorundaydı. Elbette isyancılardan bazılarının da açgözlü olduğuna şüphe yok. Özetle Sierra Leone’deki iç savaş elmas kaçakçılığından beslenmiş olabilir ama asıl sebebi bu değildi. Bu savaş, on yıllar öncesine, sömürgeciliğin sonuçlarına kadar uzanan yozlaşmış bir yönetimin sonucuydu.
Québec’te avukatlıktan Montréal, Galway, Leiden ve şimdi de Londra’da akademik görevlere kadar uzanan bir kariyeriniz var. Bu süreçte edindiğiniz deneyimlere dönüp baktığınızda, sizce uluslararası hukuk nihayetinde güçlü devletler tarafından mı şekilleniyor? Yoksa uluslararası hukuk jeopolitik etkilerin ötesinde de gelişmeye devam edebilir mi?
Uluslararası hukuk elbette devletler tarafından şekillendiriliyor. Tarihsel olarak bu “güçlü devletler” tarafından şekillendirildi çünkü uluslararası hukuku ilk olarak inşa edenler Avrupalı güçlerdi. Ancak yaklaşık bir asır kadar önce, Küresel Güney devletleri de sürece katılmaya başladı. O zamanlarda çok güçlü değillerdi ve sayıları da çok fazla değildi, çünkü büyük kısmı hâlâ sömürge altındaydı. Ama zamanla bu değişti.
Uluslararası hukukun gelişimi, pek çok açıdan zengin ve güçlü devletlerle onların karşısında gelişen hukukun eşitleyici potansiyelini gören diğerleri arasında süregelen mücadelenin hikâyesidir. Üstelik güç dengesi de değişiyor. Bir zamanların sömürge mağdurları – örneğin Çin ve Hindistan – artık kendilerini “güçlü” olarak tanımladıkça “güçlü” devletler ivme kaybediyor.
Kurumsallaşmış ırkçılık, sistematik adaletsizlik ve yeni-sömürgecilik gibi yapısal sorunlar uzun süredir uluslararası hukukun etkisini baltalıyor. Bu alandaki araştırmalarınıza dayanarak, devlet egemenliğine odaklanan uluslararası hukukun bu köklü sorunlarla etkili bir şekilde mücadele edebileceğini düşünüyor musunuz?
Irkçılık geçmişte de günümüzde de dünyanın en ciddi sorunlarından biri. Uluslararası hukuk bu sorunla mücadelede önemli katkılarda bulundu. Irk Ayrımcılığına Karşı Sözleşme ve Apartheid Sözleşmesi gibi temel insan hakları anlaşmalarından bazıları, Küresel Güney’deki, özellikle de Afrika’daki devletler öncülüğünde hayata geçirildi.
Bu alandaki gerilimler devam ettiği gibi kendini 2001’deki Durban Konferansı’nda da gösterdi. Günümüzde en tartışmalı konulardan biri, kölelik ve köle ticaretinin yol açtığı adaletsizlikler için tazminat meselesi. Dünya üzerindeki zenginlik, kaynak ve güç eşitsizliğinin büyük kısmı, insanlık tarihinin bu karanlık dönemine dayanıyor. Bu durum göç bağlamında da kendini gösteriyor: Artık bu kuzey ülkeleri, bir zamanlar sömürgeleştirdikleri bölgelerin mirasını kendi içinde düşünsel olarak sorgulamaya başlıyor. Elbette buna karşı bir direnç de mevcut ve bu da bazı ülkelerde gördüğümüz popülist demagojiyi açıklıyor.
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, hareket ve seyahat özgürlüğünü tanır. 1948’de bu bildiri tartışılırken Haiti delegesi, bunun mutlak bir hak olduğunu, uluslararası sınırların insanların istedikleri yerde yaşamasını engellememesi gerektiğini savunmuştu. Bu son derece prensiplere dayalı bir argümandı ve çok destek görmüştü. Bence geleceğin yönü bu: Açık sınırlar. Gerçek anlamda hareket özgürlüğü. Kuşlar gökyüzünde özgürce uçabiliyorsa, biz neden yapamayalım?